13 Ekim 2010 Çarşamba

REFERANDUM VE ANAYASA TARTIŞMALARI

12 EYLÜL HALKOYLAMASI SONUÇLARINA İLİŞKİN ÜÇ TUTUM
12 Eylül 2010 halkoylamasına ilişkin tutum ve politikaları ele aldığımız oylama öncesi yazımızda, “evet cephesi”, “hayır cephesi” ve “boykot cephesi” yaklaşımlarını üç öbek olarak tasnif etmiştik. “Evet cephesi”nin 12 Eylül’ün restorasyonunu hedeflediğini, 12 Eylül darbecilerinin uzantısı demokrasi düşmanı bir seçeneği temsil ettiklerini vurgulamış, “hayır” siyasetinin içeriğinin demokrasi yanlısı ve 1961 anayasasının meşruiyetine dayanan bir politika ile belirlendiğinin altını çizmiş, “boykot” seçeneğinin ise farklı bileşenlerinde politika kaçkını, oportünist, tarafsız ve utangaç evetçi siyasal tavırları yansıttığını belirtmiştik.  Halkoylamasının resmi sonuçları, oylama öncesi takınılan tavırlara denk düşen farklı değerlendirmelere konu oluyor. Bu yazımızda, oylama sonuçlarına ilişkin değerlendirmeler ışığında referandum sonuçlarını ele alarak sonuç ve değerlendirmelerin 12 Eylül 2010 öncesi izlenen siyasetlerle bağlantısını sergilemeye çalışacağız.
Resmi açıklamaya göre %58 destek aldığı duyurulan “evet cephesi” Orta ve Doğu Anadolu taşrasında ve Artvin ve Zonguldak hariç Karadeniz illerinde, Türkiye ortalamasının üzerinde oy toplamış görünüyor. Oy dağılımının siyasal ve toplumsal bağlantıları, taşra kent ve kasabalarındaki köylülüğün ve taşra burjuvazisinin bugünkü koşullarda milliyetçi, sağcı, gerici, faşist propagandadan etkilenmekte birleştiğini gösteriyor.  AKP önderliğindeki bu gerici-aşırı sağcı blok, 1970’lerin Milliyetçi Cephe kümelenmesine denk düşüyor. Borsanın, emperyalist çevrelerin, TÜSİAD dahil büyük sermayenin halkoylaması sonuçlarına tepkileri, “evet cephesi”nin ardındaki başlıca toplumsal zümreleri işaret ediyor.
1970’lerden farklı olarak toplumsal ve politik ağırlığı önemsiz sol-liberal unsurların AKP’nin kuyruğunda “evet cephesi” içinde yer alması, sol-liberalizmin “sol” maskesinin düşmesiyle noktalandı. Benzer biçimde 1970’lerde “sol” maskeli bir başka çevrenin (Aydınlık grubunun) anti-sovyetizm ve Maocu Üç Dünya teorisi temelinde Milliyetçi Cephe yanında saf tutması, bu çevrenin karşı-devrimci yüzünün anlaşılmasını ve ilerici sol güçler içinde tecrit edilmesini çabuklaştırmış, bu akımın “sol maskesinin indirilmesini kolaylaştırmıştı. Aydınlık grubunun bazı önderleri ve yazarları (Oral Çalışlar örneğinde anti-sovyetizm ile çıktıkları yolculuğu 12 Eylül döneminde liberalizme intisab ederek sürdürenler, 12 Eylül sonrası Aydınlık yazarlığı yapan Baskın Oran örneği liberaller) gibi “sol” maskeyle burjuvazinin ve emperyalizmin ajanlığını yapanların geçmişte olduğu üzere bugün de eksik olmadıklarını, ancak ilerici sol saflarda bunların etkisinin “sıfır mertebesinde” bulunduğu anlaşıldı. Eski ÖDP Genel Başkanı Milletvekili Ufuk Uras, Birikim Dergisi yazarları, DSİP gibi politik özne vasfı önem taşımayan ve burjuvazinin koltuğu altında ilerici sol güçlere karşı savaşanların “sol” maskeleri de düştü, safları belli oldu.
1970’lerden farklı olarak, geçmişte Kürt ulusal demokratik hareketinin etki alanında yer alan bazı aydınların, Orta, Batı, Güney Anadolu’da, Doğu Anadolu’nun daha kuzeydeki (Kars gibi) illerinde ve İstanbul dahil Marmara bölgesinde yerleşmiş Kürt nüfusunun halkoylamasında “evet cephesi” yanında açıkça ve bir bütün olarak saf tutmuş olmaları ise, Kürt hareketinin “boykot” siyasetinin güney-doğu’nun bazı illeri dışında destek bulmadığını, Kürt milliyetçiliği çizgisinin “boykot” siyasetiyle tabanını AKP liberalizmine, AKP’nin pro-emperyalist tutumuna yem ettiğini gösterdi. Kürt ulusal demokratik hareketi, büyük toprak sahiplerini ve kürt burjuvazisini temsil eden kendi saflarındaki milliyetçi ve liberal eğilimler  ile hesaplaşmayı göze alamadığı ve ertelediği ölçüde, Barzani-Talabani çizgisi karşısında zemin kaybetmeye ve emperyalizmin çizdiği daire içinde hapsolmaya, likide olmaya, siyasal hedeflerinden uzak düşmeye mahkum görünüyor. Boykot siyasetini her şeye rağmen ısrarla destekleme direncini gösteren bazı güney-doğu illerindeki yoksul köylülerin halkoylaması sonrasında kan ve can pahasına başkaldıran bir tavrı benimsemelerinin, devrimci ve demokratik bir kazanımla sonuçlanma ihtimali şüphelidir. Kürt ulusal hareketi önderliğinin emperyalizme karşı Türk ve Orta-Doğu emekçileriyle devrimci bir temelde birleşmeye yanaşmaması, kendi burjuvalarına ve büyük toprak sahiplerine karşı net bir tutum takınmaması, Kürt yoksullarının başkaldırısını emperyalist ve Türk egemen güçleriyle pazarlık aracı olarak kullanmaya yatkınlığı bunun nedenleri arasında sayılabilir. Kürt halkının ulusal geleceğini belirleme hakkının hayata geçirilmesine yönelik mücadele geleneğinin emperyalizmin bölgeye dair planlarını hayata geçirmeye yönelik siyasetlere pazarlık karşılığı hediye edilmesi tehlikesi, bu koşullarda artık açıkça görülüyor.
Devrimci-demokrat akımın azınlıkta kalan kesimlerinin, 12 Eylül halkoylamasında “boykot” tavrını benimserken, farklı çıkış noktalarından hareket ettiği, oylama sonuçlarını değerlendirirken ve önümüzdeki döneme dair siyasal planlamalarını kurgularken ise “boykot” gerekçeleriyle çelişen bir dizi tutarsızlık sergilediği gözlendi. Bu cephenin bütününde paylaşılan ortak yanılgı, boykot seçeneğini somut tarihsel siyasal koşullardan koparılmış metafizik bir “devrimci uzlaşmazlık” ilkesi olarak savunmalarıydı. Devrimci-demokrat geleneğin Türkiye’de artık patolojik nitelik kazanmış siyaset felsefesini yansıtan bu yaklaşımı, başka vesilelerle de (devrimci zor kullanımı, seçimlere katılma, parlamenter mücadele taktikleri, demokrasi mücadelesi gibi bir dizi başlıkta) tekrarlanagelen ve “sol” çocukluk tanımında hoşgörüyle dile getirilen masumiyete sığmayan bir siyasal kaşarlanma belirtisi olarak horgörülmeyi hak ediyor. Etkilediği ve zararlı hedeflere yönelttiği küçük-burjuva emekçi kitleleri bu çemberden çıkartmak, işçi sınıfı sosyalizminin boynunun borcu olarak bir kenara not edilmelidir.  “Boykotçu” grupların, devrimci boykot siyasetini karikatürize eden yaklaşımları, artık bir mücadele konusu olarak gündemimizde yer almalıdır. (Önümüzdeki genel seçim sürecinin önemi nedeniyle bu konuya özel olarak döneceğiz)
12 Eylül halkoylamasında “boykot” seçeneğini savunan devrimci-demokrat gruplar ve bazı sosyalist aydınlar, oylama sonuçlarına ilişkin yaptıkları değerlendirmelerde, boykot seçeneğine gerekçe gösterdikleri başlıklarla çelişkiye düşen tutarsızlıklara saplanmaktan kaçınamadı. Bazıları, bir önceki seçimlerde bağımsız adaylarla seçime katılmaktan yana olmuşken, hangi değişik tarihsel ve toplumsal koşulların bu defa onları boykot seçeneğine sevkettiğini açıklayamadı. Bazıları, statükoyu oluşturduğunu düşündükleri Düzen Partisi (CHP, MHP, ordu, devlet bürokrasisi) saflarıyla yan yana gelme kaygısını “Hayır” seçeneğine uzak durmaya ve “tarafsız” kalmaya gerekçe gösterirken, oylama sonuçlarının değerlendirilmesi sırasında “evet” cephesiyle ortaya çıkan asıl gerici-sağcı-faşist statükonun tehdidiyle oylama sonrasında yüzyüze geldiklerini biraz da dehşetle gözleri büyümüş olarak saptamaktan geri duramadı. Bir çoğu, oy kullanmayan %27 seçmen kesiminin Kürt illeri haricinde temsil ettikleri apolitik zeminde keramet arama, Kürt illeriyle sınırlı boykot başarısını kendi başarıları sayma zorlamalarına başvurarak gözlerini somut gerçeklere yummayı seçti. Kimileri, MHP’nin seçmen tabanını “Hayır” cephesinde tutamamasında teselli bulurken, aynı seçmen kitlesinin AKP-SP-BBP cephesine kayarak gerici-faşist blokta toplanmasını görmezden geldi. Bir çoğu, “boykot” propagandasının “evet” cephesine dolaylı katkı yaptığını, Batı illerindeki Kürt oylarının blok olarak ve yakın tarihimizde ilk kez doğrudan gerici-sağcı-emperyalist siyasete destek konumuna kaydığını, Batı illerinde, Dersim’de, Artvin’de, Zonguldak’ta gericiliğe karşı anlamlı bir direncin sadece ilerici-sol güçler tarafından yürütülen çalışmalarla %42 boyutlarına büyüdüğünü, Batı illerinde devrimci boykot siyasetinin adına layık bir karşılığının bulunmadığını görmek istemedi. Bu kadar çok tutarsızlığın ve çelişkinin üzerine “boykot cephesi” olarak tasavvur edilen zeminden hareketle bağımsız bir “üçüncü cephe” oluşturmanın olanaksızlığı apaçık ortadayken, devrimci-demokrat siyaset kaşarlanmasının bir fantezisi olarak bu çizgi oylama sonrasında bir çokları tarafından dile getirildi.
12 Eylül Halkoylaması sonrasında üçüncü  tutum, “Hayır” cephesini temsil eden %42’lik toplamın anlamı üzerine yapılan değerlendirmelerde ortaya çıktı. Partimizin de içinde olduğu ve ilerici sol güçlerin anlamlı çoğunluğunu temsil eden kesim, önümüzdeki süreçte gerici-faşist blok karşısında “hayır cephesi”nin %42’lik toplamından hareketle bir direncin örgütlenebileceğini, bu direncin işçi sınıfı hareketi zemininde AKP’de temsil edilen büyük sermaye iradesini kırabileceğini, ülkemize ve yakın bölgeye ilişkin emperyalist planları bozabileceğini savundu. Üçüncü tutumun yani “hayır cephesi”ne değer biçenlerin bir dizi zaaf ve eksiklikleri olduğu, işçi hareketinin dinamizminden yoksunluğun, 1961 anayasasından kaynaklanan meşruiyet olanaklarının partimiz haricinde dikkate alınmamasının, CHP merkezinden kaynaklanan liberal-gerici cepheyle uzlaşma eğiliminin, Genelkurmay ve devlet bürokrasisinin etkilerinden kaynaklanan milliyetçiliğin bu cephenin başlıca zaaf ve kusurları olduğu anlaşılıyor. Önümüzdeki süreç, AKP için yeterince büyük bir direnç duvarı oluşturan %42’lik “hayır” cephesine nasıl ve ne ölçüde müdahale edileceği ile belirlenecektir. Hareketimizin seçime giden aylarda başlıca mücadele konusu, bu müdahalenin hedefleri ve hayata geçirilmesi olacaktır.