28 Mart 2011 Pazartesi

ARAP DEVRİMLERİ VE EMPERYALİZM
Tarihin akıntısının hızlandığı dönemeçlerde, olayların içinde yer alan öznelerin ve gözlemcilerin olup bitenlerin gerçek niteliğini hızla kavrama ve gereklerini yerine getirme yetenekleri, tarihin daha sakin ve durgun aktığı dönemlere oranla kısıtlanıyor. 1900-1950 dünyasının devrimci altüst oluşlara ve dünya çapında büyük savaşlara sahne olan dalgalı seyri böyle bir dönemeci temsil ediyordu. İşçi sınıfı hareketi içinde büyük savrulmaların yanı sıra büyük bir devrimci değişim çağını başlatan yeni enternasyonal odakların ortaya çıkışı, böyle bir engebeli tarihsel dönemin ürünüydü. Gidişatın ana yönünü ve tali özelliklerini ayırt edemeyenler, çıkmaz sokakları ve hedefe götüren yolları doğru olarak seçemeyenler, 1900-1950 dünyasında tarihsel ve toplumsal ilerleme sürecinin dışına, kenarına, bazen da karşısına düşmekten kaçınamadılar. Tersine, 1950-2000 döneminde ise, kapitalizmin merkez bölgelerinde geçici ve nisbi bir istikrarın sağlandığı koşullarda, dünya devrimci sürecinin enerjisinin tükenişine, toplumsal ilerlemenin yüzyılın ilk yarısında elde ettiği kazanımların yitirilmesine, emperyalizmin ve darbelenmiş gericiliğin hortlamasına tanıklık edildi. Gidişatın ana yönünü ve tali özelliklerini ayırt edemeyenlerle ayırt edebilenler, çıkmaz sokakları ve hedefe götüren yolları doğru olarak seçemeyenler ile seçebilenler, gericiliğin ve geçmişe uzanan statükonun üstün gelmiş gibi gözüktüğü bu dönemde sağa sola fazla savrulmadan ve büyük devrimci atılımlara aday yeni mihraklar oluşturamadan aynı nehrin içinde yan yana akabildiler. 1990’ların başında sosyalist sistemin parçalanıp dağılmasıyla yükselmeye başlayan 10 yıllık karşı devrim dalgası, yan yana yürüyüş kolu oluşturanların bir bölümünün tarihsel ve toplumsal ilerleme sürecinin dışına düşmelerini affetmedi ve gericiliğin sel baskını hareketimizin içinde yanında yer tutmuş çer çöp ve molozların çoğunu önüne katıp sürükledi. Ancak bu gerici dalga, yeni bir devrimci altüst oluş döneminin de ön koşullarını biriktiriyordu.

2000’lerin başından bu yana tarihin seyrinin diyalektiği, bir defa daha gidişatın yönünde değişim işaretlerinin çoğaldığını haber veriyor. 1999’da ABD’nin Seattle şehrinde Dünya Ticaret Örgütü zirvesine karşı gerçekleşen, gençliğin ve işçi sınıfının kitlesel ölçeklerde seferber olduğu, sermaye egemenliğine karşı büyük bir meydan okumaya dönüşen protesto eylemleri, yeni dönemin ilk işaret fişeği oldu. 2000’li yıllar, Irak’ın emperyalistler tarafından işgal edilmesine karşı dünyanın her yerinde yükselen ve milyonlarca kişinin katıldığı büyük savaş-karşıtı gösterilere, ilerici yurtsever güçlerin Venezuela, Bolivya, Nikaragua, Honduras ve Nepal’de iktidarı ele geçirmesine, 2004-2005’de yerel ölçeklerde kitlesel işçi ve gençlik gösterilerine ve 2008-2009 büyük ekonomik krizinin ardından bütün dünyada işçi hareketlerinin dünya çapında canlanışına ve büyümesine tanıklık etti. 2009-2010 yıllarında özellikle Güney Avrupa’da yoğunlaşan ama tüm Avrupa ülkelerini sarsan büyük kitle gösterileri ve genel grevler başladı. Arap Devrimleri’nin 2010’de ani olarak başgöstermiş gözüken büyük patlaması bu tür gelişmelerin yaşandığı bir onyıl zemininde ve sonucunda yükseldi.

2010-2011 ARAP DEVRİMLERİNE NASIL YAKLAŞILMALI?

Tunus’tan başlayan, Mısır’a yayılan, peşinden Yemen, Ürdün, Bahreyn ve Suudi Arabistan’a sıçrayan kitle gösterileri, ABD emperyalizminin işbirlikçisi monarşik-Bonapartist siyasal rejimlerin tepesindeki “kral” müsveddelerinin devrilmesini ve demokratik cumhuriyeti talep eden halk ayaklanmalarına dönüştü. Tarık Ali gibi yazarlar, gelişmeleri Arap halklarının gecikmiş 1848 devrimleri olarak nitelendirdi. Başlangıçta yıllanmış işbirlikçilerini destekleyen ama kitle gösterilerinin büyüyen ölçeği ve direnci  karşısında at değiştirmeyi gözeten emperyalist merkezlerin ve onların denetimi altındaki Ordu yönetimlerinin desteğini yitiren Mübarek ve Bin Ali, Tunus ve Mısır’da peşpeşe işbaşından uzaklaşmak zorunda kaldı. Orta-Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasını dalgalandıran gelişmeler sırasında önce İran ve Cezayir’de, ardından Libya ve son olarak Suriye’de de karışıklıklar baş göstermesi dikkat çekti. Bu ikinci gruptaki ülkelerin ortak özelliği, esas olarak ABD karşıtı eksende yer alan ve emperyalizmin ekonomik siyasal denetiminden kısmen uzak ulus-devletler olmalarıydı ve bu bakımdan Baas Partisi yönetimindeki Irak’a benziyorlardı. Bu ülkelerdeki muhalif eylemlerin yabancı ajanlar tarafından kışkırtılan silahlı sabotaj yöntemlerini kullandığı, kitlesel nitelik taşımayan El-Kaide ve benzeri İslamcı azınlık terör gruplarına dayandığı, Batı emperyalizminin medya, silah, teknik ve politik  desteğine sahip oldukları ve bu bakımdan Tunus, Mısır, Ürdün, Yemen, Bahreyn örneklerinden ayrıştığı gözleniyordu. Özellikle Libya örneğinde emperyalist güçlerin askeri saldırısıyla Kaddafi rejiminin hedef alınması, Bahreyn örneğinde ise Suudi Arabistan’ın askeri saldırısıyla bu ada devletinin işgal edilmesi bu ülkelerdeki gelişmelerin yönünü değiştirdi. Rusya Dışişleri Bakanı’nın Cezayir’de NATO’ya karşı tutum açıklaması, Çin’in ve Orta Güney Amerika’daki ilerici rejimlerin Libya’ya emperyalist müdahale girişimlerine karşı çıkması yeni gelişmelerin ortaya çıkardığı kaos tablosuna ışık tuttu. Komünist öncü güçlerin siyasal etkisinin zayıf olduğu Mısır ve Tunus’ta da emperyalist müdahalenin siyasal manevra alanının genişliği, buralardaki devrimci gelişmelerin hedefinden saptırılması, emperyalizmin ve işbirlikçi sınıf ve zümrelerin siyasal egemenliğinin yeni biçimler altında at değiştirerek devam ettirilmesi olasılığının güçlendiğini gösterdi.

Gelişmeler farklı odaklar tarafından farklı biçimlerde yorumlandı ve ele alındı. Yaklaşımlar birkaç grup altında toplanabilir. Emperyalist mihrakların, Batı solunun, İslamcı akımların, Komünist ve İşçi Hareketinin ve ilerici yurtsever küçük-burjuva güçlerin yaklaşımlarını tek tek ele alalım ve karşılaştırmaya çalışalım.

EMPERYALİST MİHRAKLARIN YAKLAŞIMI

Tunus’taki halk ayaklanması kapitalizmin 2008-2009 büyük ekonomik krizinin Avrupa’yı etkilediği ve ülkeye yansıttığı ekonomik toplumsal koşulların ve bütün Avrupa’yı özellikle Yunanistan’ı, İspanya’yı, İtalya’yı, Fransa’yı, Belçika’yı, Portekiz’i sarsan genel grev ve kitle gösterilerinin doğrudan tetiklediği koşullar altında başladı. Fransa ve Avrupa Birliği, ilk başta Bin Ali ve işbirlikçi Bonapartist rejimden yana tavır aldı. Kitle gösterilerinin büyümesi ve engellenememesi karşısında, rejimin ve ordunun üst yönetiminin emperyalist tercihlerin değiştiğini dikkate alarak gösterileri bastırmaktan geri durması, Bin Ali’yi feda ederek rejimi muhafaza etme taktiğini benimsemesi, Tunus Devrimi’nin acil hedefine erişmesini yani otokrat liderin devrilmesini kolaylaştırdı. Böylece Tunus’ta emperyalist müdahale rejimin Bin Ali’siz olarak devamını, yönetici zümrede ufak tefek değişikliklerin gerçekleşmesini, otokratik rejimin nisbi demokratik bir görünüm altında devam ettirilmesini gözetiyordu.

İşçi sınıfının 2006 sonrasında hızlanan eylemlerinin bilindiği Mısır’da, Tunus Devrimi’nin ilk hedefinin gerçekleşmesinin de etkisiyle 2011 başlarında başgösteren yaygın ve büyük ölçekli kitle gösterilerinin büyümesi, işçi sınıfının da katılmasıyla eylemlerin nitelik değiştirmeye eğilim göstermesi karşısında, emperyalist müdahale, daha örgütlü ve proaktif bir nitelik kazanmaya başladı. Ordu ve rejimin üst yönetimlerinin emperyalist tercihlere yaslanarak Mübarek’in feda edilmesini kabul etmesi, gösterileri yatıştırmak için otokratik rejimin Mübarek’siz ve parlamenter görünüm altında muhafazasını, bu amaçla Mısır’da da “at değiştirmeyi” bir seçenek olarak gündeme getirdi. Emperyalizm Mısır’da Baradey ve benzerlerini ülkeye ithal ederek, Müslüman Kardeşler ve benzer burjuva siyasal akımların yasal çalışma alanlarını genişleterek devrimin düşük yapmasını teminat altına almayı gözetti.

Geçmişinde sosyalist-yönelimli bir rejim geleneği bulunan Yemen’de, bu ülkenin Kızıldeniz güneyindeki stratejik konumu nedeniyle de emperyalist müdahalenin askeri saldırı biçimlerine bürünmesi olasılığı büyüyor. Gösterilerin mevcut rejim tarafından kanlı biçimde bastırılmak istendiği ve rejimin parlamenter görünüm altında emperyalizmin denetiminde devamını sağlayacak adayların ortaya çıkamadığı koşullarda, Yemen’deki kaos ve iç savaş görüntüleri emperyalist güçlerin askeri müdahalesiyle sonuçlanabilir. Batı emperyalizminin Yemen’de bu tür bir müdahaleyi kolaylaştıracak biçimde çözümsüz kaos ve iç çatışma ortamını körüklediği, hem iktidarı hem de muhalefeti bu doğrultuda el altından desteklediği düşünülebilir.

Arap devletlerinde hızlanan ve yayılan başkaldırıların diğer örneklerinde, örneğin Ürdün’de emperyalizmin şimdilik Ürdün Kralı’nın monarşik rejimini desteklediği, Suudi Arabistan’da Suud ailesinin karanlık monarşik rejimini ayakta tutmaya önem verdiği, üstelik Suudi ordusunu Bahreyn’deki muhalif Şii gösterilerini bastırmak üzere Bahreyn’i işgale yönelttiği, ABD 5. Filosu’nun üssünü barındıran bu ülkede Bahreyn emirinin yıkılmasına izin vermek istemediği açıkça anlaşılıyor. Bu rejimlerde muhalif başkaldırı girişimlerini yatıştıracak siyasal makyajlar, önemsiz meşrutiyet açılımları, emperyalizmin tahammül ve denetim sınırları içinde gerçekleşebilir.

Libya’ya yönelik saldırı, devrimci gelişme olasılıklarına karşı BOP coğrafyasında izlenen emperyalist siyasete ayna tutuyor. Saldırı, Libya’da kaynağı ve niteliği belirsiz çatışmaların emperyalist medya çarpıtması altında propaganda edilmesi zemininde başladı. Arap devrimlerinin yarattığı kargaşanın  yansıması olarak takdim edilen Libya olaylarının daha ilk baştan Tunus, Mısır, Ürdün, Bahreyn ve Yemen’deki olaylardan farklı bir nitelik taşıdığı, halk başkaldırısı olarak sunulan olayların aslında muhtemelen El-Kaide’ci İslamcı unsurları da kapsayan yabancı ajanların kışkırtmasıyla gerçekleştiği, kitle gösterilerinin değil azınlık gruplarının paralı askerlerin terörist eylemleri üzerinden yürütüldüğü, yoğun bir medya manipülasyonunun olaylara eşlik ettiği, az sayıda bazı aşiret liderlerinin, devlet görevlilerinin ve subayların muhtemelen parayla satın alındığı tahmin edilebilir. Arabistan, Orta-Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasındaki emperyalist yayılmanın son 150 yıllık tarihinde benzer yöntem ve araçların kullanıldığı Osmanlı ve Türkiye tarihinde hatta günümüzde çok iyi bilinen örnekleriyle hatırdadır.

Libya’ya yönelik emperyalist saldırı, her zamanki hile ve manipülasyonlarla uluslararası bir meşruiyet görünümü çerçevesine yerleştirildi. Tunus Devrimi’nin başlangıcında Bin Ali’yi destekleyen Sarkozy’nin porselen dükkanına dalan fil tarzıyla uçaklarını gönderme telaşıyla davranmasındaki riyakarlık ve gözü dönmüşlük, Arap Devrimleri’nin komünist bir önderlikten yoksun gelişimini fırsat bilen ABD Başkanı Obama’nın gelişen kargaşa ortamında BOP coğrafyasına yönelik emperyalist müdahale planlarını uygulamaya sokmanın bir parçası olarak Libya saldırısını NATO denetimine almasındaki sinsilik, Türkiye’yi yöneten AKP liderlerinin evde doğruyu söyleyip emperyalist zirvelerde şaşması, Türkiye’yi yönetmeye aday muhalefetteki CHP ve MHP liderlerinin suç ortaklığıyla birlikte ülkeyi kaşla göz arasında bir kez daha paldır küldür NATO’nun emperyalist saldırganlığının merkez üssüne çevirmesindeki kıvırtkan dansözlük, CHP liderinin uluslararası meşruiyete atıf yaparak emperyalist saldırıyı onaylamasının üzerinden 24 saat geçmeden BM kararını alan Güvenlik Konseyi üyelerinin ve Arap Birliği üyelerinin bu kararın askeri saldırıyı meşrulaştırmadığını açıklamalarıyla pek çabuk deşifre olan Kılıçdaroğlu’nun kraldan fazla kralcılık özelliği, Rusya, Çin gibi BM Güvenlik Konseyi üyelerinin bir yandan çekimser oy kullanarak öte yandan saldırıya saldırı sonrasında itiraz ederek tavşana kaç tazıya tut ikiyüzlülüğü, Türk Ordusu Genelkurmayı’nın bazı amiral ve subaylarını Silivri’de hapse attırdıktan sonra dört nala NATO emirleri doğrultusunda Libya saldırısına dahil olmak için acele etmesindeki militarist itaatkarlık, evlatlarımızı ve orduyu emperyalist çıkarlar için savaşa sürme kararını kapalı kapılar ardında alan meclise egemen olan entrikacılık ve suçunu halktan kamuoyundan gizleme telaşı, Libya halkını Kaddafi’den koruma söylemine sığınan emperyalist koalisyonun saldırgan dilinin altındaki baklanın Libya’daki petrol, doğal gaz yatakları, yer altı su kaynakları ve Libya’daki müteahhitlik ve iş yatırımlarıyla, ticari çıkarlarla bezendiğini gösteriyor. Libya’nın yağmalanması ve emperyalizme esir edilmesi için hem anlaşan hem aralarında didişen bu ikiyüzlüler koalisyonu dünya halklarının baş düşmanı olarak bir kez daha yakın coğrafyaları kana bulamaya hazırlanıyor. Bu saldırının devamında Suriye, İran, Anadolu coğrafyalarının da hedef tahtasına yerleşmekte olduğu dikkatlerden kaçmıyor.

UĞURSUZ MİSYONUYLA BATI “SOLU” VE TÜRKİYE “SOLU”

Orta-Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında yaşanan gelişmelerde Batı “Solu”nun oynadığı uğursuz role burada işaret etmek gerekiyor. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın çıkmasında, emperyalist bütçelere destek olan, farklı ulusların işçilerinin birbirine saldırtıldığı büyük savaşa katılan, ezilen haklara karşı emperyalist misyonların taşıyıcılığını üstlenen Avrupa “Solu”, İkinci Enternasyonal liderlerinin geçmişte oynadığı rolü bugün de devam ettiriyor. Sosyal-demokrat, yeşil, yeni-solcu, örokomünist çeşitleriyle tuzu kuru Batı “Solu” 100 yıl sonra bir kez daha dünya halklarına, işçi sınıfının uluslararası çıkarlarına, dünya barışına ihanet ediyor. Bir kez daha bu emperyalist-sol, emperyalist yağma ve saldırganlık cephesine dahil oluyor. Avrupa “Sol Partisi’nde birleşen komünist hareketin bazı eski unsurları, bugünkü Sosyalist Enternasyonal üyeleri, Ekolojik-Yeşil Hareket bu cepheye katılarak saflarımızın tamamen uzağına, hatta karşısına geçmiş bulunuyor.

Türkiye’deki sol etiketli örgüt, akım ve grupların Libya olayları karşısındaki yaklaşımları da böyle dönemeçlerde hep gözlendiği gibi turnusol kağıdı işlevi görüyor. Kılıçdaroğlu’nun ABD Büyükelçisiyle ve ABD ve AB yetkilileriyle görüşme trafiğinin ve ABD’de görücüye çıkmak üzere randevu kesme girişimlerinin orta yerinde, önce saldırının BM Güvenlik Konseyi kararıyla uluslararası meşruiyet kazandığını iddia ederek saldırıya herkesten önce onay vermesi ve ardından bizzat Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin ve Arap Birliği liderlerinin açıklamalarıyla bu meşruiyet iddiasının doğru olmadığının anlaşılması, bunun üzerine Libya halkının kanını dökecek bir NATO askeri saldırısına karşı olduklarını beyan etmesi, Meclis hükümet tarafından gizli oturuma çağrılarak muhtemelen NATO emirlerini tebelluğ ettikten sonra bir kez daha fiilen oylarıyla NATO saldırısına Türkiye’nin dahil edilmesinde hükümete payanda olmayı kabul etmesi, üstelik bunu kritik bir seçim öncesinde yapmayı içine sindirmesi son derece öğretici olmuştur. CHP’nin Kılıçdaroğlu operasyonuyla AKP’nin bir gölgesine dönüştürülmesi ve Türkiye’de Bonapartist bir rejim değişiminin tescil edileceği 12 Haziran seçimlerine iki buçuk ay kala NATO’nun savaş arabasına bağlanması, seçimlerin sonucunu bugünden ilan etmiş bulunuyor. CHP seçim yarışından çekildiğini ve AKP’nin payandası olmayı kabul ettiğini, Libya savaşı konulu gizli oturumda AKP’ye destek olarak ilan etmiş bulunuyor. CHP liderleri, Libya saldırısına destek olarak, hem kendi halkına hem bölge halklarına, hem Cumhuriyet’in kuruluş geleneğine ihanet etmiş bulunuyor. CHP listesinden milletvekili adaylığına soyunan az sayıdaki ilerici-yurtsever-solcunun bu seçim politikası düzleminde onur kırıcı bir yenilginin ve ihanetin sorumluluğunu paylaşmaya seçim sonrasında hazır olmaları gerekiyor.

Libya konusunda Türkiye Solu’nda ikinci yaklaşım, Irak’taki emperyalist işgal sırasında “Ne Sam ne Saddam” diyenlerin yaklaşımıdır. Libya’da Kaddafi’ye karşı olan ama NATO saldırısını da onaylamayan bu siyasetin, başka konularda da benzer örnekleri ürettiği biliniyor. Ergenekon davası ve operasyonları sürecinde “yiyin birbirinizi” diyenlerin tarafsızlığı da bu türdendir. 1920’lerde 1930’larda yükselen faşizm tehdidi karşısında demokrasiye sahip çıkmayı reddedenlerin ve farklı burjuva siyasetleri karşısında tarihsel ve toplumsal somut koşullardan bağımsız olarak her durumda mutlak ve metafizik bir tarafsızlık konumunu seçenlerin (Troçkistlerin, Sol-Komünistlerin) tavrı da bu türdendir. 1920’lerin başındaki ulusal kurtuluş savaşına dudak bükenlerin, Kemalist hareketin tarihsel mirasında emperyalizme karşı mücadele bağlamında değerli hiçbir dayanak olmadığını öne sürenlerin (sol kimliğini anti-kemalizm ilkesine dayandıran Türk ve Kürt küçük-burjuva “sol”larının) tavrı da aynı yaklaşıma örnektir. Bu yaklaşım, haksız ve saldırgan büyük emperyalist güç ile mazlum, haklı ve küçük ulusal güç arasında ayrım yapmamak, haksıza karşı haklının yanında saf tutmamak, emperyalist gücün saldırganlığına direnmemek ve savaşmamakla eşanlamlıdır. Haksız ve saldırgan büyük güce karşı direnmeye ve savaşmaya çağırmayan bir siyasetin solculukla ilgisi yoktur.

Burada Türkiye Solu’nda gözlenen üç değişik yaklaşıma ve bir ters bakışa da kısaca işaret etmek gerekiyor.

Ters bakış, Arap devrimlerini ve kitlesel başkaldırılarını küçümseyen yaklaşımdır. BOP coğrafyasındaki hızlı gelişmeler üzerinde ABD’nin ve Batı’nın denetim kurma çabalarını gözleyenler, özellikle de Libya’da yaşanan ve Arap Devrimleriyle ilgisi ve benzerliği bulunmayan emperyalist sabotaj ve provokasyon girişimlerine bakarak, bütün gelişmelerin emperyalizm tarafından planlandığını ve manipüle edildiğini varsayıyor. Kitle hareketlerinin ve emekçi halk yığınlarından yükselen demokrasi, adalet ve özgürlük taleplerinin uzağında duran, daha ziyade Düzen Partisi’nin bürokratik-milliyetçi çevrelerinden gelen unsurlar ( örneğin ADD gibileri) ABD’nin gelişmelere müdahale yeteneğinden ürkerek, ABD’ye ve emperyalizme sahip olmadığı bir gücü ve etkinliği vehmediyor. Karşı olduklarını beyan ettikleri emperyalizmin gücüne ve yeteneklerine gizli bir hayranlığı ifade eden bu yaklaşımın temsilcileri aynı zamanda emperyalizme karşı gerçek bir devrimci mücadelenin sahibi olarak emekçi kitlelerin tarih sahnesine çıkmasından ve meydanları fethetmesinden de ürküntü duyuyor. Bu tavır, iyi bilinen küçük-burjuva tutumun yeni bir örneğidir.

Solda değişik yaklaşımların diğer üç örneği, BDP, TKP ve İP politikalarında gözleniyor. BDP siyaseti savaşa karşı oy kullanma çağrısı yaptığını ifade ediyor ama bu siyasetin sözcülerinin savaşa katılmanın görüşüldüğü Meclis gizli oturumunda hangi görüşleri dile getirdiği ve oylarını nasıl kullandığı bilinmiyor. BDP’nin Libya savaşı konusundaki gerçek tavrının ve siyasetinin burjuvazinin “gizli oturum” kararıyla gerdiği sis perdesinin arkasında örtülmesine boyun eğmesi kabul edilemez. BDP yönetimi sol kamuoyuna bu konuda açıklama yapmakla yükümlüdür! PKK sözcülerinden Meclis gizli oturumu ve Libya’daki savaşa dahil olma siyaseti konusunda çıt çıkmaması veya anlamı süpheli açıklamalar gelmesi ise manidar olarak kabul edilmelidir.

TKP yayınları da, Libya’daki olayların başlangıcında, bir süre için, Arap Devrimlerinin bu ülkeye de sıçradığı biçiminde yayın yapmaya devam etmiş, Kaddafi yönetimine karşı halk hareketlerinden sözeden yorumlara yer vermiş bu konuda emperyalist medyanın manipülasyonlarına kapılmış, ancak bir süre sonra, muhtemelen Chavez ve Fidel Kastro tarafından yapılan açıklamalarla birlikte “uyanmış” ve Libya’ya yönelik emperyalist tertiplere karşı daha açıktan tavır almaya başlamıştır. Buraya kadarı olumlu bir düzeltmedir ama TKP yayınları yaptıkları “düzeltme” girişiminde bu defa öbür uca doğru savrulmuş, son dönemdeki bütün kitle hareketlerinin iplerinin Arap coğrafyasındaki emperyalist tertipçilerin elinde olduğunu, devrim denilen olayların BOP planlarının uygulamasından ibaret olduğunu ve bu coğrafyadaki sınıf mücadelesinin gelişimi bakımından tarihsel ve toplumsal bir önem taşımadıklarını, 1848 Devrimlerine benzetilemeyeceğini, olsa olsa eski sosyalist ülkelerdeki Renkli Devrimlere benzetilebileceğini savunmaya başladı. Libya saldırısına ve bu savaşa Türkiye’nin dahil edilmesine karşı İstanbul’daki tekil eylem dışında hiçbir anlamlı refleks gösterememek bu yalpalamaları tamamladı. Seçime gidilen süreçte mevcut örgütlü varlığıyla TKP, yalpalayan ve geciken siyasetsizliği yüzünden AKP karşısında CHP tarafından boşaltılan muhalefet cephesini doldurmaktan uzak olduğunu gösterdi.

İP üçüncü değişik tavrın temsilcisidir. Bir yandan Libya konusunda doğru bir siyaset izliyor, üstelik elinde günlük gazete ve TV gibi araçlar mevcut, ancak siyasal muhalefet cephesini örmek için  sözü geçersizleşmiş gericilere, milliyetçi-faşist burjuva siyaset döküntülerine, Demirel-Ecevit-Türkeş-Erbakan gibi burjuva liderlerinin siyasal ömrünü tamamlamış partilerinden arta kalan tutarsız, hükümsüz, kariyerist, gerici siyasi cesetlere, Düzen Partisi’nin askeri ve sivil bürokrasiden gelen kitle mücadelesi korkaklarına ve düşmanlarına yaslanmaya çalışıyor. Örmeye çalıştığı cephe, ilan ettiği cephenin amaçlarına ve siyasetine ters düşüyor, inandırıcılığını yitiriyor. İP aynı nedenlerle AKP’nin 12 Haziran seçimlerinde yolunu açan muhalefet boşluğuna katkıda bulunmuş oluyor.

İŞÇİ SINIFI SOSYALİZMİNİN YAKLAŞIMI

Libya olaylarının gelişiminin gerçek niteliğini en erken kavrayan ve siyasal tutumunu en baştan doğru olarak belirleyip kamuoyuna açıklayan siyasal refleksi işçi sınıfı sosyalizmi gösterdi.

İşçi sınıfı sosyalizminin ideolojik ve örgütsel mirasından aldığı güçle siyasal doğrultusunu hızla ve doğruya en yakın biçimde belirleyebilmesi güçlü yanıdır. Ancak bu güçlü yanımızla övünmek için bugün fazla sebebimiz yok. Doğru siyaset ve sağlam ideoloji ancak sağlam bir örgütsel varlıkla ete kemiğe büründüğünde gerçek bir anlam taşıyabilir. Siyasetimizle ve ideolojik kimliğimizle toplumsal gerçekler arasında örgütsel varlığımızın zayıflığından kaynaklanan büyük bir mesafe mevcut duruyor.

Bu boşluğu doldurmak için sabırla ve inatla örgütlenmeyi görevlerimizin en başına yerleştirmemiz gerekiyor. Bugün işçi sınıfı sosyalizminin siyasetini ve ideolojik kimliğini mevcut muhalefet boşluğunda doğurtmanın yolu, örgütlenme için yürütülecek çabalardan geçiyor. Örgütlenmemizin başarısı, yol alması, harekete geçireceğimiz gücün taşları yerinden oynatmasıyla sınanacaktır. Gözlerimiz o hedefe kitlenmiş olarak yolumuza devam ediyoruz.

23 Mart 2011 Çarşamba

TSİP BASIN AÇIKLAMASI


Libya’nın BM kararının arkasından emperyalist güçlerce vurulması ile ilgili bir basın açıklaması yapan TÜRKİYE SOSYALİST İŞÇİ PARTİSİ (TSİP) Genel Başkanı Turgut Koçak, yapılan bu saldırıyı parti olarak şiddet ve nefretle kınadıklarını belirtti.
Bütün dünya halklarının baş düşmanının emperyalizm olduğunu, sonuncu yenilgiye uğratılana kadar da halkların kurtuluşunun mümkün olamayacağını, Libya’nın emperyalistlerce bombalanması bir kez daha açıkça göstermiştir. Bu saldırının baş aktörü her zaman olduğu gibi yine ABD emperyalizmi olup, İngiltere, Fransa, İtalya ve Kanada gibi emperyalistler ABD’nin fino köpekleridir. BM şemsiyesine sığınarak Libya’nın vurulmasını haklı gösteren ülkeler hangi ülke olurlarsa olsunlar emperyalizmin işbirlikçileri ve suç ortaklarıdır. Burada artık suçlu olan sadece baştakiler de değildir. Dün Irak’ın işgalini ve milyonlarca insanın katledilmesini film izler gibi izleyen, aynı tutumu Libya saldırısında da göstererek yöneticilerden hesap sormayı akıllarına bile getirmeyen o ülkelerin halkı da suçsuz sayılmamalıdır.
BM’de karşı oy kullanmayıp çekimser davranarak emperyalistlere dolaylı olur veren Rusya ve Çin’in de suçlu olduğu bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Emperyalistlerin neler yapabileceklerini iyi bilmelerine karşın bombardımandan sonra “üzgünüz” demenin de suçu hafifletmesinin olanağı yoktur. Türkiye başta bütün NATO üyesi ülkeler, Libya’ya saldırının suç ortaklarıdır. AKP iktidarı her zaman olduğu gibi bir kez daha emperyalistlerle birlikte davranmış Türkiye halkının eğilimlerini dikkate bile almamıştır. Bundan böyle Irak’ta olduğu gibi Libya’da da açıktan açığa emperyalistlerin katliamlarına tanık olunacaktır. Üstün teknolojilerine güvenerek kendi sınırlarının ötesinde öteki halkları katledenler bu suçlarının kesinlikle hesabını vermelidirler. Bu yüzden de emperyalistlerle dünyanın her yerinde savaşılmalı onlara hak ettikleri yanıt verilmelidir. Türkiye bu saldırıda Libya’nın yanında yer almalı, hangi nedenle olursa olsun emperyalistlerin tarafına düşmemelidir. NATO ittifakı içinde olmayı bahane ederek Libya’nın vurulması için Türkiye’nin uçak kaldırmasından söz eden bazı kendini bilmezlerin yaptıkları konuşmalarsa asla yanlarına kalmamalı kendilerinden bu sözlerinin hesabı en ağır şekilde sorulmalıdır.
Libya’nın bir şekilde vurulmasına katılan ülkelerin halkına sesleniyoruz. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Libya’da da bu saldırıyı kabullenip oturmayın. Ayağa kalkmak ve hesap sormak sizlerin görevi olmalıdır. Obama, Sarkozy, Berlusconi, David Cameron gibi sermayenin sözcülerine ve diğer ülkelerdeki işbirlikçilerine meydanı boş bırakıp tarihi suçu omuzlarınıza almayın. Her yerde ve her zaman emperyalizmin oyununu bozun! Unutmayın ki, bu suça ortak olanlar günün birinde mutlaka bedelini bir şekilde ödeyeceklerdir.

Yaşasın dünyanın bütün mazlum halkları!

Yaşasın Libya!

Kahrolsun emperyalist – kapitalist sistem!

LİBYA'YA YÖNELİK SALDIRI DERHAL DURDURULMALIDIR!


Barış Derneği, Libya'ya yönelik saldırının derhal durdurulmasını istedi.

Arap ayaklanması, asıl anlamını bu saldırıya vereceği tepkiyle kazanacak.

ABD ve müttefikleri bugün erken saatlerde Libya’yı denizden ve havadan bombalamaya başladı. Gelen bilgilere göre Libya açıklarındaki ABD ve İngiliz savaş gemilerinden onlarca hedefe yüzlerce füze fırlatıldı. Ardından Fransız ve ABD uçakları, çeşitli hedeflere yönelik hava saldırıları düzenledi. Libya Sağlık Bakanlığı’nın açıklamasına göre saldırılarda şimdiye kadar 64 kişi hayatını kaybetti, 150’den fazlası yaralandı.

ABD: Değişen bir şey yok

ABD, Arap coğrafyasındaki isyanları izleyen kısa bir ‘tereddüt’ ya da ‘bekle gör’ döneminin ardından bu sefer ‘tek başına dünyaya meydan okuyor’ görüntüsü vermemeye de özen göstererek harekete geçti. Libya saldırısı, ABD’nin Irak’ta istediği hedeflere tam anlamıyla ulaşamamış olmasına, Afganistan’da işgal içinden çıkılamaz bir hal almış olmasına rağmen Ortadoğu, Kuzey Afrika, Akdeniz ve Kafkasları içine alan bölgeyi kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden düzenleme hevesinden hiçbir biçimde vazgeçmemiş olduğunun açık kanıtıdır.

Türkiye: NATO varsa ben de varım

Libya’ya yönelik askeri müdahalenin gündeme gelmesini izleyen günlerde “NATO’nun Libya’da ne işi var?” diyen AKP hükümeti, dün dışişleri bakanının ağzından “BM Güvenlik Konseyi kararının uygulanmasına önem veriyoruz" deyivermişti. Gün içinde gelen haberlere göreyse “NATO devreye girdiğinde Ankara da devreye girecek”. ‘Ortadoğu halklarının dostu olduğu’  yönündeki iddiası daha önce birkaç kez çöken AKP hükümetinden farklı bir tutum almasını beklemek zaten fazlaca iyimserlik olurdu.

NATO: Zaten fiilen devrede

Libya’ya yönelik saldırı, ABD'nin Afrika Komutanlığı tarafından yönetiliyor. Fransa, İngiltere ve İtalya başta olmak üzere Kanada, Almanya, İspanya, Danimarka, Norveç, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar operasyona fiilen destek veriyorlar. Çeşitli kaynaklardan edinilen bilgilere göre Avrupa ve Akdeniz’deki bütün önemli NATO üsleri operasyona dahil olmuş durumda ve saldırı esas olarak NATO imkanları kullanılarak yürütülüyor. Yani NATO, hali hazırda zaten devrede.

Emperyalistler, Ortadoğu'dan elinizi çekin!

Mart’ta yaptığımız açıklamada “Arap dünyasını saran halk ayaklanmaları bölgede tüm eski dengeleri alt üst ederken emperyalist ülkeler, bu yeni durumu kendi lehlerine kullanmak için bir yandan muhalif güçleri yönlendirme çabalarını artırıyor öte yandan Libya’yı işgale hazırlanıyor” diye yazmıştık. Emperyalizm, bir kez daha bizi yanıltmadı.

Barışseverler,

Zaman daha güçlü biçimde “ABD, Ortadoğu'dan defol !” deme zamanıdır. Zaman daha yüksek sesle “NATO, dünya halklarının ve barışın düşmanıdır !” diye haykırma zamanıdır. Zaman daha kararlı biçimde “Barış için emperyalizme karşı” mücadele etme zamanıdır.

ABD, Ortadoğu’dan defol!
NATO, dünya halklarının ve barışın düşmanıdır!
Barış için emperyalizme karşı!