28 Kasım 2011 Pazartesi

YENİ BİR BARIŞ HAREKETİNİN ÖRGÜTLENMESİ












GÜNCEL GÖREV:
YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ KOMİTESİ

Türkiye ve komşu coğrafya üzerinde kanlı ve genelleşmiş bir savaş tehlikesi büyüyor. Batı emperyalizmi ve işbirlikçileri bölgede askeri yığınağı artıran girişimlerini sürdürüyor. Savaş gemileri, uçak gemileri, füze üsleri bölgede konumlanıyor, saflaşma ve iç çatışmalar kışkırtılıyor, yabancı askeri güçlerin müdahaleleri birbirini izliyor. Libya’da Kaddafi’nin yabancı güçlerin yönettiği ve desteklediği operasyonlarla devrilmesi ve direnişi seçen Kaddafi’nin katledilmesi, Suriye’de Baas rejiminin benzer bir tehdit altına sokulması, bu operasyonlarda AKP hükümetinin etkin bir rol üstlenmesi, Türkiye’yi savaş rüzgarlarının göbeğine yerleştiriyor. AKP liderlerinin ve hükümetle tam bir mutabakat halinde gözüken Ordu üst bürokrasisinin Suriye’de ve Libya’da olup bitenleri iç işimiz olarak ele alması, yeni rejimin yönetici çevrelerinin bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Kemalist ilkelerinden uzaklaşmasına denk düşüyor. Bu temel ilkelerden biri olarak “Yurtta Barış Dünyada Barış” geleneksel siyasetinin terk edilmesi, Türkiye’de tesis edilen yeni rejimin laiklik ve cumhuriyet düşmanlığı yönelişini tamamlıyor. Dış siyasette Türkiye’yi emperyalist savaş maceralarının dümen suyuna sokanlar, ülke içinde de etnik ve mezhep çatışmalarını kışkırtan bir yola giriyor. Ordunun subay kadrosunun hatırı sayılır bir bölümünün geleneksel Kemalist siyasal ilkelere bağlı aydınlar ve siyasal öznelerle birlikte tutuklanarak Silivri’deki toplama kampına atılması, Kürt ulusal demokratik hareketinin politik kadrolarının ve aydın çevrelerinin benzer operasyonlara maruz bırakılması bu tablonun ülke içindeki görünümleridir. Profesyonel Ordu  sloganı altında ordunun dönüşümü için yürütülen çabalar, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı tarafından yürütülen Gestapo türü polis devleti yapılanması, siyasal çerçevesi cumhuriyet karşıtlığı ve demokrasi düşmanlığı olan bir yeni-saltanat rejiminin yerleşmekte olduğu biçimindeki yaygın olarak paylaşılan endişeleri doğruluyor.

Yerleşmekte olan yeni rejimin iç ve dış savaşları davet eden tehlikeli yönelişlerine ve cumhuriyet yıkıcılığına karşı muhalefetin bugünkü mihenk noktası, Yurtta Barış Dünyada Barış ilkesini savunan bir muhalefet cephesinin acilen kurulması olabilir. Rejimin ülke içinde ve dışında savaş yanlısı siyasete sığınması, bu siyasetin iplerinin ise emperyalizmin elinde olması, kurulması gereken cephenin temel ilkelerinin birincisi barış, ikincisi anti-emperyalizm olmasını gerektiriyor.

Barış hareketinin örgütlenmesinin güncelliği ve barış mücadelesinin anti-emperyalist ve anti-şoven temelleri üzerinde duran üç yazımız geçen haftalarda yayınlanmıştı. Yeni bir barış hareketinin örgütlenmesi konusundaki çağrımızı dile getirmeden önce, bu yazılarda dile getirdiğimiz yaklaşımları aşağıda yeniden ve bir arada aktarıyoruz.

YAKLAŞAN SAVAŞ TEHLİKESİ VE BARIŞI SAVUNMAK İÇİN GÖREVLERİMİZ

Yakın coğrafyada fırtına bulutları birikiyor. Hava geçen yüzyılın dünya savaşları öncesi günlerindeki gibi barut kokuyor. Kapitalizmin büyük ve derin küresel krizinin ekonomik ve toplumsal arka planı üzerinde, savaş siyaseti ve söylemleri emperyalizmin yönetici çevrelerinde güç kazanıyor, silahlanma ve ön muharebeler tırmanıyor. Son on yılın Irak ve Afganistan, Bahreyn işgalleri, Lübnan, Libya ve Gürcistan muharebeleri, Pakistan, Kıbrıs, Yemen ve Türkiye’deki siyasal gelişmelerin yüksek gerilimli iç çatışmalar boyutuna yükselmesi, işgal altındaki Irak’ta, işgal güçleri tarafından bölünmüş Kore’de, Sudan ve Somali’de, Orta Asya ülkelerinde tırmanan çatışmalar, Sudan’ın emperyalizmin gözetiminde bölünmesi, Suriye’ye ve İran’a yönelen güncel tehdit, yaklaşan genel ve büyük bir savaş tehlikesinin habercileri olarak görülmelidir.

Türkiye yaklaşan savaş tehlikesinin merkezinde bulunuyor. Sadece coğrafi nedenlerle değil, aynı zamanda Türkiye üzerinde gelişen emperyalist paylaşım ve denetim çabalarının ülkemizin iç siyasetinin belirleyici bir unsuruna dönüşmesi nedeniyle de bu böyledir. Türkiye burjuvazisinin emperyalizmin vesayetinde yeniden yapılanması ve emperyalist sermayenin bölgesel hatta küresel hesaplarına kendisiyle birlikte ülke ve bölge halklarının kaderini teslim etmesi bu sürecin bir parçasıdır.

Büyüyen savaş tehlikesi bölge halk güçlerine saflaşma zorunluluğunu dayatıyor. Batı emperyalizminin saldırgan güçleri, ABD, NATO, AB, İsrail, Suudi Arabistan gibi mihrakların askeri ve politik güçleriyle temsil ettikleri eksen, yaklaşan savaşın esas kaynağıdır. Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, İran, Suriye, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Venezuela, Küba gibi ülkeler, savaş tehdidinin kısa ve uzun erimli hedefleri arasında yer alıyor. Rusya, Çin, Almanya gibi büyük güçler, saldırgan Batı emperyalizminin savaş tehdidi karşısında pazarlık yapan, fren olmaya çalışan ve kendi çıkarlarını korumaya gayret eden bir politik yönelimi geliştiriyor. Halk güçlerinin çıkarlarını savunan barış hareketi, uluslararası işçi sınıfı hareketi, ezilen halklar, yaşanan saflaşmada Batı karşıtı eksen etrafında güç yığınağı oluşturarak Batı emperyalizminin eşitsiz askeri güç üstünlüğünü dengeleme siyaseti izliyor.

Savaş tehlikesinin büyümesine, Orta-Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında, Akdeniz havzasında, Avrupa ülkelerinde  emekçilerin kitlesel mücadelelerinin büyümesi eşlik ediyor. Arap ülkelerinde ve bazı Avrupa ülkelerinde yer yer kitlesel gösterilere ve halk ayaklanmalarına dönüşen bu hareketlilik, henüz emperyalizme ve savaşa karşı belirgin bir saf tutuşu temsil etmiyor, yer yer Amerikancı İslamcı hareketin, neo-nazilerin, anarşist başıbozukluğun, küçük burjuva milliyetçiliğinin izlerini taşıyor, bu niteliğiyle de zaman zaman emperyalist mihrakların denetlemesine ve siyasal tertiplerine açık özellikler taşıyor. Bununla birlikte, son örnekleri İspanya, Yunanistan, İngiltere, İsrail ve Mısır’da görülen ve gençliğin, kent yoksullarının, işçi sınıfının başkaldırılarına tanık olunan gelişmelerin sürükleyicisi halk güçleri, demokratik toplumsal hak taleplerini emperyalizme karşı mücadeleyle birleştirebildiği ölçüde, bu sakıncalar aşılabilecektir.

Güncel durumda bunun koşulu, Batı emperyalizmi kaynaklı savaş tehdidine karşı mücadelede saf tutmaktır. Türkiye’de aynı safta yer alması gereken ancak birbirinden uzak durmayı seçen, birbiriyle çatışan ve birbirini güçten düşüren halk güçleri (cumhuriyetçi, yurtsever küçük-burjuva grup ve çevreler, Kemalist akım, Kürt ulusal-devrimci hareketi),  tekil mücadeleler içinde enerjisini tüketen ve büyük resmi gözden kaçıran işçi hareketi, kendi dar gündemine hapsolmuş ekolojik- hareket, köylü eylemleri, öğrenci hareketi, yaklaşan savaş tehlikesine ve savaşın esas kaynağı Batı-emperyalizmi eksenine karşı birleşmek zorundadır. İki önemli güncel konu, bu birleşmeye vesile olabilir: Kürt ulusal devrimci hareketini imha etmeye yönelik girişimleri önlemek ve Suriye-İran’a karşı Türk Ordusu eliyle emperyalizm hesabına girişilecek bir işgal savaşını engellemek!

Sosyalist hareket, ilerici yurtsever güçler, Kürt ulusal demokratik hareketi, Kemalist grup ve çevreler, cumhuriyetçi güçler, bir araya gelerek ortak bir cephe oluşturabilirse, silahlarının namlusunu doğrultacağı mücadele hedeflerini “Batı-emperyalizmi” olarak ifade edebilirse, bölgedeki saflaşmalarda Batı eksenine karşı İran-Suriye-Rusya-Çin ekseninde oluşan güç yığınağını dikkate alarak birleşebilirse, yaklaşan savaş tehlikesini önlemek mümkün olacaktır.


ANTİ-EMPERYALİST SAFLARIN BİRLEŞMESİ İHTİYACI
Geç kapitalizmin son yıllarının genel görünümü, emperyalizmin dizginlerinden boşanmış bir saldırganlık, savaşa dayalı yayılmacılık ve ekonomik buhranlarla içiçe geçmiş kutuplaşmalar ekseninde kızışan paylaşım çatışmalarıyla belirleniyor. Kapitalizmin büyük patronu ABD, Bush döneminde dış politikasına damgasını vuran yayılmacı, stratejik bölgeleri egemenliği altına almayı amaçlayan ve çok taraflı uluslararası hukuka dayanan mutabakat yerine tek taraflı güce dayanan bir çizgiyi dayatıyordu. AB içinde öne çıkan Fransa-Almanya mihveri, Rusya, Çin gibi büyük güçler de görünüşte farklı ama özünde benzer bir dış politikayı daha sinsi biçimlerde izliyor. Nihayet Türkiye, Gürcistan ve Polonya gibi ikinci dereceden aktörler de emperyalist kutuplara yanaşma yarışında aynı dış politikaların dümen suyunda yol alıyor. Emperyalist devletlerin ve dümen suyundaki işbirlikçilerinin son dönem dış politikaları, Balkan, Kafkas, Ortadoğu ve Asya halklarına kan ve gözyaşı ile bedel ödetiyor.

Solda özellikle liberalizmin etki alanındaki çevrelerde son zamanlara dek yaygın olarak paylaşılan ve savunulan bir analiz, yürürlükteki emperyalist dış politikayı ABD’de yönetimi ele geçirdiği varsayılan ve Bush-Cheney ikilisinde temsil edilen bir “çete” ile ilişkilendiriyordu. Bu analizin bir uzantısı olarak Türkiye’de de emperyalist saldırganlığın işbirlikçisi olarak tebarüz eden AKP hükümeti, ülkeyi emperyalist bir savaşa sürüklemenin başlıca sorumlusu olarak gösteriliyordu.

Bu analizin başlıca handikapı, emperyalist savaş taraftarlığının, ABD’de olsun Türkiye’de olsun, egemen sınıfta ve temsilcisi olan politik-askeri zümrede yatan çıkar ve mutabakat ortaklığını gözardı etmesidir. Kapitalist sistem içinde İkinci Büyük Savaş sonrası elde ettiği ekonomik hegemonya ile kıyaslandığında bugün aslında daha geri bir ekonomik konum işgal eden ABD’de yönetici sınıfın askeri-siyasal gücüne yaslanarak olası rakiplerine karşı emperyalist paylaşım emellerini korumak ve geliştirmek istemesi doğrultusunda stratejik bir mutabakata sahip olduğu gözlerden kaçmıyor. Türkiye’yi yönetenlerin kah acze düşmüş devletlerin ve halkların başı üstünde uçuşan bir akbaba rolüne soyunarak, kah sille yemiş, köşeye sıkışmış veya yere düşmüş mağdur komşularına yardım ediyor pozları atarak bu emperyalist stratejiyle ortaklığı gözetmesi ise, Türkiye’deki egemen büyük sermaye sınıfının ve temsilcisi askeri-siyasal zümrenin görünüşteki gergin ve çatışmalı ilişkilerinin arka planında, çıkar ortaklığına dayanan bir mutabakat sağlandığına ve AKP hükümetini aşan bir sınır-ötesi role soyunduğuna işaret ediyor. Rolün önde gelen adayı AKP’dir ancak başta Ordu üst bürokrasisi olmak üzere diğer adayların da yedek kulübesinde ısındırıldıkları ve sahaya ABD adına çıkmak için can attıkları bellidir. Yedeklerin tımar edilmesi ve hizaya getirilmesi ise bu gibi işlerde adetten olmaktadır.

İnşaat şirketleri, projelerini hayata geçirirken malzeme, işçiler gibi lojistik ihtiyaçları için bir şantiye alanına ihtiyaç duyar. Benzer biçimde devletler de büyük askeri operasyonlar için elverişli bir harekat üssüne ihtiyaç duyar. Napoleon Bonaparte’ın feodalizmi yıkan Fransız burjuvazisi adına Doğu Avrupa, Rusya ve Doğu Akdeniz seferlerine hazırlanırken harekat alanı olarak henüz ulusal birliğini sağlamamış İtalya’yı seçtiği bilinir. Orta ve Doğu Avrupa’ya ve Akdeniz’e açılan konumuyla İtalya, 1800’lerin başında Napoleon Bonaparte’ın sefer harekat alanı olarak hedef alınmış, Fransız orduları Roma üzerine yürüyerek İtalya’yı işgal etmiştir.

Büyük sermaye şirketlerinin ve orduların kolkola büyüyen “sınır ötesi rolleri”, ABD ile Türkiye’nin sıkça sözü edilen “stratejik ortaklığının” maddi temelidir. Bu temel, dünyayı ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu yakın bölgeleri devasa yıkımların eşiğine getirmeye adaydır. Türkiye, İran üzerinden Asya seferine hazırlanan ABD emperyalizminin işgal şantiyesi ve harekat alanı olarak hedeftedir. Bu koşullarda, emperyalizme karşı devrimci bir başkaldırıyı hedefleyecek örgütlü bir barış hareketinin inşa edilmesi her zamankinden fazla önem ve aciliyet kazanmaktadır.

Bugün ittifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikalar, tutarlı bir barış hareketine olan ihtiyacın önünde engel olarak dikilmektedir. Bu yanlış politikaların bir yanında, Kürt ulusal demokratik hareketinin belirleyiciliği altındaki lafta barış söylemli siyaset bulunuyor. PKK siyasetinde ve kuyrukçularında ifadesini bulan bu yanlış çizgi, barış siyasetini emperyalist büyük güçlerin hakemliğine emanet etmeye meylediyor, Kürt ulusal demokratik hareketinin esas hasmını Türk Arap ve İran halkları ve devletleri düzleminde tanımlıyor, Batı emperyalizminin ana mihraklarını potansiyel veya fiili müttefik gibi değerlendiriyor. Emperyalist güçlerin ve NATO’nun himayesinde barış siyaseti izlenemeyeceği, emperyalist güçlere karşı dünya halklarıyla birleşmeyi gözetmeyen bir halkın kendi geleceğini belirleme hakkından vazgeçmiş sayılacağı, kendi ayağına kurşun sıkmış olacağı aşikardır. Orta-Doğu coğrafyasında halkların özgürlüğü emperyalizme karşı komşu halklarla birleşmekten geçer. Silahının namlusunu birbirine yükseltenlere karşı çağrımız, “silahlarınızın namlusunu emperyalist güçlere doğrultun!” olmalıdır.

İttifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikaların diğer yanında, Türk devleti yanında saf tutan ve kürt-düşmanı şoven-milliyetçi siyaseti sürdüren lafta anti-emperyalist söylemli siyaset bulunuyor. Kürt ulusal-demokratik hareketine karşı saldırgan ve şoven bir çizgiyi savunan bu siyasetin destekçileri arasında Düzen Partisi’nin Kemalist kalıntıları, milliyetçi-faşist ordu ve devlet bürokrasisi temsilcileri, MHP, DSP, CHP unsurları bulunuyor. Emperyalizme yaranma ve büyük güçlerle ortaklık arayışı çabalarında Kürt ulusal-demokratik hareketi ile rekabeti esas alan Düzen Partisi bu nedenle anti-emperyalist bir ittifak siyasetinin ve bu siyasetin kaçınılmaz gereği olan adil ve demokratik bir barış hareketinin önünde engeldir. Düzen Partisi güçleriyle ittifak arayışından vazgeçemeyen ve Türk-şoven-milliyetçiliğinin yedeğine düşen İşçi Partisi, bu siyasetin bukağısını  parçalamadığı sürece aynı engelin bir parçası olarak kalacaktır.

İttifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikaların bir başka köşesinde ise, işçi hareketi, demokrasi güçleri ve Türkiye sosyalist hareketi yer alıyor. Sendikalar ve işçi hareketi gündelik öz çıkarlarının savunulması düzleminde bile olsa (kıdem tazminatlarının gasbedilmesi, sendikal hakların baskı altına alınması vs.) emperyalizme karşı saf tutma bilincinden uzak gözüküyor. Demokrasi güçleri (işçi sınıfı, küçük-burjuvazi, ordu orta alt kademeleri) anti-emperyalist safların birliği ve hedefleri konusunda berraklıktan uzak gözüküyor. Türkiye sosyalist hareketinin bugün için ağırlıklı unsurları da (TKP, ÖDP, EMEP, Halkevleri, BDP etrafındaki unsurlar vs.) emperyalizme karşı bir ittifak cephesinin kurulması için gerekli siyasal hedef ve ilkelerden (ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı, NATO, AB, ABD karşıtı tutum vs.) uzak gözüküyor.

Anti-emperyalist safları birleştirme zorunluluğu tutarlı bir barış hareketine olan ihtiyacın gerçeğe dönüşmesinin temel koşuludur.

FÜZE KALKANI: KİME NEDEN KALKAN OLACAK?

NATO Lizbon zirvesinde resmiyet kazanan “Füze Kalkanı” projesi, NATO’nun sözünden çıkmamayı düstur bellemiş Türk hükümeti tarafından uygulamaya sokuluyor. Türkiye’nin doğu bölgesine kurulacağı açıklanan “Füze Kalkanı”nın İran’dan ateşlenecek güdümlü füzelere karşı bir erken uyarı sistemi olarak tasarlanmış radar sistemini kapsadığı biliniyor. Bu NATO projesinin öbür ayağı ise, İran füzelerini ateşlendikten sonra havada vurması tasarlanan ve şimdilik Romanya’da ve seyyar NATO savaş gemilerinde konumlanacağı belirtilen füzesavar füzelerden oluşuyor. NATO savaş gemilerinin Karadeniz ve Doğu Akdeniz sularında bulunacağı da belirtiliyor.

Bu askeri projenin İran füzeleri dışında başka hedefleri de olabileceği, Irak’tan bu yıl sonunda çekilerek Güney Doğu Anadolu’da konumlanması öngörülen ABD askeri birliklerinin kışkırtılması mümkün bir Türk-Kürt iç savaşına müdahil olması durumunda olası hava saldırılarına karşı korumayı veya İran ile ittifak kurabilecek bölge ülkelerini de caydırmayı amaçladığı söyleniyor. İran’ın askeri savunma gücünü kırmayı ve yalıtmayı amaçlayan NATO kalkanının, bölgede olası merkezkaç gelişmeleri engellemek gibi niyetleri de temsil ettiği görüşü de yaygın olarak paylaşılıyor. Emperyalist güçlerin İran’a yönelik geniş çaplı bir askeri saldırıya girişmeleri durumunda, NATO Füze Kalkanı’nın, İran’ın mukabele yeteneğini kırmak, Orta-Doğu havzasındaki askeri hedefleri vurma kapasitesini sınırlamak gibi bir işleve sahip olacağı tahmin ediliyor. İran envanterindeki füzelerin 2000-2500 km. dolayında olduğu düşünülen menzili, Orta-Doğu coğrafyasının ötesini kapsamıyor. Dolayısıyla, Füze Kalkanı projesinin savunma değeri, aslında Türkiye haricindeki NATO üyeleri açısından pratik bir öneme sahip değildir. NATO üyesi olmayan ama Batı emperyalizminin bölgedeki çıkar ortakları ve işbirlikçileri arasında yer alan Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, İsrail, Kuzey Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi ve Gürcistan topraklarını kapsayan bir coğrafya açısından ise olası bir İran füze saldırısının hedefi olarak kurgulandıkları ölçüde pratik bir savunma değerine sahip olduğu düşünülebilir. Afganistan ve Irak’daki emperyalist işgal güçleri ve askeri üsleri açısından veya yakın coğrafyalarda emperyalist saldırganlığa sıçrama tahtası oluşturan Türkiye’deki İncirlik ve Kıbrıs’taki Akrotiri ve Dikelya gibi askeri üsler açısından da Füze Kalkanı’nın bir savunma değeri olduğundan sözedilebilir. Şu halde NATO Füze Kalkanı, NATO ülkelerini İran füzelerinin saldırısından korumak için değil, Orta-Doğu’da emperyalist saldırganlığın ve çıkarların temsilcilerine ve unsurlarına karşı İran ve diğer bölge ülkelerinin savunma araçlarını etkisiz kılmak için tasarlanmış ve uygulamaya sokulmuş olması akla yakın gözüküyor.

Orta-Doğu’da İran’a, Suriye’ye hatta Türkiye’ye yönelik askeri tehdit ve emperyalist saldırganlığın kuvveden fiile dönüşmesi olasılığı, Füze Kalkanı’nın politik ve askeri gerekçesini oluşturuyor. Bunun tersi, yani İran’ın bölgedeki emperyalist üslere ve Batı emperyalizminin ortaklarına işbirlikçilerine durup dururken bir füze saldırısına girişmesi olasılığı zaten mantıken mümkün değildir, zira ne İran sermayesinin çıkarları bölgeye yönelik yayılmacı bir tehdidin nesnel temellerine sahiptir, ne de aynı anda birden fazla kendinden güçlü ve saldırgan niyetler taşıdığı bilinen askeri hedeflere saldırmanın askerlik bilimi açısından inandırıcı bir sebebi varsayılabilir.

Nitekim “biz kediye kedi deriz” küstahlığıyla Abdullah Gül’ün NATO Lizbon zirvesindeki zavallı ikiyüzlü kıvırtma manevralarını elinin tersiyle iten Sarkozy’nin açıkça işaret ettiği üzere, NATO Füze Kalkanı projesinin görünür hedef tahtasında  İran halkı bulunuyor.

Füze Kalkanı’nın NATO emir ve komutası altında kurulması, bölge ülkelerini geniş çaplı bir savaşın içine çekebilecek gelişmelerin bölge devletlerinin ve halklarının iradesinden bağımsız olarak NATO tarafından tetiklenebileceği endişesini de ister istemez doğuruyor. Burada Türk hükümetinin tavrı ve konumu, Türkiye’yi bölge halkları aleyhine savaş ve saldırganlık tertiplerinin harekat merkezi haline getiren Batı emperyalizminin bekçi köpekliğine denk düşüyor. Türkiye benzer bir rolü en son 1914 Dünya Savaşı’nda üstlenmişti. Yavuz ve Midilli isimleri takılmış Alman zırhlı gemilerinin (Göben ve Breslau) Alman Genelkurmayı tarafından Karadeniz’de Rus limanlarını bombalamakla görevlendirilmesi, Alman komutanların yönetimindeki Osmanlı ordularının Afrika’dan Asya’ya ve Avrupa’ya çok geniş bir coğrafyada emperyalist paylaşım savaşlarına dahi edilmesinin, bu uğurda milyonlarca Osmanlı devleti uyruğu yoksul köylünün ölümüne yol açtığı, Osmanlı devletinin bu savaşta parçalandığı ve emperyalist büyük devletler tarafından paylaşıldığı, toplumsal belleğimizde hala canlı bir öykü olarak yaşamaktadır. Türkiye halklarının geleceği, 20. yüzyılın başlarında bozulan oyunun bugün aynı coğrafyada bir kez daha bozulmasıyla yazılacaktır.

GÜNCEL GÖREV: YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ KOMİTESİ

Emperyalist güçler tarafından yazılan oyunu bozmanın yolu, yeni bir barış hareketinin acilen inşa edilmesidir.

Yeni barış hareketi, aynı zamanda Türkiye içindeki ve yakın coğrafyadaki komşu halkların anti-emperyalist birleşik mücadele cephesini temsil edecektir. Güncel görevi Suriye ve İran karşıtı savaş ve dış müdahale girişimlerini engellemek olarak tanımlanabilecek bu cephenin kitlesel devrimci bir hareketlenmeye dayanması gerektiği, ülke içinde tırmandırılmak istenen militarist ve şoven rüzgarları göğüslemek zorunda olduğu, cumhuriyetçi, kemalist, sosyalist, devrimci-demokrat ve Kürt ulusal-demokratik hareketinin dayandığı toplumsal dinamikleri hatta emperyalizme karşı duran samimi müslüman kesimleri kapsaması gerektiği kendiliğinden anlaşılabilir. Bu geniş yelpazeyi emperyalizm karşıtlığında birleştirebilecek en güncel ve somut slogan “Yurtta Barış Dünyada Barış” olabilir.

Barış mücadelesinin örgütlenmesi Türkiye’de her zaman sorunlu ve zorluklar içeren bir alan olmuştur. Zorlukların ve sorunların bir bölümü nesnel temellerden kaynaklanmaktadır. Farklı barış siyasetlerinin farklı sınıfsal temelleri olduğu bilinmektedir ve zaten barış hareketi, üzerinde siyasal ve ideolojik hegemonya mücadelesi yürütülmesi gereken bir alandır. Genel olarak pasifizm başlığı altında ele alınan ve barış hareketini düzen içi hedeflere bağlayan, ülke içinde sınıf uzlaşmasını savunan akımın (sosyal demokrat küçük-burjuva ve reformist akımın barış siyaseti tam da budur) barış mücadelesini sınıf mücadelesinin devrimci görevlerinden, emperyalizme karşı mücadeleden, emperyalizmin faşist, şoven, gerici yönelişlerini göğüslemek hedeflerinden yalıtılmış olarak ele aldığı bilinmektedir. Barış siyasetini egemen emperyalist mihrakların şu ya da bu güncel uzlaşma ve ateşkes eğilimlerinin bir parçası sayanlar ise emperyalist barış taraftarlarıdır, emperyalist çıkarların gerektirdiği ölçüde ve belirli dönemeçlerde barış yanlısı gözükmeleri, emperyalist savaş siyasetini tamamlar, onun farklı biçimler altında (diplomatik görünümler kisvesinde) yürütülmesini simgeler. Pasifist barış hareketlerinin, çoğunlukla emperyalist barış siyasetinin toplumsal dayanağını oluşturduğu bilinmektedir. Son olarak, işçi sınıfı sosyalizminin öncülük ettiği barış hareketi ise anti-emperyalist, düzen-dışı ve devrimci kitle hareketlenmelerine dayanan bir akımı temsil eder. İlk Dünya Savaşında “emperyalist savaşı iç savaşa çevirme” sloganıyla devrimci bir barış olanağını zorlayan bu akım, İkinci Dünya Savaşında faşizme karşı demokrasi cephesinin örgütlenmesine öncülük etmiş, 1945 sonrasında ise anti-emperyalist, nükleer silahlanma ve sömürgecilik-karşıtı bir dünya cephesinin kurulmasını gözetmiştir.

Barış siyasetinin farklı ve birbirine zıt nesnel temelleri dışında öznel zorlukları da vardır. Öznelliğin bir yanı, barış siyasetini bir ideolojik siyasal hegemonya mücadelesinin müdahale alanı olarak görmekten kaynaklanmaktadır. Müdahale siyasal öznelerin subjektif yaklaşımlarla bu alan üzerinde tekel kurma çabaları biçiminde anlaşıldığı ölçüde, barış siyaseti bir partinin kol faaliyeti gibi görülebilir. Oysa barış hareketi bir partinin kol faaliyeti olmak bir yana, geniş bir toplumsal temele ve partiler dışı geniş bir cepheleşme zeminine dayanan bir örgütlenmeyi temsil etmelidir. Barış örgütlenmesi bir cephe örgütlenmesidir, partili ve partisiz aydınları ve geniş bir yurttaşlar kitlesini kapsamalıdır.

Bugünkü koşullarda Yurtta Barış Dünyada Barış Komitesi neden doğru ve somut bir slogandır? Birincisi bugün savaşı hem ülke içinde hem ülke dışında yakın ve genel bir tehlike haline sokan gelişmelerin cumhuriyet karşıtlığıyla yakın ilişkisine işaret etmesi nedeniyle bu böyledir. İkincisi ülke içinde barış ihtiyacına işaret etmesi nedeniyle doğru ve somut bir hedefi dile getirmektedir. Üçüncüsü iç ve dış barış arasındaki yakın bağı kurması ve bu bağlantıyı emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele hedeflerine dayandırması nedeniyle haklıdır.

Yurtta Barış sloganının olası bir yanlış okuması hakkında kısa bir saptama burada yeterli olacaktır. Yurtta Barış ülke içinde sınıf uzlaşmasına çağrı değildir ve bugünkü somut koşullarda böyle anlaşılamaz. Yönetici çevrelerin ve büyük sermaye oligarşisinin savaş siyasetine ve emperyalist maceralara kalben ve mide olarak bağlandığı bugünkü Türk kapitalizminde sermaye egemenliğine meydan okumak için en devrimci siyasal talep ve hedeflerden biri olarak yurtta barış, sınıf mücadelesine somut bir davet olarak anlaşılmalıdır. Üstelik bu slogan, Kürt sorununda devrimci bir barış talebini de ifade etmektedir.

Kısacası emperyalizme, sermaye egemenliğine, cumhuriyet yıkıcılığına, kürt inkarcılığına ve İslam istismarcılığına karşı mücadele içinde olan halk güçleri, açısından güncel görev, YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ KOMİTESİ’nde birleşmektir.

TSİP Merkez Komitesi, bu amaca yönelik olarak bir açık çağrı mektubunu önümüzdeki günlerde kamuoyuna ve muhataplarına iletecek ve bu doğrultuda kendi üstüne düşen görevleri üstlenecektir. 

22 Kasım 2011 Salı

MUHALEFET OLMAYAN MUHALEFET ÜZERİNE SİYASAL POLEMİK


KONGRE GİRİŞİMİNİN ELEŞTİRİSİ-1


AKP hoyrat, baskıcı, bonapartist bir polis devletini yerleştirmek üzere son adımları atmaya hazırlanıyor. Siyasette sadece büyük sermaye ve güç sahibi bir oligarşik zümrenin borusunu öttüren, orta sınıf ve tabakaları resmi siyasetten dışlamayı öngören bir rejim elbette cumhuriyet ve demokrasi düşmanlığı çizgilerini çehresinde taşıyacaktır. Tezgahta dokuması süren anayasanın bu totaliter rejimi tarif edeceği ve güvenceye alacağı artık burjuvazinin ara tabakaları gözünde bile anlaşılır oldu. Yeni rejim altında kendisine bir yer bulacağını hayal edenlerin ve gözü hala açılmayanların arasında bir bölüm sol grupları yedeğine almış Kongre Girişimi’nin, Kılıçdaroğlu yönetimi altındaki CHP’nin, Düzen Partisi’nin yenik düşmüş Ordu ve Yargı bürokrasisi kanatlarının bulunması üzerinde özel olarak durmak gerekiyor, çünkü muhalefet boşluğuna müdahale edilmediği takdirde, bu boşluk muhalefetten geriye kalan bütün unsurları içine çekecek bir kara delik olarak siyasal yelpazeyi tamamen yutup yokedecektir.

Yerleşmesi tamamlanan yeni-padişahlık düzeninde tepeden aldığı buyruklarla hareket eden yargı bürokrasisinin, kağıt üzerinde ve sözde bir tarafsızlık görünümünden bile uzaklaştırıldığı bir keyfilik düzenine ayak uydurmakta olduğu, son pürüzlerinden arındırıldığı bu yeni rejimde, avukatların hiyerarşide özel güvenlik görevlilerinin altına düşürüleceği, para karşılığı adalet satacak “Adalet Saraylarında” saray hukukunun keyfi despotizminin hükmedeceği anlaşılıyor.

Ekonomide çalışanların soyulup soğana çevrileceği, çalışma koşulları ve ücretleri üzerinde hiçbir söz hakkına sahip olamayacakları, asgari ücret, çalışma saatleri, emeklilik, kıdem tazminatı gibi konularda son sosyal hak kırıntılarının da yok edileceği bir mutlak kölelik rejimi kapıya gelip dayandı. Eskiden belirli sosyal hak ve ayrıcalıkları bulunan orta sınıf ve tabakalar da (hekimler, eczacılar, avukatlar vs.)  kölelik rejiminin soğuk soluğunu ensesinde hissediyor.

Bu kıskacı tamamlayan yanaşma medyanın, Diyanet ordusunun ideolojik gürültüsünü, Polis Kuvvetlerinin ve Özel Güvenlik Ordularının biber gazı, cop ve kelepçelerini, subay kadrosunun yarısı içeri tıkılan ordunun öbür yarısıyla yeni duruma hızla uyum sağlamasını ise anmaya gerek bulunmuyor. Yeni rejim, mahpushanelerde hükümsüz tutuklu veya hükümlü binlerce mahpusu toplama kamplarına tıkarak yol alıyor. (Bu yazı kaleme alındığı sırada yazar Ragıp Zarakolu ve Prof Büşra Ersanlı  gibi aydınların da KCK operasyonları çerçevesinde tutuklandığı bilgisi gelmişti)

Türkiye’de rejim krizi kavşaklarında sıkça karşılaşıldığı üzere, iktidarı ele geçiren politik-askeri-ekonomik-ideolojik oligarşinin karşısında bir muhalefet boşluğu bulunuyor. Düzen Partisi, bütün hizipleriyle iktidarı ele geçiren yeni oligarşinin işini kolaylaştıran bir örgütsel-politik-ideolojik sefalet sergiliyor. Muhalefet boşluğunu doldurmak ve bütün haşmetiyle sahneye arz-ı endam eden yeni despotları paçasından yakalayıp sahneden alaşağı etmek ister istemez ve sadece komünist sol ve devrimci müttefiklerine kalmış bulunuyor. Ancak komünist sol ve devrimci demokratik müttefikleri dediğimiz cephe, tarihsel koşulların bağıra bağıra muhalefet boşluğunu doldurmaya davet ettiği bugünkü koşullarda, önündeki esas görevi görmezden geliyor, kenarda oynamayı, ayrıntılarla eğlenmeyi, kendi dar gündemlerine hapsolmayı, büyük servet ve güç sahiplerinin kuyruğunda sürüklenmeyi tercih ediyor. Siyasal toplumsal hareketliliğin nihai belirleyicisi emperyalist güçler olduğu sürece, sürüklenmenin emperyalizme göbekten bağlı olanların ipine tutunarak ve emperyalist güçlerin tayin ettiği daire içinde gerçekleştiği anlaşılıyor. Bunun politik dildeki tercümesi ise AKP’nin veya CHP’nin, peşinde sürüklenmektir. Partilerin ve programların tek tipleştiği bu siyasal tımarhane ortamında, herkesin NATO diliyle konuştuğu, herkesin AB yanlısı olduğu, herkesin özelleştirmeleri az çok savunduğu, herkesin ABD’ye yaranma yarışında birbiriyle rekabet ettiği, herkesin biraz Fethullahçı, biraz liberal, biraz İslamcı, biraz “kürt muhibbi” olduğu ve bu büyük mutabakat çerçevesinde AKP’nin bütün iktidarı isteyen despotizmine mırıltılı ve esasa girmeyen itirazlar hariç katlandığı bu F-tipi rejimde, somut ve sahici bir seçenek olarak emekçi kitleler içinde kürsü arayan, homurdanan, yatağını arayan sel suyu gibi dolanıp duran hoşnutsuzluğun karşısına çıkamamış bir muhalefetin artık bir önceki onyılda dillere düşmüş parti-olmayan parti kavramından muhalefet-olmayan muhalefet aşamasına erdiği söylenebilir.

MUHALEFET OLMAYAN MUHALEFET: KONGRE GİRİŞİMİ

Kongre Girişimi olarak isimlendirilen, Blok Partisi veya Çatı Partisi gibi adlar da verilen söz konusu oluşum, 1996’daki ÖDP hareketine benzeyen yöntemlerle, deyim yerindeyse “aşağıdan yukarıya” ve “yerelden merkeze” kurulmak isteniyor. Sözcülerinin ve taraftarlarının ağzından “1. TİP’e benzeyen ya da onu örnek alan bir oluşum”, “Türkleri ve Kürtleri birleştiren bir sol hareket” gibi tarif ediliyor. Çorbanın içinde muhafazakar gerici unsurlar, Süryani papazlar, Gey-Lezbiyen cinsel kimlik temsilcileri vs. eksik değil. Hareketin içindekiler tarafından “medyaya iyi fotoğraf vereceği” söylenen bu marjinaller yelpazesinin, bölünmüşlük (hem etnik temelde hem siyasal hizipleşmeler temelinde ayrışmalar) yüzünden soldan uzak durduğu varsayılan geniş kitlelerin desteğini toplayacağı varsayılıyor.

Kongre Girişimi’nin eleştirilmesi gereken başlıca özelliği mevcut AKP hükümetiyle aynı nehir yatağına akmasıdır. Örgütlenmenin şimndilik farklı eğilimlerin bir koalisyonu biçiminde kurgulanması, berrak bir siyasal çizgi ve net bir program yerine soyut ilkelere ve belirsiz hak beyanlarına dayandırılmış pragmatik bir program çerçeve taslağı ile yetinilmesi, ideolojik politik söylemin aynı post-modern kavram ve tanımlara dayandırılması bunu doğruluyor.

Üç yıldır devam eden hazırlık ve tartışmalar sonrasında örgüt yapısı ve siyasal program konusunda varılan aşama matruşka bebeklerini andırmaktadır. Ortada bir örgüt yoktur ama “girişim”den söz edilmektedir, “girişimi” açtığınızda içinden bir “kongre” çıkacağı müjdelenmektedir. “Kongre”yi açtığınızda ise bir “parti” ile karşılaşmamız vaat edilmektedir, ancak bu sürpriz yumurtalardan hangi partinin nasıl bir örgütün çıkacağı konusunda tam bir post modern bilmeceyle, deyim yerindeyse neo-Kantçı bir kendinde-şey muamması ile yüzyüze olduğumuz anlaşılıyor.                                        

Program ve siyasal çizgi konusunda da benzer bir matruşka bebekleri silsilesi ile karşı karşıya geliyoruz. Girişimin resmi web sayfasında program ve siyasal çizgi adına elimize sunulan tek metin bir taslak olarak ifade edilmektedir. Taslak bir program taslağı bile değildir ve matruşka bebeğini açtığımızda içinden bir çerçeve tanımı çıkıyor, böylece bir çerçeve taslağı metnine ulaştığımızı anlıyoruz. Burada da bitmiyor ve bunun da içine baktığımızda, bu taslak çerçevenin bir programa işaret ettiğini anlıyoruz. Yine aynı neo-kantçı post-modern muamma ile karşı karşıyayız, elimizde matruşka bebekleri içine saklanmış bir örgüt ve buna ait olacağı umulan, yine matruşka bebekleri içine saklanmış bir programın çerçevesinin taslağı bulunmaktadır. Kongre Hareketi, bu taslak metinle sosyalist hareketin sallantılı ve örgütlü mücadele dışına düşmüş, tasfiyecilik güzergahına girmiş kesimlerine olta sallamakta, taslağı başka bir çerçeveye, çerçeveyi de bambaşka bir programa dönüştürme hakkını ve yetkisini elinde bulundurmuş olmaktadır. Zaten örgütsel form olarak da girişimin bir kongreye ve daha sonra da bir partiye dönüşme hakkı muhafaza edilmektedir. Bu kadar belirsizliğin üzerine bir de programın çerçevesinin taslağında her yöne çekilmeye müsait soyut, yuvarlak ve belirsiz hak ve taleplerden söz edilmesi, “sosyalist” gruplardan gelenleri tatmin etmeye yönelik birkaç genel ilkenin ifade edilmesi hiçbir anlam taşımıyor. Kongre Girişiminin örgüt ve program eleştirisinden kendini muaf tutmak istediği, bugünden bazı “sosyalist” unsurlarla beraber yol almak için ihtiyaç duyduğu bazı ilke ve kavramları pragmatik amaçlarla beyan ettiği, tıpkı AKP gibi, tramvay ilerledikçe sonraki duraklarda bu ilke ve kavramları terk edeceğini anlamak için özel bilgi, akıl ve yetenek gerekmiyor.

KONGRE GİRİŞİMİ ÖRGÜTLENMESİNİN POLİTİK İŞLEVİ

Burjuvazinin ideolojik-politik-askeri kurmay heyetini tahkim ettiği, siyasal rejim ve devlet yapılanmasını disipline ettiği, Brüksel’den, Washington’dan, NATO Karargahlarından, AKP Genel Merkezine, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’na,  Özel Görevli Mahkemelere, YÖK’e kadar çeşitli mahfillerde hiyerarşik ve yüksek düzeyde merkezileşmiş bir sınıf savaşı örgütlenmesi kurduğu dikkate alındığında, S. Süreyya Önder’in sevimli ve ağzından bal damlayan belagatli diliyle güzellediği Kongre hareketinin politik amaç ve işlevleri elbette merak konusu olmaktadır. Kongre Girişimi hazırlık toplantılarında konuşulanlar “hiyerarşiyi reddetmek, merkezi yönetim ve kurmay heyeti yerine geçici dönem sözcülerine dayanmak, birbirine göz hizasından bakmak, soğan halkaları misali yatay genişlemek, doğrudan demokrasi” üzerinedir. 1990’larda sosyalist sistemin çöküş yıllarında ideolojik bozgun ve yenilgi ikliminde pek revaçta olan ve ÖDP’de Ufuk Uras’ın dilinde “parti olmayan parti” kavramının altını dolduran bu söylemler, örgütten kaçış ve tasfiyecilik ruh halinin yansımasıydı.

Bugün, örgütten kaçış ve tasfiyecilik rüzgarları estiren ideolojik bozgun ve siyasal yenilgi ikliminin az çok aşıldığı ve bozgun dalgasının önüne yeni örgütsel dalgakıranlar dikilebildiği, işçi sınıfının emperyalizme karşı yeni bir taarruzu için örgütlü siperler arkasında güç biriktirildiği bir dönemde, 1990’lardaki ruh halinin ve politik söylemlerin yeniden ve başka bir cepheden (bu defa Kürt ulusal demokratik hareketi cenahından) zuhur etmesi ilk bakışta paradoks gibi algılanabilir.

Hareketimizin eski yol arkadaşlarından biri, dahil olduğu Kongre Girişimi hakkında yaptığı bir değerlendirmede, hedeflerini “Düzenin küçük iktidarcıklar kurma hastalığından kendimizi kurtarmak” olarak tarif ediyor. Sanki bir parti veya siyasal hareket değil, eski devrimciler için bir psikiyatrik tedavi ve rehabilitasyon merkezi hizmete sokulmaktadır. Eski yol arkadaşımızın son günlerde Kongre Girişimi içinde yaşadığı deneyimlerden öğreniyoruz ki, soğanın halkalarında yer alanlar birbirlerine göz hizasından bakmak yerine kendisinden habersiz bir delege mutabakat listesi hazırlamışlar. Soğan bile söz konusu olduğunda, halkalanmanın bir cücük etrafında geliştiğini unutmuş olan eski yol arkadaşımız şimdi haykırıyor: “Bu kariyerizmdir! Halk düşmanlığıdır!”   

Kongre Girişimi’nin anarko-federalist, gevşek, kendiliğinden hareket zemininde yol alan, belirgin bir siyasal çizgiye angajman içermeyen, belirli bir program ve iktidar hedefi tarif etmeyen örgütsel yapısıyla bir muhalefet boşluğunu doldurmaya aday olmadığı bellidir. O halde Kongre Girişimi hangi politik işlevi yerine getirmeye adaydır?

Bu örgütsel biçim ve işleyişe ilgi duyan bir grup, 12 Eylül sonrası şu veya bu zamanda mülteci statüsüne düşmüş ve yurt dışına sürgüne gitmek zorunda kalmış eski devrimcilerdir. Bunların büyük bölümü, eski örgütsel bağlarını koparmış, hayat tarzlarını değiştirmiş, Avrupa’da sürdürdükleri hayatın konformist biçimiyle sıkı disiplinli örgütlü hayat tarzından kopmak zorunda kalmış, bu nedenle devrimci siyasal hareketten kendilerini emekli etmiş, önderlik ettikleri örgütleri tasfiye etmiş kişilerdir. İdeolojik ve politik olarak eski görüşlerinin haklılığını muhafaza edenleri çok azdır, büyük çoğunluğu ideolojik ve politik bir yılgınlığın damgasını taşırlar. Sürgün yıllarında adım adım tasfiyeciliğe sürüklendikleri halde bunu kendilerine ve çevrelerine bile itiraf edememişlerdir. Bu gruptakilerin önemli bir bölümü, siyasal açıdan pasif ve örgütsüz kalmalarını telafi etmek üzere, PKK’nin ideolojik politik sempatizanı destekçisi durumuna gelmiştir.

Sürgün mültecilerdeki tasfiyecilik eğiliminin ülke içinde de bir uzantısı vardır. Bu grup da yenilgi ve örgütten kopma süreçleri sonrasında ideolojik yılgınlığın ve örgütsel politik tasfiyeciliğin savunucularına dönüşmektedir.

Kongre Girişimi’ne ilgi duyan bir diğer grup, kendi başına anlamlı bir siyasal örgütlenme ve eyleme hayatı boyunca yanaşmamış ama başkalarının örgütlü faaliyetleri üzerinden kendini ifade etmeyi daima risksiz ve zahmetsiz bulmuş troçkist ve anarşizan söylemli gruplardır. Nihayet bir başka grup, siyaseten işçi sınıfı hareketiyle ve bilimsel sosyalizmle doğrudan bağı olmayan marjinal ütopyacı gruplardır (feministler, yeşiller, gey-lezbiyen temsilcileri vs.) Bütün bu gruplarda yer alanların ortak özelliği, angajman gerektirmeyen, örgüt disiplinine bağlılık taşıma zorunluluğu bulunmayan, iktidar hedefi olmayan Kongre Girişimi tarzında gevşek federalist bir çatı altında kendilerini ifade etmektir. Kongre Girişiminin en içteki matruşka bebeğinde nasıl bir sürpriz ile karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Endişemiz odur ki, bütün bu süreç, PKK’nin tasfiyesi ile mahpushanelerden salıverilecek veya yurt dışından ülkeye döndürülecek binlerce eski devrimcinin psikiyatrik rehabilitasyonu amacıyla emperyalist mahfillerde planlanmış bir operasyon olmasın!

DEVAM EDECEK 

9 Kasım 2011 Çarşamba

FÜZE KALKANI: KİME NEDEN KALKAN OLACAK?













NATO Lizbon zirvesinde resmiyet kazanan “Füze Kalkanı” projesi, NATO’nun sözünden çıkmamayı düstur bellemiş Türk hükümeti tarafından uygulamaya sokuluyor. Türkiye’nin doğu bölgesine kurulacağı açıklanan “Füze Kalkanı”nın İran’dan ateşlenecek güdümlü füzelere karşı bir erken uyarı sistemi olarak tasarlanmış radar sistemini kapsadığı biliniyor. Bu NATO projesinin öbür ayağı ise, İran füzelerini ateşlendikten sonra havada vurması tasarlanan ve şimdilik Romanya’da ve seyyar NATO savaş gemilerinde konumlanacağı belirtilen füzesavar füzelerden oluşuyor. NATO savaş gemilerinin Karadeniz ve Doğu Akdeniz sularında bulunacağı da belirtiliyor.

Bu askeri projenin İran füzeleri dışında başka hedefleri de olabileceği, Irak’tan bu yıl sonunda çekilerek Güney Doğu Anadolu’da konumlanması öngörülen ABD askeri birliklerinin kışkırtılması mümkün bir Türk-Kürt iç savaşına müdahil olması durumunda olası hava saldırılarına karşı korumayı veya İran ile ittifak kurabilecek bölge ülkelerini de caydırmayı amaçladığı söyleniyor. İran’ın askeri savunma gücünü kırmayı ve yalıtmayı amaçlayan NATO kalkanının, bölgede olası merkezkaç gelişmeleri engellemek gibi niyetleri de temsil ettiği görüşü de yaygın olarak paylaşılıyor. Emperyalist güçlerin İran’a yönelik geniş çaplı bir askeri saldırıya girişmeleri durumunda, NATO Füze Kalkanı’nın, İran’ın mukabele yeteneğini kırmak, Orta-Doğu havzasındaki askeri hedefleri vurma kapasitesini sınırlamak gibi bir işleve sahip olacağı tahmin ediliyor. İran envanterindeki füzelerin 2000-2500 km. dolayında olduğu düşünülen menzili, Orta-Doğu coğrafyasının ötesini kapsamıyor. Dolayısıyla, Füze Kalkanı projesinin savunma değeri, aslında Türkiye haricindeki NATO üyeleri açısından pratik bir öneme sahip değildir. NATO üyesi olmayan ama Batı emperyalizminin bölgedeki çıkar ortakları ve işbirlikçileri arasında yer alan Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, İsrail, Kuzey Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi ve Gürcistan topraklarını kapsayan bir coğrafya açısından ise olası bir İran füze saldırısının hedefi olarak kurgulandıkları ölçüde pratik bir savunma değerine sahip olduğu düşünülebilir. Afganistan ve Irak’daki emperyalist işgal güçleri ve askeri üsleri açısından veya yakın coğrafyalarda emperyalist saldırganlığa sıçrama tahtası oluşturan Türkiye’deki İncirlik ve Kıbrıs’taki Akrotiri ve Dikelya gibi askeri üsler açısından da Füze Kalkanı’nın bir savunma değeri olduğundan sözedilebilir. Şu halde NATO Füze Kalkanı, NATO ülkelerini İran füzelerinin saldırısından korumak için değil, Orta-Doğu’da emperyalist saldırganlığın ve çıkarların temsilcilerine ve unsurlarına karşı İran ve diğer bölge ülkelerinin savunma araçlarını etkisiz kılmak için tasarlanmış ve uygulamaya sokulmuş olması akla yakın gözüküyor.
 
Orta-Doğu’da İran’a, Suriye’ye hatta Türkiye’ye yönelik askeri tehdit ve emperyalist saldırganlığın kuvveden fiile dönüşmesi olasılığı, Füze Kalkanı’nın politik ve askeri gerekçesini oluşturuyor. Bunun tersi, yani İran’ın bölgedeki emperyalist üslere ve Batı emperyalizminin ortaklarına işbirlikçilerine durup dururken bir füze saldırısına girişmesi olasılığı zaten mantıken mümkün değildir, zira ne İran sermayesinin çıkarları bölgeye yönelik yayılmacı bir tehdidin nesnel temellerine sahiptir, ne de aynı anda birden fazla kendinden güçlü ve saldırgan niyetler taşıdığı bilinen askeri hedeflere saldırmanın askerlik bilimi açısından inandırıcı bir sebebi varsayılabilir.
 
Nitekim “biz kediye kedi deriz” küstahlığıyla Abdullah Gül’ün NATO Lizbon zirvesindeki zavallı ikiyüzlü kıvırtma manevralarını elinin tersiyle iten Sarkozy’nin açıkça işaret ettiği üzere, NATO Füze Kalkanı projesinin görünür hedef tahtasında  İran halkı bulunuyor.
 
Füze Kalkanı’nın NATO emir ve komutası altında kurulması, bölge ülkelerini geniş çaplı bir savaşın içine çekebilecek gelişmelerin bölge devletlerinin ve halklarının iradesinden bağımsız olarak NATO tarafından tetiklenebileceği endişesini de ister istemez doğuruyor. Burada Türk hükümetinin tavrı ve konumu, Türkiye’yi bölge halkları aleyhine savaş ve saldırganlık tertiplerinin harekat merkezi haline getiren Batı emperyalizminin bekçi köpekliğine denk düşüyor. Türkiye benzer bir rolü en son 1914 Dünya Savaşı’nda üstlenmişti. Yavuz ve Midilli isimleri takılmış Alman zırhlı gemilerinin (Göben ve Breslau) Alman Genelkurmayı tarafından Karadeniz’de Rus limanlarını bombalamakla görevlendirilmesi, Alman komutanların yönetimindeki Osmanlı ordularının Afrika’dan Asya’ya ve Avrupa’ya çok geniş bir coğrafyada emperyalist paylaşım savaşlarına dahi edilmesinin, bu uğurda milyonlarca Osmanlı devleti uyruğu yoksul köylünün ölümüne yol açtığı, Osmanlı devletinin bu savaşta parçalandığı ve emperyalist büyük devletler tarafından paylaşıldığı, toplumsal belleğimizde hala canlı bir öykü olarak yaşamaktadır. Türkiye halklarının geleceği, 20. yüzyılın başlarında bozulan oyunun bir kez daha bozulmasıyla yazılacaktır.

7 Kasım 2011 Pazartesi

BAYRAMDA GÖRÜNÜŞ


İlginç bir ülkeyiz vesselam. İşimiz, aşımız, cebimizde paramız, evimizde ısınacak gazımız, kömürümüz yoktur ama kurban kesmek için birbirimizle yarışımıza diyecek yoktur. Bir tarım ülkesiyizdir, en geniş otlaklar bizim ülkemizde vardır ama hayvancılığımız açgözlü vurguncularca çökertilmiş, dışarıdan hayvan dışalımına gider olmuşuz kaç zamandır. Yerli üreticilerimiz ise; kan ağlamakta, hayvan satım yerlerinde besi için giderlerini dile getirerek ne kadar zarar ettiklerini yana yıkıla anlatmaktadırlar. Yetkililerden ise tık yoktur. Bu konuda ortalıkta bir tek CHP Ardahan Milletvekili Ensar Öğüt üreticilerin sorunlarını sınırlı bir şekilde sahiplenmeye çalışmaktadır. Özetle AKP iktidarı ile birlikte ülkemizde tarım ve hayvancılık tam anlamıyla çökertilmiş bulunmaktadır.

Bayramın birinci günü ne sokaklarda gezmek olasıdır, ne özellikle de Marmara Denizi’ne bakmak. Hele televizyon ekranlarında bol bol verilen ve hayvanlara yapılan eziyeti görmek ise hepten yürek yakıcı ve mide bulandırıcıdır. Açık alanlardaki kesim yerleri savaş alanı gibidir. Çoluk çocuk onca vahşet görünümünün ortasında dolaşıp durmaktadırlar. Kimi kurban sahipleri ise çocuklarının büyüyen gözlerine ve korkularına bile aldırış etmeksizin onların alınlarına kurban kanı sürerek bir şeyler yapmaya çalışmaktadırlar ya; ne yaparlar bilinmez.

Yollar yine ana-baba gününe dönmüştür. Sanırsınız ki savaşa girmişiz. Ölenlerin, yaralananların, maddi zararlara uğrayanların sayısı bile belirsizdir. Sevinmesi gerekenlerin evlerine-ocaklarına acı düşmüştür. Bu görüntü hiç değişmez. İnsanlar ne uyarılara aldırırlar, ne de uyulması gereken kurallara uyarlar. Hız yüzünden ve hatalı davranışlardan kaza üstüne kaza yaparlar. Bu yüzden de yollar kan gölüne döner, bizim de her bayram acımıza acı eklenir. Televizyonlarda dinler, gazetelerde okuruz; bu bayram şu kadar kişi yaşamını yitirdi, şu kadar kişi de yaralandı diye.

Bayram öncesi tartışmalara ise diyecek yoktur. Sözde din adamları bir tartışma başlatırlar ki, demeyin gitsin. Sanki bu insanlar ne bu ülkede yaşamaktadırlar ne de olup bitenlerden haberleri vardır. İşsizlik, yoksulluk ülkede kol gezmektedir ama onlar yine de kurbanın kurban olduğu, bu ibadetin de mutlaka yerine getirilmesi gerektiğini vaaz edip dururlar. Öyle ki, bunlar yüzünden, bunların aymaz baskıları yüzünden insanlar borç harç bulup kurban kesmek zorunda kalırlar. Bazı kendini bilir inanç sahibi kimselerse kurban kesmek yerine yardım yapmanın gerekliliği üzerinde görüş belirtirler. İşte bu andan itibaren deprem kopmuştur. Vay sen misin bunu söyleyen, hiç yardım kurbanın yerini tutar mıymış, onun yeri ayrı, bunun yeri ayrıymış. Kurban Allah’a olan borcumuzun yerine getirilmesiymiş ki, kesilmez de yardım yapılırsaymış ibadette yerine getirilmez sayılırmış.

Gerçekten de bu kimselerin aklına şaşmamak olası değil. Kurban olayının bunlar tarihçelerini bile bilmedikleri halde, hurafe ve uyduruk bilgilerle ortaya çıkıp ulemalık taslamaktadırlar. Daha da önemlisi bu hep önemli zatlar olduklarını topluma duyumsatmak için bu yollara başvururlar. Haklıdırlar da. Son zamanlarda AKP iktidarının güç kazanması ile birlikte imamından bilmem kimine kadar toplumun akil adamları olup çıkmışlardır. Bu iktidar ki, neredeyse her ailenin bir aile hekimi olduğu gibi bir imamı olsun diye bile düşünmektedir. Kurban konusunda yürütülen tartışmalara o çok iyi bildiğimiz her türlü rezalet programlarla yığınların kafalarını ütüleyen yalaka basın bir Müslüman, bir Müslüman kesilir ki, bunları tutana aşk olsun. Kanallarına bulup getirdikleri bu tipler “haram” kurban üzerine verirler veriştirirler. Onları dinleyenlerin ise vay hallerine. Çünkü ülkemizde ve diğer kapitalist ülkelerde haram dizboyu iken bu çokbilmişlerin akıllarına bir kez olsun bunlar gelmez bile. Özetle sistemin adamları olup çıkmışlardır. Sesleri de bulundukları yerden ve egemenlerin adına çıkar. Durumun içler acısı halini gören kim dürüst inanç sahibi kimseleri bile bunlar deli dana gibi çiğneyip geçerler.

Sonuç olarak İslam dünyası bir kurban bayramı daha karşılıyor. Ancak görüntü hiç de insanın içine sinecek gibi değildir. Din adına emperyalistlerle işbirliği yapıp ülkelerinin işgaline sebep olanların günah ve sevap üzerine söz söylemeye hakları olabilir mi? Ülke insanlarının açlık ve yoksulluğunu hiç dikkate almadan vaaz edip duranların hiç insanlara olumlu şeyler söyleyebileceğine inanmak olası mıdır? Örneklerimizi çoğaltabiliriz. Ama gerek yoktur. Çünkü görünen köy kılavuz istemeyecek denli meydandadır. Bu çevrelerin de gerçek yüzleri apaçıktır. Dolayısı ile toplumun bunlardan akıl almaları da gerekmez. Hele siyasallaşıp AKP iktidarının hizmetine girenlerden toplumun öğreneceği din adına olmazsa ne adına olursa olsun hiç mi hiçbir şey yoktur.

Bu yüzden; sapkın ve kafalarının içi hurafe dolu kimselerden kimse doğru bir şey öğrenemez.

Bu gerçeği anımsatarak halkımızın güzel günler görmesi dileğini yineliyor, bunun da ancak kendi ellerinizle olabileceğini bir kez daha anımsatıyor, yazımızı Nazım Hikmet’in bir şiiri ile bitiriyoruz.


TÜRKİYE İŞÇİ SINIFINA SELAM

Türkiye işçi sınıfına selam!
Selam yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selam!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günler ellerinizdedir,
haklı günler, güzel günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri



TURGUT KOÇAK (TSİP GENEL BAŞKANI)


YANGINDAN MAL KAÇIRMAK YA DA DİKTATÖRLÜK



Hani birilerinin acelesi vardır ya ona denir ki; “ne acele ediyorsun yangından mal mı kaçırıyorsun.” İşte AKP iktidarı öyle bir iktidar. İşi gücü sürekli yangından mal kaçırmak. Çünkü böylesi işine geliyor. İstiyor ki, üstünde burjuva anlamda da olsa en küçük bir denetim olmasın. Bu yüzden de sık sık kanun hükmünde kararnamelere başvuruyor. Doğrusunu söylemek gerekirse AKP iktidarı ve onun başı Bay Tayyip’i bu denli başına buyruk bırakan evlere şenlik muhalefet partileri olmasa AKP de hiç kuşku yok ki, bu denli pervasız davranamaz.

Bilindiği gibi kanun hükmünde kararname bir iktidar için keyfi davranmanın ta kendisidir. İktidar partisi ister ki, yapacağı her şeyi kolaylıkla yapsın ve hiçbir engelle de karşılaşmasın. Kanun hükmünde kararname tabi ki de AKP ile başlamadı. Ancak AKP bu silahı öyle bir kullanır oldu ki, artık söylenecek söz yok. Oysa bir hükümetin kanun hükmünde kararnamelere başvurması için çok önemli nedenleri olmalıdır. Yani kanun çıkarıncaya kadar geçen süre içinde ülke çok büyük kayıplara uğramalı ya da tehlikelerle karşı karşıya kalmalıdır ki, iktidar kendisine verilen bu hakkı kullansın. Yoksa meclisi devre dışı bırakarak keyfi şekilde ülke idare etsin diye kanun hükmünde kararname çıkarılmaz. Bizler AKP iktidarının başlamasından bu yana bu silahı kullandığına tanık olmaktayız. Mecliste bulunan partilerin ise bu keyfilik karşısında sızlanmanın ötesinde bir şey yapmadıklarını gördükçe de daha bir tepemiz atıyor. Yani AKP iktidarı meclisi devre dışı bırakmış, mecliste bulunan milletvekillerininse bir hükmü de kalmamış varlık nedenleri de. Hal böyleyken AKP iktidarının başını ağrıtacak doğru dürüst bir tepkinin gelmemesi gerçekten de ilginç. Bu yüzden de AKP gidişten memnun habire kanun hükmünde kararnamelere başvurarak ülke yönetmeye devam ediyor. Durum bu merkezdeyken AKP iktidarının, sürenin bitmesine az bir zaman kala bir dizi kanun hükmünde kararname çıkarma yoluna gitmesini gerçekten de iyi okumak gerek.

Bugün mecliste bulunan partilerin AKP iktidarının bu tutumunu önlemeye gücünün yetmediği bir yana gerçekten de AKP iktidarının keyfiliğini ciddi ciddi sorgulamak gerekiyor. Elin oğlu eline almış iktidar gücünü canı nasıl istiyorsa öyle davranıyor. Hem bir düşünün; ülke çıkarları açısından yabancı doktor, hemşire çalıştırmanın bu kadar ne yaşamsallığı olabilir? Ama bu konuda kanun hükmünde kararname çıkarılırken yanında da çok önemli başka kanun hükmünde kararnameler çıkarılarak kamu yönetimi resmen her alanda kadrolaşmaya uygun bir hale getiriliyor. Öğreniyoruz ki, bundan böyle özel sektörden kamu alanına yöneticiler getirilebilecek. Daha bilmem neler neler.

Burjuva iktidarlarının şu ya da bu durumuna bakmaksızın hemen hepsinin bir avuç azınlığın çoğunluk üzerinde diktatörlüğü olduğunu bilmeyen yok. Ancak diktatörlük var, diktatörlük var. Örneğin faşist diktatörlükle parlamenter sistem hiç kuşku yok ki, aynı değildir. Bu yüzden de AKP iktidarını enine boyuna sorgulamak gerekiyor. AKP iktidarı zaten dünya görüşü gereği otoriter ve din ağırlıklı bir yönetimden yana. Ancak aklındaki bu uygulamayı güçler dengesi açısından uygulaması o kadar kolay değil. İşte bu yüzden AKP, adım adım ülkemizde alışılagelmiş burjuva demokratik uygulamaların dışına çıkarak uygulamalara girişiyor. Bütün bunları gerçekleştirirken de karşısındaki güçlerin kendisini önleyecek durumda olup olmadıklarını sınamış oluyor. Tepkiler iktidarını tehlikeye sokacak durumda değilse amaçları doğrultusunda çıtayı sürekli olarak yükseltiyor. Bugüne kadar AKP iktidarının izlediği yol bu.

Kanun hükmünde kararnamelere başvurması da boş değil. Denetimden uzak daha pek çok uygulamaları yerleştirmek için toplumda bir alışkanlık kazandırmak istiyor. Günü geldiğinde de atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacak. Yani diyebiliriz ki, Bay Tayyip Ortadoğu’da kimi liderler için diktatör betimlemesini kullansa da aslında bu betimleme tam da uyguladığı yöntemlere bakılırsa cuk diye kendisi için oturuyor.

AKP iktidarı bugüne kadar hangi kanun hükmünde kararname ile halkın herhangi bir sorununu çözdü? Peki, bu iktidar hangi konularda böylesi bir yola başvuruyor? Uzatmayalım AKP iktidarının girdiği yol tehlikeli bir yol olup eğer bu iktidar zamanında girdiği yoldan döndürülemezse, (çıkarılmak istenen Anayasada dahil) gerçekten de çok geç kalınmış olacak ve ülkemiz için bu aymazlığın bedeli de misliyle ağırlaşacaktır.


TURGUT KOÇAK (TSİP GENEL BAŞKANI)

KESK: HÜKÜMETİ UYARIYORUZ !



"İŞ GÜVENCEMİZLE OYNAMAYI AKLINIZDAN BİLE GEÇİRMEYİN !"


Hükümetin, kamu emekçilerinin çalışma esaslarını doğrudan ilgilendiren tüm konuları, muhatabı olan sendika ve konfederasyonlarla paylaşmak yerine basına sızdırması artık gelenek haline gelmiş bulunuyor.

Son günlerde basına sızdırılan haberlerden, Başbakanlık Devlet Personel Başkanlığı, Maliye Bakanlığı ve diğer kamu kurumu temsilcilerinden oluşturulan bir komisyonun,  kamuda görev yapan tüm kamu emekçileri ile işçilerin “kamu çalışanı” adı altında toplanması için bir süredir hummalı bir çalışma yürüttüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik basına yaptığı açıklamalarda " artık yaşlandığını, emeklilik vaktinin geldiğini” iddia ettiği 657 Sayılı Devlet Görevlileri Kanunu’nun  değiştirilmesi gerektiğini söylemektedir.

Güvencesizlik, Yoksulluk ve Sefalette Eşitlik!

Bilindiği gibi, KESK olarak yıllardır kamu emekçileri ile işçilerin arasındaki ayrımın ortadan kaldırılarak ortak çalışanlar yasası düzenlenmesi gerektiğini savunuyor, bunun mücadelesini veriyoruz. Bu konuda biz kamu emekçileri için vazgeçilmez olan iş güvencemizin korunmasıdır.

Ancak birkaç gündür basına konu olan komisyonun yasa hazırlığı çalışmalarında iş güvencesinden hiç söz edilmemektedir. Bu durum söz konusu komisyonun hummalı çalışmasının kime hizmet edeceğini de göstermektedir. Asıl hedef iş güvencesini ortadan kaldırarak; işçileri ve kamu emekçilerini güvencesizlik, yoksulluk ve sefalette eşitlemektir. Bu hedefi perdelemek isteyen AKP hükümeti her zaman olduğu gibi kamuoyunu etkilemeye dönük hamleler yapmaktadır. Yasa hazırlığı haberlerinde kullanılan “çok çalışan memur çok kazanacak” ifadesi bu hamlelerin en önemli aracıdır.

Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in 657 Sayılı Kanunun değiştirilmesi gerektiği yönündeki açıklamalarının detaylarında da hükümetin asıl amacının kamu emekçileri için vazgeçilmez olan iş güvencesini ortadan kaldırmak olduğu görülmektedir. Yaptıkları yapacaklarının teminatı olan! AKP hükümeti, esnek, güvencesiz ve performansa dayalı bir çalışma statüsünü kamuda hâkim kılmak için elinden geleni ardına koymamaktadır.

Kime Göre “Çok Çalışan Memur”?

Yasa hazırlığına ilişkin haberlerde vitrine çıkarılan “çok çalışan memurun çok kazanacağı” ifadesinin ise hiçbir karşılığı ve anlamı yoktur. Defalarca ifade ettiğimiz gibi ülkemizde nüfusa oranla, 1 kamu emekçisi 40 kişiye hizmet verirken, OECD ülkeleri içerisinde 1 kamu görevlisi ortalama olarak 15 kişiye hizmet vermektedir. Araştırmalar, ülkemizde kamu da görev yapan bir hemşireye karşılık olarak AB ülkelerinde 7 hemşire istihdam edildiğini göstermektedir. Yani ülkemizde bir hemşire, AB ülkelerindeki 7 meslektaşının işini tek başına yapmaktadır.

Türkiye’de çalışan işçilerin ve kamu emekçilerinin haftalık çalışma saatlerinin Avrupa Birliği ülkeleri ortalamasının da, OECD ülkeleri ortalamasının da çok üzerinde olduğu bilinen bir gerçekliktir. Bu uzun çalışma saatlerine rağmen kamu emekçilerinin ortalama 1500 TL’lik maaşla 1000 TL’ye dayanan açlık sınırına yakın bir yaşam sürdüğü de bilinmektedir. OECD ülkeleri içerisinde en çok büyüme gösteren ikinci ülke olmakla övünen AKP hükümeti, çalışma hayatına ilişkin bu istatistikleri bilinçli olarak göz ardı etse de gerçekler ortadadır.

Çok Çalışan Emekçiler Çok Kazansaydı…

Yasa hazırlığı içerisinde olduğu aktarılan performans uygulaması da ülkemizde fiili olarak, özellikle sağlık hizmetleri alanında uzun yıllardır uygulanmaktadır.  Temel amacı kamuoyuna “çok çalışanın daha çok ücret almasının sağlanması” olarak lanse edilen sistem aslında bir yanılsamadan ibarettir. Çünkü performans değerlendirme sisteminde “iş yoğunlaşması” olarak bilinen aşırı ve yoğun çalışma temeldir. Performans değerlendirme sisteminin dünyadaki uygulamaları performansı düşük olanın cezalandırıldığı, performansı yüksek olanlardan ise performansını daha da yükseltmesinin beklendiğini göstermektedir. Sonuçta kriterleri iktidarlar ya da patronlar tarafından belirlenen ve sürekli olarak geliştirilmesi beklenen sistemde “çok kazanmak” tuzağına düşürülen emekçiler, sömürü çarkının dişlileri arasında daha fazla ezilmektedir.
Eğer iddia edildiği gibi çok çalışan emekçiler çok kazansaydı, dünyanın pek çok ülkesindeki meslektaşlarına göre çok daha uzun sürelerde çalıştırılan ülkemizin işçileri ve kamu emekçileri tabiri caizse çoktan ihya olmuştu.

Performans değerlendirmesi sistemi kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesinde de önemli bir rol oynamaktadır. Kamu yararına sağlık hizmeti vermekle görevli olan sağlık kuruluşlarımızın gittikçe birer ticari işletmeye, hastaların müşteriye dönüştürüldüğü bu süreçte performans değerlendirme sisteminin ciddi bir payı vardır.

Kamuda Verimliliğin Ölçütü Nedir?

Kamuda verimlilik performans uygulamalarıyla, işçileri ve kamu emekçilerini yoksulluk ve sefalette eşitlemeye yönelik olarak hazırlanan yasalarla gerçekleştirilemez. Tekellerin, çok uluslu şirketlerin değil, halkın ihtiyaçlarını temel alan kamu hizmetlerinde verimliliğin ölçütü; bu hizmetlerin herkese eşit, ulaşılabilir, nitelikli ve parasız olarak verilmesidir. Hükümetin yapması gereken de iş güvencesini ortadan kaldıran, esnek, performansa dayalı çalışmayı yaygınlaştıran politikalar yerine, kamu yararı ilkesinden hareketle bu yönde düzenlemeleri bir an önce hayata geçirmektir. 

“Yaşlanan ve Emekliliği Gelen” Sadece 657 Sayılı Kanun Değil!

Evet, kamu emekçileri için bir cendere olan 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu yaşlanmıştır, emeklilik vakti gelmiştir. Bir an önce tarihin çöplüğüne atılmalıdır. Ancak tek yaşlanan ve emekliliği gelen 657 Sayılı Kanun değildir. Dokuz yıllık iktidarında tüm emekçilerin aleyhine sayısız düzenlemenin altında imzası olan AKP İktidarının da artık “emeklilik vakti” gelmiştir. Eğer AKP hükümeti bu emekliliğini biraz olsun ertelemek istiyorsa az çok demokratik her ülkede olduğu gibi işçi ve emekçilerin temel hak ve özgürlüklerini genişletmeyi esas almalıdır. Ekonomik büyümeyi emeği ile geçinenlerin sırtından sağlayan hükümet için bu sadece bir görev değil,  aynı zamanda bir zorunluluktur.

Bu güne kadar yaptığı sayısız düzenleme ile hayatımızı gittikçe çekilmez hale getiren AKP iktidarını iş güvencemizi ortadan kaldırmaya dönük adımlar atmayı aklından bile geçirmemesi konusunda uyarıyoruz. Bilinmelidir ki, kamu emekçilerinin böyle bir düzenlemeye cevabı hükümetin tahminlerinin ötesinde olacaktır.

KESK YÜRÜTME KURULU
 
 

İSTANBUL TABİP ODASI AİLE HEKİMLİĞİ UYGULAMASININ 1 YILINI DEĞERLENDİRDİ

BASINA VE KAMUOYUNA AÇIKLAMA

İstanbul’da geçtiğimiz yıl başlatılan Aile Hekimliği Uygulaması değerlendirmesine geçmeden önce Van bölgesinde yaşanan deprem felaketinde yaşamını yitiren Dr. Ramazan Sansur ve Dr. Muammer Yılmaz şahsında, yaşamını yitiren sağlık emekçilerini ve tüm yurttaşlarımızı saygıyla anıyor, yaralılara acil şifalar diliyoruz. Van bölge depremi, yaşananların kader olmadığını hatırlattı ve depreme dayanıklı bina yapımından, sağlık organizasyonuna, doğal çevreden altyapı denetimine kadar sağlıklı bir yaşamın tüm parametrelerini bir kez daha göz önüne serdi. Bu yaklaşımı benimsemeyen ve yüzlerce yurttaşımızın ölümüne neden olan sorumluların ve yetkili idarecilerin hukuk önünde hesap vermelerinin sağlanmasını ve bundan sonra bu gibi afetlere karşı yurttaşının yaşam hakkını koruyan bir kamu yönetimi anlayışının hâkim kılınmasını istiyoruz.

5258 sayılı Aile Hekimliği pilot uygulaması hakkında kanun ve yönetmelikler kapsamında, Düzce’de pilot düzeyde başlatılan uygulamaya, 2010 yılı sonu itibariyle tüm illerde geçilmiştir. Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri’nin yeterli düzeyde sunulamadığı bir kent olan İstanbul’da ise uygulama, 1 Kasım 2010 tarihinde mevcut sistem altüst edilerek apar topar başlatılmıştır.

Sağlıkta Dönüşüm Programı adı altında sağlığı piyasa koşullarına göre yeniden dizayn eden AKP Hükümeti, başta birinci basamak olmak üzere sağlık hizmetlerini özelleştirecek, sağlık çalışanlarını performansa dayalı ve güvencesiz çalıştıracak, sağlığın finansmanını halka yükleyecek bir çalışma düzeni yaratmak için ilk beş yıl ön hazırlıklar yapmış; bu süreçte IMF ve Dünya Bankasından sağlanan program ve finansman imkanlarıyla 2005 yılında Düzce’de Aile Hekimliği uygulamasını başlatmıştır.

Sürecin başlarında Birinci Basamak Sağlık Hizmetlerinin sunulduğu temel birim olan Sağlık Ocakları, bilinçli olarak desteklenmemiş, çalışanlar değersizleştirilmiş, arkasından bir kurtarıcı gibi sistemi düzeltmek adına döner sermaye sistemi kurulmuş, taşeron çalışma biçimi dayatılmıştır. Nihayetinde birinci basamak temel sağlık hizmetlerinin sunulduğu birimler, hekimlerin tamamen kendi imkânlarıyla kurdukları, personelini kendilerinin temin ettiği, her türlü tıbbi donanımını, araç gerecini ve sair giderini kendi karşıladığı, hekim ve hemşireden oluşan iki kişilik bir küçük muayenehane topluluklarına dönüştürülmüştür. İşte bu sistemin adı Aile Hekimliği’dir.

Dünün Sağlık Ocağında çalışan, kamu binalarında, kendi bölgesindeki tüm topluma, ayrımsız, ekibiyle hizmet veren pratisyen hekim, artık tüm giderlerini eksiksiz karşılayacağı kendi küçük muayenehanesinde, bir tek ebe veya hemşiresiyle, kendisine kayıtlı olan aile bireylerinden olsun, olmasın, belli sayıdaki üyelerine kişiye yönelik Birinci Basamak Sağlık Hizmeti verecek Aile Hekimi’ne dönüşmüştür.

Son Bir Yıl İçinde Aile Hekimliği Uygulamasıyla Birlikte İstanbul’da Birinci Basamak Sağlık Hizmetlerinde Neler Yaşanmıştır?

Verilen Birinci Basamak Sağlık Hizmet bilgilerine, hatta niceliksel verilerine yeterince sahip olmayan Sağlık Bakanlığı, İstanbul’da yaşayan nüfusu, TUİK verilerine göre, 3500 kişilik nüfusa bir hekim düşecek biçimde bölmüş, çalışma mekânları, donanım gibi alt yapı hazırlıkları yapılmadan Aile Hekimliğine geçilmiştir. Bir yıl sonrasında yapılan 10. ek hekim yerleştirmelerine rağmen Sultangazi ilçesinde eksik olan 15 Aile Hekimi pozisyonu ihtiyacı karşılanamamıştır. Ayrıca, bazı Aile Sağlığı Merkezleri iptal edilmesine, kalan nüfus bölgedeki hekimlere paylaştırılmasına rağmen bir yılın sonunda henüz sorunların üstesinden gelinememiştir.

Hizmetin Niteliği Değişmiş Midir?

Aile Hekimleri, odalarına hapsedilmiş, daha çok reçete tekrarı yapması özendirilmiş durumdadır. Aile Hekimleri, Birinci Basamak Koruyucu Hizmetlerinin temelini oluşturan bebek izlemleri, gebe izlemleri, eğitimleri, diyabet, yüksek tansiyon gibi kronik hastaların muayene, izlem ve eğitimlerine yeterli zaman ayıramamaktadır. Sağlık Bakanlığı’nın kuracakları Aile Hekimliği sistemiyle, koruyucu sağlık hizmetlerine yeterli zaman ayrılacağı, bütünlüklü, çağdaş birinci basamak sağlık hizmeti sunulacağı ne yazık ki iddia düzeyinde kalmıştır.

Bu sistemin olmazsa olmazı sevk sistemi kurulamamış, ikinci basamaktaki yığılmalar artmış, özellikle hastane acillerinin yükü poliklinik hastalarının başvurusuyla bilimsel olarak kabul edilemez boyutlara ulaşmıştır.

Kendi oturduğu bölgenin dışına çıkan vatandaşlarımız, Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri için başvurduğu Aile Sağlığı Merkezi (ASM)’nden kayıtlı olmadığı için yeterince hizmet alamamaktadır. Aile Hekimliği sisteminde çalışan hekimlerin ücretlerinin kendilerine kayıtlı nüfusa oranlanmış olması gibi hekimliğin doğasına uygun olmayan uygulamalar nedeniyle bu ve benzeri sorunların önümüzdeki dönemde daha da artacağı bilinmelidir.
Aile Sağlığı Merkezleri dört ayrı sınıfa ayrılmış, böylece birinci basamak sağlık hizmet sunumu daha da eşitsiz hale getirilmiştir.

Okul aşılarının kim tarafından, nasıl yapılacağı, Tetanoz aşısının temininde zorluklar, Hepatit B’nin riskli gruplarda yapılmasında yaşanan sıkıntılar, miadı geçmeye yakın Kızamıkçık aşılarının ASM’lere ısrarla verilmesi gibi birçok bağışıklama sorunları yaşanmaktadır. Ayrıca, aşı ile korunabilen hastalıklarla ilgili kamusal kaynaklar giderek daraltılmakta, gelecekte aşı ile önlenebilir hastalıklarda artış olacağından endişe duyulmaktadır.

Seçim öncesi reklam yapıp Aile Hekimliği hizmetlerinden ücret alınmayacağı sözü veren hükümet, seçimden dört ay sonra bütçe açığını gerekçe göstererek muayene başına 3 TL alacağını ilan etmiştir. İsrafı önleme demagojisine dayandırılmaya çalışılan bu tutumun hiçbir bilimsel açıklaması yoktur. Bu yolla SGK açıklarının ya da ilaç giderlerinin düşürüleceğini ileri sürenler gerçekleri çarpıtmaktadır. 3 TL ile başlayan ve 15 TL’ye kadar çıkabilecek olan bu yönelimin giderleri azaltmayacağı yalnızca yönünü vatandaşın cebine doğru değiştireceği birçok ülke deneyimi ile sabittir. Birinci Basamak Sağlık Hizmetlerini özelleştiren, çalışanlarını sözleşmeli hale getiren Sağlık Bakanlığı, birinci basamak temel sağlık hizmetlerini paralı hale getirecek uygulamaların ilkini başlatmıştır. Birinci basamakta reçete ve ilaç başına ek vergi gibi para alınmasının hekimlerle hastaları karşı karşıya getireceği, vatandaşın hizmete ulaşımını engelleyeceği bilinmelidir.

Hizmeti Veren Aile Hekimleri Ve Diğer Sağlık Çalışanları Açısından Durum Nedir?

Sağlıkta Dönüşüm Programı’nda “Sağlık çalışanlarının durumlarını iyileştirmek, bu konuda yapılacak yeniliklerin hareket noktasını oluşturacaktır” diyen Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı yeniliklerin, sağlık çalışanlarının lehine olmadığı görülmektedir.

Aile Hekimliği Uygulamasının temel bileşenlerinden biri olan performans sistemi, ekip ruhunu ve çalışma barışını bozmuş, mesleki bağımsızlığı zedelemiş, iyi ve nitelikli hekimlik yapma ortamını yok etmiştir. Sağlık çalışanları idarenin her geçen gün artan baskıcı tutumuyla, yalnızlık duygusu içinde, hayal kırıklıkları, moral bozukluğu ve gelecek kaygısı ile hizmet sunmaya çalışmaktadır.

· Her gün bir yenisi çıkarılan yönetmeliklerle daraltılan özlük hakları, belirsizlikler, idarenin keyfi uygulamaları, emekliliğe yansımayan ve her geçen gün eriyen ücretler,
· Çalışma barışını bozan performans sistemi ve getirilen performans kesintileri,
· Daha önce sağlık ocaklarında çalışanlar dışında birinci basamağı hiç tanımayan yüzlerce Hekim ve Aile Sağlığı Elemanı
· Tek taraflı dayatılan sözleşme,
· Adeta her yaptığın kabahat misali akıl almaz ceza puanları ve beraberinde uygulanan sözleşme fesihleri,
· Muayenehanesinde çalışan hekimden alınan her türlü vergi ve kesintilere karşın, kamu personeli için uygulanan her türlü yaptırımlara tabi olmak, statüde belirsizlikler,
· Uygulamaya başlarken önceden kamuya ait binalar kullanılırken şimdilerde yaklaşık 100 kamu binasının güçlendirileceği gerekçesiyle boşaltılması ya da onarımının istenmesi, adeta sokağa atılma tehlikesi,
· Sağlık çalışanlarının emeğiyle Sağlık Ocaklarına alınan ya da vatandaşlar tarafından bağışlanan araç gereç ve malzemelerin, Sağlık Bakanlığı tarafından ihale yoluyla fahiş fiyatlarla Aile Hekimleri’ne satılması,
· Çalıştıkları yerin kirasını, stopajını, personel ücretlerini, ısınmasını, sarf malzemelerini karşılayan aile hekimlerine sözde tüm bunları karşılasın diye verilen cari gider tutarının her geçen gün erimesi,
· Hekimi tüccar, hastayı müşteri olarak gösteren, sağlık hizmetlerini piyasalaştıran politikaların kışkırtmasıyla artık olağan hale gelen sözlü ve fiziki şiddet,

Aile hekimlerini tam bir sıkışmışlık duygusu içine itmektedir.

Birinci Basamak Sağlık Hizmeti Verilen Diğer Alanlarında Neler Yaşandı?

Toplum Sağlığı Merkezleri (TSM)’nde çalışan hekim sayısı azalmış, hizmetler geçici görevlendirmelerle yürütülmeye çalışılmış, onlarca kalemden oluşan görevlerin verdiği ağır sorumluluk bu merkezlerde çalışan meslektaşlarımızı yıldırmıştır. Topluma yönelik koruyucu toplum sağlığı hizmetlerini vereceği söylenen Merkezler, her gün değişen bürokratik işlemler, anlamsız şikayetler, denetimler gibi bir çok görevi üstlenmiş ve kısıtlı kadrosuyla yerine getirmeye çalışmaktadır. Bir çok belediye hekiminin aile hekimliğine geçmesiyle birlikte defin ruhsatlarında sıkıntılar yaşanmakta, adli nöbetlere TSM hekimlerinin sayısının az olması nedeniyle ASM hekimleri de dahil edilmektedir.

Verem Savaş Dispanserleri’nde, Aile Hekimliğine geçişle birlikte deneyimli hekim kaybı yaşanmış, hizmetler oldukça sınırlı bir ekiple sürdürülmek zorunda kalınmıştır.

Ana Çocuk Sağlığı Aile Planlaması (AÇSAP) Merkezleri, giderek başta hekim olmak üzere deneyimli kadrosunu kaybetmiş, kurum giderek işlevsiz hale getirilmiştir.

112 Acil yardım Kurtarma Hizmetleri, Aile Hekimliğine geçilmesiyle birlikte kadrolarını kaybetmiş,riskli birim olarak görülmemiş, fiziki koşulları çok kötü hale gelmiştir. sistemin ancak dörtte birinde hekim çalışmaktadır.
Bu günlerde Van bölgesinde yaşadığımız deprem gibi olağandışı koşullarda en fazla ihtiyaç duyulan birinci basmak koruyucu sağlık hizmetlerinin Aile Hekimliği sistemiyle sunulamayacağı ortadadır. Depremden zarar görmüş halka, kendi özel muayenehanesinde tek başına hizmet veren bir hekimle, kamu binasında, her türlü araç gereciyle, ekibiyle birlikte hizmet veren birinci basmak sağlık örgütlenmesini kıyaslamak bile sorunları ortaya koymaya yetecektir.

Birinci basamak sağlık hizmeti verilen binalar kamu tarafından sağlanmalı, çalışma barışını bozan, nitelikli sağlık hizmetlerini, iyi hekimlik pratiğini yok eden performans sisteminden ve ceza puanlarından vazgeçilmelidir. Çalışanların belirsizlikten uzak, geleceğinden kaygı duymadan huzurla hizmet üretebildiği şiddetten arındırılmış bir sağlık ortamı hepimizin hakkıdır. Bizler emekliliğimize yansıyacak, insanca yaşayabileceğimiz güvenceli bir ücret; sürekli mesleki eğitim olanakların sağlandığı, mesleki bağımsızlığının zedelenmediği, bir hekimlik ortamı ve vatandaşa ücretsiz sunulan birinci basamak sağlık hizmeti talebimizi dile getiriyor; birinci basamak sağlık hizmetlerinde yaşanacak olumsuzlukların sorumlusunun Sağlık Bakanlığı olacağını bir kez daha hatırlatıyoruz.

İSTANBUL TABİP ODASI YÖNETİM KURULU