30 Kasım 2010 Salı

GERÇEK OLAMAYACAK KADAR “GÜZEL”

CHP’DE KILIÇDAROĞLU DÖNÜŞÜMÜNE NASIL YAKLAŞILMALI?- 4
1974-80 DÖNEMECİNDEN DERSLER

Yazı dizimize, Kılıçdaroğlu’nun başkanlığı etrafında estirilen CHP rüzgarı hakkında tarihsel hatırlatmalara dayanan uyarılar yapma kaygısıyla başlamış, ilk yazımızda 1920-1923 dönemecinde TKP’nin kurucu kuşağının bağımsızlık savaşının burjuva önderliğine güven duymakla sürüklendiği trajik sonu aktarmış, ikinci yazımızda ise, 1946-1950 dönemecinde likidasyon bataklığında üreyen burjuva-sosyalizmi akımının soldaki etkilerini ele alarak, günümüze dek süren burjuva kuyrukçuluğu geleneğinin çıkış noktasının bu sol-liberal siyaset geleneği olduğunu belirtmiştik. Üçüncü yazımızda 1965-71 dönemecinde ilerici-yurtsever-sol güçler safında iki ana eğilimin varlığından sözedilebileceğini, ilk eğilimin yani burjuva-liberal güçlerin kuyruğunda meşrulaşmayı, kendine rol ve alan açmayı gözeten sağ eğilimin, TİP içinde Aybar tarafından, MDD hareketi içinde ise Mihri Belli öncülüğündeki Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi çizgisi tarafından temsil edildiğini, ikinci eğilimin ise, sol ve devrimci safların burjuvaziden bağımsızlaşması arayışını gözettiğini, TİP içinde Boran-Aren öncülüğündeki Emek Dergisi çizgisi tarafından ve MDD hareketi içinde ise Mahir Çayan öncülüğündeki Dev-Genç ile THKP-C oluşumu ve Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan öncülüğündeki THKO oluşumu tarafından temsil edildiğini belirtmiştik. Kendi aralarındaki bölünmelerin giderilmesi için ve burjuvazinin etkisinden ideolojik-politik-örgütsel olarak bağımsızlaşmanın tamamlanması için katedilmesi gereken mesafenin henüz tamamlanmadığı ve o gün için bir süre daha ayrı kanallardan akmaya devam etmesinin kaçınılmaz olduğu koşullarda, sosyalist gelenek ve sosyalist esinli devrimci demokrat damar, göğüslemeye hazır olmadığı erken bir çatışmaya zorlanmıştı. THKP-C ve THKO “gökyüzüne karşı ayaklanmaya” mecbur kalmış, TİP ve DDKO susturulmuş ve esir alınmıştı. Yenilginin, burjuvazinin ideolojik ve politik vesayetinden ve örgütsel denetiminden bağımsız bir hareketi, hem ideolojik olarak hem politik olarak hem de örgütsel olarak bağımsız bir hareketi oluşturma ve sürdürme ihtiyacının netleşmesini davet ettiğinin altını çizmiş, bu ihtiyacın örgütsel bağımsızlık güvencelerine dayandırılmasını, hareketimizin devrimci-demokrat ve geleneksel sosyalist damarlarının birliği zemininde işçi sınıfı hareketi içinde kök salmasının esas alındığı bir siyasal arayışı doğurduğunu aktarmış, bu arayışın 1965-71 dönemecinin siyasal mirasını ve bunlardan türeyen dersleri 12 Mart sonrasına devreden başlıca kanal olarak hareketimizin şekillenmesine kaynaklık ettiğini belirtmiştik. 12 Mart koşullarında oluşmaya başlayan bu çevrelerin, burjuvazinin farklı odaklarının ideolojik-politik-örgütsel belirlemesinden kopmayı esas aldığını, “Sosyalist Parti için Teori Pratik Birliği” dergisi çevresindeki aydınlar arasında ve işçi sınıfı hareketi içinde 12 Mart koşullarında örgütlenen yuvarlarda oluşan  mihrakların hareketimizin başlangıç noktasını oluşturduğunu, burjuva öznelerin peşine takılma siyasetini reddeden, bağımsız bir ideolojik siyasal çizgiyi örgütsel güvencelere kavuşturmayı temel alan, bilimsel sosyalizmi ve işçi sınıfının öncülüğünü esas alan bu çizginin, 16 Haziran 1974’de, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin yasal olarak kuruluşuyla açığa çıktığını hatırlatmıştık. Geçen yazımızın nihai değerlendirmesinde, 1965-71 dönemecinin 1970’lere devrettiği en önemli mirasın, TİP, DDKO,THKP-C, THKO zeminlerinde başlatılmış olan ve burjuvaziden bağımsız bir siyasal çizginin işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist aydınların birleştiği nehir yataklarında hayata geçirilmesinden hareket eden TSİP’in ortaya çıkışı olduğunun altını çizmiştik. Bu yazımızda, burjuva-liberal güçlerin takipçiliğinden sıyrılan hareketimizin bu önemli atılımının derslerini, bu sürecin 1974-80 dönemecindeki sonuçlarını ve etkilerini aktarmaya devam edeceğiz.

1960’larda TİP içinde ve giderek dışında gelişen sosyalist ve devrimci hareketin burjuvaziden bağımsızlaşmayı gözeten öbekleri esas olarak iki ayrı kanaldan ilerleyerek yol alıyordu: İşçi sınıfı siyasal hareketi geleneğinden esinlenen komünist sol ve öğrenci hareketinden, köylü hareketinin halkçı-devrimci geleneklerinden ve Kürt ulusal demokratik akımından beslenen devrimci sol.

TİP yönetimindeki Aybar’ın kişisel liderlik anlayışını öne çıkartan, kolektif örgütlülük ve Leninist öncülük ilkelerine uzak, popülist, milliyetçi, parlamentarist, liberal ve reformist bir ideolojik-siyasal bulamaca dayanan burjuva sosyalizmi, gelişen kitle hareketlerinin gerisinde kalarak etkinliğini ve inandırıcılığını hızla yitirmeye başlamıştı. 1968 Çekoslovakya olayları’nda Aybar’ın anti-sovyet bir tutum takınması, Aybar’cı burjuva sosyalizminin karşısında yer alan TİP içindeki sağlıklı unsurların Behice Boran ve Sadun Aren liderliğinde EMEK dergisi etrafında toparlanmasını ve Aybar’ı TİP yönetiminden uzaklaştırmasını doğuran gelişmeleri hızlandırdı. Ancak TİP liderliğini Aybar ile paylaşan EMEK grubunun, 12 Mart darbesiyle karşılaştığı koşullarda, burjuva sosyalizminin ideolojik siyasal etkilerinden henüz bütünüyle muaf bulunmaması, bilimsel sosyalizm doğrultusundaki evriminin eksikleri ve zaafları, TİP kapatıldığında ve önderleri hapsedildiğinde, bu grubun 12 Mart’a hazırlıksız yakalanmasına, darbeye karşı anlamlı bir toplumsal direnci örgütleyememesine, pasif bir teslimiyete yol açtı.

TİP içindeki burjuva sosyalizminin pasifizmine ve liberal reformist çizgisine olduğu kadar MDD hareketinin sağcı, cunta kuyrukçusu eğilimlerine de başkaldıran devrimci sol akımın geçen yazımızda vurguladığımız burjuvaziden bağımsızlaşma arayışları da, 12 Mart arefesinde ideolojik siyasal evrimini ve örgütsel hazırlıklarını henüz tamamlayamamış olduğu koşullarda, darbecilerin savaş ilanıyla yüzyüze geldi. Devrimci sol akımın iki ana mihrakı “gökyüzüne karşı savaş açmayı” göze aldı, teslim olmadı ama önderlikleri imha edildi. Kürt ulusal demokratik hareketinin Kürt aydınlarından, yoksul köylülerden ve kentli küçük-burjuvaziden beslenen kolları da 12 Mart faşizminin baskı ve terörü altında susturuldu ve sindirildi.

Hareketimizin kökenini oluşturan çevreler de, Aybar’cı  ve MDD’ci burjuva sosyalizminden, burjuva sosyalizminin TİP önderliğindeki EMEK grubunda ve küçük-burjuva devrimciliğinin devrimci sol akımda gözlenen  etkilerinden ayrışmaya başlamış, Sosyalist Parti için Teori-Pratik Birliği Dergisi etrafında siyasal-ideolojik evrimini geliştirmeye koyulmuştu. Hareketimizin çekirdeği, işçi sınıfı içinde oluşturduğu yuvarlar temelinde örgütsel hazırlıklarını olgunlaştırmaya başlamıştı. 12 Mart darbesinin bastırmasıyla bu çabaları yeraltına itilmeye zorlanan hareketimiz mayalanmasını 12 Mart koşullarında sürdürmeye devam etti.

12 Mart faşizminin baskı ve terör siyaseti, komünist sol ve devrimci sol akımın önderlerini imha ederek ve mahpushanelere doldurarak saflarımızda genel bir dağınıklığa ve örgütsüzlüğe yol açtı. Hareketimizin kökenini oluşturan kadroları nisbeten koruyabildiği ve ideolojik siyasal evrimini sürdürebildiği bu dönem, büyük sermayenin ve devletin vesayetinden ideolojik-siyasal-örgütsel olarak bağımsızlaşma eğiliminin hareketimiz etrafında toparlanma eğilimlerini güçlendirdi. İşçi sınıfı hareketinden, marksist-leninist formasyonu olgunlaşan sosyalist aydınlardan, bilimsel sosyalizmin etkisi altındaki Kürt aydınlarından ve devrimcilerinden, tutuklamalardan korunabilmiş TİP kadrolarından ve devrimci sol unsurlardan beslenen hareketimiz, 1974 yılında TSİP’i kurarak yasal siyaset alanına örgütlü müdahale olanağını yakaladı.

12 Mart Faşizmi’nin baskını, burjuvazi açısından aceleci ve apar topar girişilmiş nisbeten plansız ve hazırlıksız bir darbe girişimiydi. Örgütsel ve siyasal gelişimini tamamlayamadan komünist ve devrimci sol akımı bastırmaya ve imha etmeye, ordu içindeki ilerici yurtsever kıpırdanmaları tasfiye etmeye öncelik veren 12 Mart’çılar, burjuvazi içindeki dengelerin elvermemesi nedeniyle parlamentoyu kapatamadı, 1961 Anayasası’nın sağladığı nisbi demokratik hak ve özgürlükleri budamakla yetindi. 12 Eylül’de olduğu gibi kapsamlı bir ideolojik-siyasal saldırıyı ve faşist bir yeni rejim inşasını tam anlamıyla gerçekleştiremedi. Faşizan baskı ve terörle damgalanmış birkaç yılın ardından yükselen toplumsal muhalefetin ve demokrasi mücadelesinin etkisiyle 12 Mart’ın nihai bilançosu, gericileştirilmiş ve tahkim edilmiş bir burjuva demokrasisi oldu. 1973 seçimleriyle birlikte cuntacılar ipleri elinden kaçırdı, istedikleri Cumhurbaşkanı adayı seçilemedi, seçimlerin yapılması engellenemedi ve seçim sonuçlarına ilişkin cunta beklentileri tersyüz oldu.

Sosyalistlerin yasaklar ve baskılar nedeniyle katılamadığı 1973 seçimlerinde, halkın demokrasi ve özgürlük taleplerini kendilerine kanalize ederek oylarını artıran CHP ve MSP işbaşına geldi. 12 Mart’ın basına yönelik kısıtlamalarının gevşemesiyle, örgütlenme ve siyasal faaliyet üzerindeki yasaklarının esnemesiyle birlikte, “Genel Af” talepleri gündeme egemen oldu. Demokrasi mücadelesinin yükselmesi, büyük sermayenin ve siyasi gericiliğin bütün hiziplerinin karşı koyuşuna rağmen 12 Mart’ın hukuk-dışı sonuçlarının iptal edilmesini, zindanların kapılarının aralanmasını, TİP, THKP-C, THKO, DDKO kökenli siyasal tutukluların ve mahkumların özgürleşmesini sağladı. İşçi hareketi DİSK ve TÖB-DER kanalından, ilerici gençlik hareketi İYÖKD ve ADYÖD kanalından, Kürt ulusal demokratik hareketi DDKD ve DHKD kanallarından yeniden canlandı. TSİP, bu kritik dönemde işçilerin sendika seçme hak ve özgürlüklerine ilişkin taleplerine “referandum” kampanyasıyla öncülük etti, öğretmen hareketinin TÖB-DER’de birleşmesine, öğrenci hareketinin İYÖKD ve ADYÖD’de örgütlenerek birleşmesine önderlik yaptı, Viranşehir’de Kürt köylülerin katledilmesini kitlesel bir miting ile protesto etti. TSİP öncülüğünde kurulan GSB, genç çırak ve işçilerin kitlesel biçimde örgütlendiği ve öğrenci-işçi-köylü gençliğin birleştiği Türkiye’nin ilk komsomol tipi gençlik örgütü olarak gençlik hareketinin önüne geçti. 1975’de Türkiye tarihinde uzun yıllar sonra ilk kez işçi sınıfının uluslararası birlik-mücadele-dayanışma günü 1 Mayıs TSİP tarafından kitlesel bir toplantıyla kutlandı.

Toplumsal muhalefetin hızla büyümesi, burjuvazinin gerici siyasal reflekslerini bir defa daha harekete harekete geçirdi. MHP ve Ülkü Ocakları tarafından örgütlenen faşist tedhiş eylemleri, Kıbrıs olayları bahane edilerek tırmandırılan şovenizm ortamında muhalefetin merkezi büyük şehirlerde sıkıyönetim ilanıyla birlikte ve CHP-MSP koalisyon hükümeti devrilerek AP öncülüğünde kurulan Milliyetçi Cephe hükümeti himayesinde hız kazandı. İlerici gençler, işçi önderleri, aydınlar sokak ortasında teker teker vurulmaya başlandı. Sosyalist ve devrimci hareketin 12 Mart koşullarında sürüklendiği dağınıklığın ve örgütsüzlüğün etkisiyle bölünmeler yaşaması, faşist saldırganlığın ve MC hükümetinin tırmandırdığı siyasal gericiliğin karşısında işçi sınıfının merkezi birleşik siyasal otoritesinin kurulmasını güçleştirdi. Bu ortamda şiddetlenen sınıf mücadelesi, siyasal sahnede MC ile CHP arasındaki mücadele görünümüne büründü.

Cezaevinden çıkan Boran ve arkadaşları tarafından kurulan TİP’in, ülke içinde kendi örgütlenme atılımına girişen TKP Dış Bürosu’nun, özgürlüklerine kavuşan THKP-C, THKO, DDKO kadrolarının farklı dergi çevreleri ve dernekler etrafında yeniden bir araya gelme çabaları, çoğu zaman sekter ve hareketin genel gelişmesine zarar veren rekabetçi siyasal çizgilerini derinleştirdi. Dünya Komünist ve İşçi Hareketi’nin yaşamakta olduğu ideolojik ve siyasal bölünmelerin çoğu zaman eksik ve yanlış yorumlanmasına da yaslanan ve buralardan meşruiyet devşirmeye çalışan bu çabaların toplam sonucu, sosyalist ve devrimci hareketin parçalı- kırıklı bir yapıya sahip olması, işçi sınıfı sosyalizminin merkezi bir siyasal otorite oluşturmasını engellemesi, siyasal kadroların tamamının hareketin genel gelişiminin gerisinde kalması oldu. Bu durum, 1977 yılına varıldığında, yüzbinlerce işçiyi 1 Mayıs meydanında toplayabilen, kitlesel gençlik örgütleri çevresinde onbinlerce genci mücadeleye sevkedebilen, eli-sözü ülkenin en ücra köşelerine dek uzanabilen hareketimizin toplumsal açıdan bir dev ama siyasal açıdan bir cüce varlığına sahip olması anlamına geliyordu. İdeolojik ve politik sapmaların kuvvet kazandığı bu dönemde, hareketimizin büyük gövdeleri, faşist saldırganlığın ve MC tarafından temsil edilen siyasal gericiliğin tehdidi altında, burjuvazinin liberal ve demokrat siyasal seçeneklerinin peşine takıldı. TİP ve TKP-Dış Büro CHP takipçiliğini siyaset ilkesi durumuna getirdi. Devrimci Yol CHP mitinglerinde siyasal ifade ve temsil arayışı peşinde koştu. DİSK CHP’nin payandası haline getirildi. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki toplumsal kutuplaşma, politik sahnede temsil edilemedi. Siyasal hareketimizin sürükleyici gövdeleri, kitlelerin kendiliğinden ve geri bilincinin peşinde sürüklenmeye, kendiliğindenliğe övgü yağdırmaya ve bunu siyasal faaliyet saymaya başladı. Sosyalist ve devrimci siyasal mücadele, işçi sınıfının ekonomik hak ve talepler için giriştiği tekil, sınırlı ve kısmi mücadelelere, öğrenci hareketinin faşizme karşı can güvenliği ve akademik demokratik talepler için giriştiği tekil mücadelelere indirgendi. Bunun siyasal karşılığı ise, seçimlerde, siyasal miting ve gösterilerde CHP kuyruğuna takılmak, siyasal mücadeleyi CHP’ye emanet etmek biçiminde kendini gösteriyordu. Sınıf mücadelesini zahiri olarak MC-CHP kutuplaşmasına emanet edenleri sorgulayan işçi sınıfı sosyalizmi, hareketimizin siyasal temsilindeki boşluğu neden dolduramadığımızı soruyor, “Ekonomik-demokratik hareket içindeki etkinlik niçin siyasal planda yoktur?” sorusuna yanıt arıyordu. 1977 yılında bu soruna parmak basan bir İLKE yazısında, “bugün değilse yarın, yarın değilse öbürgün bu sorular sosyal pratik tarafından mutlaka herkese dayatılacaktır” uyarısı yapılıyordu.

İşçi sınıfı sosyalizminin 1977 yılında bu sorgulamaya yanıtı belliydi: “İleri kitleler, tek bir sosyalist siyasal hareketin merkezi etrafında toplanmış olmadığından (böyle bir merkezi otorite bulunmadığından) işçi sınıfının bağımsız politik güçlerinin siyaset arenasındaki durumları zayıftır”.

1970’lerde toplumsal-sınıfsal kutuplaşmanın MC-CHP çatışması görünümüne bürünmesi, hareketimizin devrimci-demokrat-sol eğilimlerinde bu zahiri çatışmayı bir yandan da küçümseme biçiminde algılanıyordu. “Oligarşinin iç çatışması” biçiminde burun kıvrılan ve sivri ucunu faşist tedhişin temsil ettiği siyasal gericilikle mücadelede demokrasi güçlerinin (CHP dahil) birliğini toplumda mücadele halinde olan güçlerden bağımsız ve soyut bir olay gibi görmek yaklaşımını sakatlayan metafizik anlayış, devrimci-demokrat-sol güçleri politika-dışı bir konumu benimsemeye itiyordu. Bunun pratikteki karşılığı, siyasal görevlere yan çizmek, burjuvazinin karşısına bağımsız siyasal bir seçenek olarak çıkmaktan geri durmak, bütün bu gereklerin dayattığı siyasal örgütlenmelerden ve siyasal ittifak ilişkilerinden uzak durmak, siyasetin kapsamını gündelik kendiliğinden hareketin kuyruğunda sınırlı-yerel-tekil görevlere daraltmak oluyordu. CHP ile AP önderliğindeki Milliyetçi Cephe’yi “ikiz kardeş” olarak gören bütün eğilimler, bu partilerin sınıfsal niteliklerini, CHP tabanında temsil edilen küçük-burjuvazinin taleplerini, işçi sınıfı hareketinin CHP üzerindeki etkilerini görmezden geliyor, küçük-burjuva kitlelerin demokratik çıkar ve taleplerini bir siyasal ittifak konusu olarak değerlendirmiyordu. Demokrasi güçlerini birleştirmenin gereğini görmezden gelen bu sekter tavrı pratikte kuyrukçuluk tamamlıyor, siyasal talep ve hedeflerin gerçekleşmesi için yürütülen mücadele aynı CHP’nin politik temsiline emanet ediliyordu.

1970’lerde sosyalist ve devrimci hareketimizin büyük gövdelerinin ortak yanılgısı, burjuvaziden bağımsız bir siyasal örgütlenme ve mücadele çizgisi doğrultusunda birleşmek yerine, siyaseti burjuvazinin demokratik ve liberal seçeneklerine emanet etmek oldu. Sosyalist ve devrimci siyaset, ekonomik-demokratik talepler için yürütülen hareketlerle, sendikal ve gündelik çıkarlar için mücadeleyle, öğrenci hareketlerinin okullarla sınırlı talepleriyle, faşist tedhişe karşı sokakta ve mahallelerde yürütülen tekil mücadelelerle sınırlandı ve daraltıldı, bu mücadelelerin siyasal temsili ve ifadesi burjuvazinin liberal-demokratik temsilcilerine terk edildi. TSİP’in bu dönemde 1979 ara seçimlerinde Kürt ulusal-demokratik hareketiyle ittifak yaparak Siirt, Mardin, Hakkari gibi illerde sağladığı başarı bir yana koyulursa, döneme damgasını vuran ana eğilimler, CHP kuyrukçuluğu, sendikalizm, sekterlik ve sol içi rekabet oldu. Hareketimizin 12 Eylül’de büyük sermayenin ve emperyalizmin kapsamlı ve planlı harekatı karşısında büyük bir yenilgiye uğramasına yol açan başlıca siyasal zaafları da bu eğilimlerden kaynaklanıyordu.   

GELECEK YAZIDA: CHP’DE KILIÇDAROĞLU DÖNEMECİNE NASIL YAKLAŞILMALI?-5
1980-2000 DÖNEMECİNDEN DERSLER

24 Kasım 2010 Çarşamba

KORE HALK ORDUSU GENELKURMAY BİLDİRİSİ

KORE DEMOKRATİK HALK CUMHURİYETİ'NE KARŞI EMPERYALİST PROVOKASYON GİRİŞİMİ PÜSKÜRTÜLDÜ

GHA Haber Merkezi/ KCNA (Pyöngyang)- Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'ne karşı bir süreden beri emperyalist güçler tarafından yürütülen sürekli tatbikatlarla devam eden askeri tehdit, bugün işgalci ABD güçleri himayesindeki Güney Kore kukla rejiminin sınırda gerçekleştirdiği askeri tatbikat sırasında topçu ateşi açılmasıyla yeni bir tırmanma boyutuna sıçradı. Emperyalizmin denetimindeki sermaye medyası, olup bitenleri dünya ve ülkemiz kamuoyuna "Kuzey Kore saldırganlığı" olarak sunmaya özen gösteriyor. Emperyalist saldırganlığın kendisini masum ve savunmada, karşı tarafı haksız ve saldırgan gösterme riyakarlığı iyi biliniyor. Kore Halk Ordusu Genelkurmayı'nın gerçekleri sergileyen açıklamasını aşağıda tam metin olarak ülkemiz kamuoyunun dikkatine sunuyoruz. NATO'nun "Füze Kalkanı" projesinin ön cephesine ülkemizi sürükleyen ve dünya çapında şiddetlenme belirtileri gösteren emperyalist saldırganlık ve savaş tehditlerine karşı, hükümetin ve büyük sermaye medyasının yalan kampanyalarına karşı demokratik ve barışsever kamuoyumuzu uyanıklığa davet ediyoruz.

KORE HALK ORDUSU GENELKURMAY BİLDİRİSİ

Kore Halk Ordusu Genelkurmayı 23 Kasım Salı 2010 günü aşağıdaki bildiriyi yayımlamıştır: 

Güney Kore'deki kukla rejim, Kore yarımadasında gerilimi tırmandıran ve bir saldırı savaşının tatbikatını yürüttüğü Hoguk kod isimli manevralarında, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nin tekrar tekrar yaptığı uyarılara karşın, 23 Kasım günü saat 13:00 sıralarında, Kore'nin Batı Denizindeki Yonphyong Adası yakınlarında Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti karasuları içine çok sayıda topçu atışları yaparak eşi benzeri görülmemiş bir askeri kışkırtmaya başvurmuştur. 

Bahsi geçen askeri provokasyonun amacı, "Kuzey ile sınır çizgisini" savunma görünümü altında uğursuz bir haydutluk girişimidir. Tatbikat manevraları sırasında kukla rejimin donanma gemileri "balıkçı teknelerini çevirme" adı altında defalarca karasularımızı ihlal etmiştir. 

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti devrimci silahlı kuvvetleri, ülke karasularının ihlaline karşı muhafızlık görevini yürüttüğü sırada, kukla rejimin askeri provokasyonuna karşı kararlı bir askeri tepki göstermeyi ve anında güçlü bir fiziksel yanıtla tehdidi göğüslemeyi seçmiştir.

Saldırganlık girişimlerini gerektiğinde ateş açarak acımasızca vurmak, Kore Demokratik Halk Ordusu'nun direniş geleneğinin bir parçasıdır. Güney Kore kukla rejimi, KDHC karasularını 0,001 milimetre bile ihlal etmeye yeltendiği takdirde, KDHC devrimci silahlı kuvvetleri bu girişimleri tereddütsüz ve acımasızca göğüslemeye yönelik askeri önlemleri almaya devam edecektir. 

Kukla rejim, KDHC devrimci silahlı kuvvetlerinin bu ciddi uyarılarının boş laf olmadığını akılda tutmalıdır. 

Kore Batı Denizi'nde Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti tarafından ilan edilmiş karasularımıza ilişkin deniz sınırları, askeri bakımdan dokunulmazdır.

GERÇEK OLAMAYACAK KADAR “GÜZEL”

CHP’DE KILIÇDAROĞLU DÖNÜŞÜMÜNE NASIL YAKLAŞILMALI?- 3

1965-71 DÖNEMECİNDEN DERSLER

Yazı dizimize, Kılıçdaroğlu’nun başkanlığı etrafında estirilen CHP rüzgarı hakkında tarihsel hatırlatmalara dayanan uyarılar yapma kaygısıyla başlamış, ilk yazımızda 1920-1923 dönemecinde TKP’nin kurucu kuşağının bağımsızlık savaşının burjuva önderliğine güven duymakla sürüklendiği trajik sonu aktarmış, ikinci yazımızda ise, 1946-1950 dönemecinde likidasyon bataklığında üreyen burjuva-sosyalizmi akımının soldaki etkilerini ele alarak, günümüze dek süren burjuva kuyrukçuluğu geleneğinin çıkış noktasının bu sol-liberal siyaset geleneği olduğunu belirtmiştik. Üçüncü yazımıza sıra gelene dek, hayat bir kez daha önümüze geçti, Kılıçdaroğlu ve çevresinde oluşan yeni CHP çizgisinin sırları dökülmeye başladı. Yakın tarihin liberal, pro-emperyalist, gericilikle tavizler üzerinden uzlaşma beklentilerini toplumun sol açık kesimlerine yaymayı iş bilen ve gericilikle aynı kulvarda yarışa çıkan bildik CHP politikaları ve bu politikaların bildik yüzleri bir kez daha siyaset sahnesinde arz-ı endam etmeye başladı. Böylece güzel ülkemizin umut verici hareketliliği, daha üçüncü ayında yazı dizimizin politik işlevini aşan bir etkinliğe ulaştı ve Kılıçdaroğlu’nun etrafında şekillendirilmek istenen yeni çizginin sol gösterip sağ vurduğunun anlaşılmasını kolaylaştırdı. CHP tabanında, seçmenler ve örgüt alt kademelerindeki gençler arasında, daha şimdiden, CHP’nin de cumhuriyet düşmanları cephesinin saflarına katılmaya yöneldiği algısı yaygın biçimde tartışılıyor ve hızla yerleşiyor. Bu nedenle, Kılıçdaroğlu meselesini eleştirilerimizin merkezinden çıkarmak, CHP içinde ve dışında pusulasını arayan %42’lik “Hayır Cephesi”ne, ilerici-yurtsever-cumhuriyetçi güçlere aradıkları program ve örgüt birliğini önermenin yollarını aramak, artık birinci önceliğimiz olmalıdır. Bu koşullarda, yazı dizimizin bundan sonraki bölümlerinin Kılıçdaroğlu’nun niyet ve politikalarının sergilenmesinden ziyade sosyalist hareketimizin kadrolarına tarihten dersler aktarma çabası olarak okunması daha yararlı olacaktır. 

1965-71 dönemecinde Türkiye ilerici-yurtsever-sol güçlerini  belirleyen köşe taşları, TİP, DİSK, DEV-GENÇ, THKP-C, THKO, DDKO ve 9 MART CUNTASI, toplumsal-siyasal arka planı ise 27 Mayıs Anayasası’nın olanak verdiği nisbi demokratik ortamda işçi sınıfı hareketinin ve öğrenci eylemlerinin hızlı yükselişi olarak tarif edilebilir. Dönemin dünya koşulları, emperyalist kampın askeri ve siyasal saldırganlığını temsil eden “soğuk savaş” siyasetinin sosyalist sistem tarafından dizginlenip dengelendiği, uluslararası ortamda barış ve yumuşama siyasetinin ağırlık kazandığı, kapitalizmin savaş sonrasındaki 20 yıllık devlet destekli sermaye birikiminin yarattığı görece “refah” ortamının küresel düzeyde tıkanma belirtilerinin çoğaldığı, kapitalist sisteminin çevre ülkelerinde 19. yüzyıldan kalma sömürgecilik biçimlerinin çökmesi sonrasında sömürgecilik kalıntısı rejimlere ve yeni-sömürgeciliğe karşı anti-emperyalist yurtsever devrimci hareketlerin yükseldiği ve sosyalist sistemin çevresinde bir anti-emperyalist rejimler ittifak çemberinin oluştuğu bir sahne üretti. Dünya Devrimci Süreci, bu dünya koşullarında, 1960’lardan başlayarak 20 yıl sürecek bir canlanmaya tanık oldu. Kapitalist ülkelerde canlanan ve yükselen işçi sınıfı hareketleri, ezilen hakların sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı Küba, Vietnam, Filistin dahil geniş Arap coğrafyasında, Afrika’da ve Asya’da peşpeşe gelen başkaldırıları, sosyalist sistemin istikrarlı gelişimiyle sürecin sağlam omurgası haline gelmesi, toplumsal ilerlemenin yelkenlerini dünya çapında bir rüzgarla şişirdi.

50 yıla yakın süren baskı ve sindirme siyasetinin 27 Mayıs 1960 Anayasası’nın sağladığı nisbi özgürlük ve demokrasi ortamında gevşemesiyle birlikte işçi sınıfı hareketinin canlanması, TİP ekseninde sosyalist siyasetin yasal olanaklara kavuşması ve 1965 seçimlerinde %3 oy alarak 15 temsilciyle parlamentoya girmeyi başarması, Türkiye’de taşları yerinden oynatmaya yetti. Sosyalizm, eşitlik, özgürlük, bağımsızlık ve demokrasi fikirleri Trakya’nın ve Anadolu’nun en ücra köylerine kadar yankılanmaya başladı. İlerleme ideallerinin güçlü canlanışıyla birlikte Türkiye halklarının toplumsal hareketlenmesi büyüdü, öğretmenlerin, işçi sınıfının TÖS ve DİSK örneğinde sendikal örgütlenmelerinin kitleselleşmesiyle, topraksız emekçi köylülerin toprak işgalleriyle, öğrenci hareketlerinin hızla anti-emperyalist bir başkaldırıya dönüşerek FKF’den Dev-Genç’e gelişimiyle, Kürt gençliğinin, yoksul köylülerin ve aydınlarının DDKO’da birleşen ulusal uyanışıyla, ordu içinde anti-emperyalist eğilimlerin doğurduğu cunta örgütlenmeleriyle yol aldı.

Hareketimiz bu hızlı uyanış dönemine TKP’nin uzun yıllar süren likidasyonu koşullarında yakalandı. TKP merkezi bir “yurt-dışı büro” çalışmasına indirgenmiş, ülke içindeki TKP kadroları birleşik ve merkezi bir örgütlülükten yoksun kalmıştı. TİP burjuva sosyalizminin, popülizmin, devrimci-demokrat eğilimlerin ve TKP kökenli bilimsel sosyalist unsurların bir bileşimini temsil ediyordu ve toplumsal hareketlenmenin öncülüğünü yapacak merkezi ve tutarlı bir yapıya, bütünlüğe, siyasete sahip değildi. Toplumsal hareketlenmenin hızlı gelişiminin gerisinde kalan TİP bir yandan kendi içinde ayrışmaya zorlanırken, öte yandan ilerici-yurtsever-devrimci toplumsal dinamikleri kapsamaktan uzak düştü.

Bu dönemde, büyük sermaye 27 Mayıs Anayasası’yla oluşan siyasal özgürlükler ortamından rahatsızlık duymaya başladı. Burjuva siyasal ve toplumsal özneler (AP, CHP, TOBB, Genelkurmay) 1961 Anayasası ve yasal mevzuatından duyduğu tedirginliği, bir yandan sokakta resmi ve paramiliter terör ve baskı siyasetini tırmandırarak, bir yandan da 27 Mayıs sonrasında tanınmış hak ve özgürlükleri budamaya yönelik girişimleriyle dışa vurdu.

1965-71 dönemecinde, ilerici sol güçler safında başlangıçta iki eğilim ayrıştı. TİP’i merkeze alan ve burjuva sosyalizminin reformist ve liberal-sol parlamentarist siyaseti ekseninde örgütlenen güçler birinci eğilimi temsil ediyordu. Gençlik dinamizmine yaslanan MDD hareketi ikinci eğilimi oluşturdu. Her iki eğilimin de ortak yanılgısı, işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız çizgisi ve örgütlenmesi yerine, burjuva siyasetinin farklı eğilimlerinin ve öznelerinin kuyruğuna takılmayı esas almalarıydı. Aybar çizgisi ile TİP önderliği tabandaki işçi sınıfı hareketlenmesinin, sokak hareketlerinin ve gençlik eylemlerinin hızla gerisine düştü. TKP kökenli ülke içi kadroların bir bölümü başlangıçta Aybar etrafında tutum aldı. TİP’in kapsayamadığı gençlik dinamizmi hızla FKF’yi ele geçirir ve Dev-Genç’e dönüştürürken, MDD önderliğinde yer alan başka bazı eski TKP kadroları da bu eğilime destek verdi. MDD hareketine önderlik edenlerin bir bölümü Yön-Devrim dergileri çizgisinde ordu içinde örgütlenen anti-emperyalist askeri cuntaların peşine takılma siyasetini benimsedi. Ancak 1968 Çekoslovakya olaylarının ertesinde, yeni ayrışmalar baş gösterdi. TİP içinde Aybar’ın giderek burjuva-milliyetçi-liberal bir siyasete kaymasından ve antisovyetizm gütmesinden rahatsızlık duyan Aren-Boran ekibi, Aybar ile yollarını ayırarak TİP yönetimini ele geçirdi. Bu ayrışma sonrasında 4. Kongre’de Kürt ulusal sorunuyla ilgili dönemin koşullarında oldukça ileri nitelikte bir kararı da alabilen Aren-Boran ekibi, giderek işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız bir çizgi oluşturmaya aday unsurlarından biri haline gelmeye başladı.

MDD saflarındaki ayrışmalar ise devam etti, sosyalist sistem içindeki saflaşmalara göre tavır belirleyen ve küçük-burjuva milliyetçi çizgilerine denk düşen Maoculuğu gömlek değiştirir gibi benimseyen Perinçek yanlıları dışında, MDD hareketinin ana akımı, gerilla savaşlarını ve halk kurtuluş savaşlarını benimseyen THKP-C ve THKO biçiminde ayrıştı. THKP-C önderliği, Ocak 1971’de yayınladığı “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” bildirgesiyle, THKO önderliği ise 12 Mart muhtırasının hemen sonrasında yayınladığı “Türkiye Devrimi’nin Yolu” bildirgesiyle, 9 Mart cuntası denilen ordu içindeki anti-emperyalist dinamiklerin MDD döneminden beri devam eden ideolojik ve siyasal etkilerinden örgütlerini ve tabanlarını arındırmaya yöneldiler ancak tamamen bağımsızlaştırmaya fırsat bulamadan 12 Mart faşizmi koşullarında imha edildiler.

Toparlamak gerekirse, 1965-71 dönemecinde ilerici-yurtsever-sol güçler safında iki ana eğilimin varlığından sözetmek mümkündü. İlk eğilim, burjuva-liberal güçlerin kuyruğunda meşrulaşmayı, kendine rol ve alan açmayı gözeten sağ eğilim, TİP içinde Aybar tarafından, MDD hareketi içinde ise Mihri Belli öncülüğündeki Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi çizgisi tarafından temsil ediliyordu. İkinci eğilim ise, sol ve devrimci safların burjuvaziden bağımsızlaşması arayışını gözetiyordu, TİP içinde Boran-Aren öncülüğündeki Emek Dergisi çizgisi tarafından ve MDD hareketi içinde ise Mahir Çayan öncülüğündeki Dev-Genç ile THKP-C oluşumu ve Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan öncülüğündeki THKO oluşumu tarafından temsil ediliyordu.

Behice Boran-Sadun Aren grubunun dünya komünist ve işçi hareketinin geleneksel çizgisi ile hiza ayarı yapmasını Çekoslovakya olaylarına dair tartışma ve Kürt sorunu başlığında Marksist-Leninist tezlere yakınlaşması kolaylaştırdı. Aybar’ın anti-sovyetik ve popülist-liberal siyasetine karşı TİP içinde gelişen tepkinin güçlenmesi ve Aybar’cı burjuva sosyalist eğilimin TİP çerçevesinden uzaklaştırılması, TİP 4. Kongresi’nde Kürt sorunu başlığında döneme göre ileri bir tutum benimsenerek Kürt solu ve aydınlarıyla birleşmenin sağlanması bu zeminde gerçekleşti. TKP eski kadrolarından Dr. Hikmet Kıvılcımlı öncülüğündeki gruplaşma ise, derleniş ve birlik çağrılarını işçi sınıfı hareketi içinde tohumlanarak ve Kürt emekçileriyle birleşmeyi gözeterek sürdürüyordu, ancak bu gruplaşma içinde ordudaki sol cuntalaşmaların etkisine karşı yalpalamalar eksik değildi. 

Hareketimizin devrimci-demokrat saflarında ise, burjuva-liberal kamptan ayrışma ve sosyalist esinli bağımsız bir devrimci çizgiye yönelme eğilimi, iki önemli olayla güçlendi: Birincisi Mahir Çayan ve arkadaşlarının “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” bildirgesini yayınlamaları ve THKP-C’yi oluşturmaları, ikincisi  Hüseyin İnan’ın “Türkiye Devrimi’nin Yolu” bildirgesini yayınlayarak THKO’yu oluşturmalarıydı. Her iki çıkış da, burjuva-liberalizminin takipçisi sol anlayışları reddederek burjuvazinin denetiminden çıkmayı gözetiyordu. 

Burjuvazi, sol muhalefetin kendi denetiminden ve kuyruğundan kopmasını hoşgörmedi ve affetmedi. 12 Mart askeri darbesi, ordu içindeki merkezkaç sol unsurları tasfiye etmeye girişirken, esas darbeyi kendi ideolojik-politik etkinliği altındaki ve belki de yer yer örgütsel denetimi altındaki unsurlardan bağımsızlaşma arayışına giren ilerici-yurtsever-sol güçlere indirdi. TİP ve DDKO etrafında gelişen bilimsel sosyalist oluşum TİP’in kapatılmasıyla bastırıldı, Behice Boran ve arkadaşları hapse atıldı, TÖS kapatıldı, DİSK sindirildi. Dr. Hikmet Kıvılcımlı takip altında kalarak yurt-dışına kaçmak zorunda bırakıldı. THKP-C önderliği Kızıldere’de katledildi. THKO liderleri yakalanarak idam edildi. 12 Mart’ta faşist ara rejimin dizginsiz şiddete başvurarak hedef aldığı sol güçler, hareketimizin burjuvaziden bağımsızlaşma arayışını başlatmış sosyalist geleneğini ve devrimci demokrat damarlarını temsil ediyordu. Sermayenin amansız düşmanlığına maruz kalan, önderlikleri hapsedilen ve yok edilen, sol güçlerin işte bu eğilimiydi.

Orduya ve 12 Mart darbesine karşı alınan tavır, 1965-71 dönemecinde işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız çizgisinin şekillenmesinde turnusol kağıdı oldu. Yön-Devrim çizgisindeki Doğan Avcıoğlu’nun ve İlhan Selçuk’un Cumhuriyet gazetesi’nin, MDD kökenli çoğu grupların, Kıvılcımlı yanlısı bazı unsurların ordu içindeki cuntaların peşinde başlangıçta darbeyi desteklemeleri, Dev-Genç ve devrimci-demokrat çevrelerin darbe karşısındaki kararsız ve yalpalayan tutumları, trajik bir yanılgı olarak yakın tarihimizin kaydına geçti.

Kendi aralarındaki bölünmelerin giderilmesi için ve burjuvazinin etkisinden ideolojik-politik-örgütsel olarak bağımsızlaşmanın tamamlanması için katedilmesi gereken mesafenin henüz tamamlanmadığı ve o gün için bir süre daha ayrı kanallardan akmaya devam etmesinin kaçınılmaz olduğu koşullarda, sosyalist gelenek ve sosyalist esinli devrimci demokrat damar, göğüslemeye hazır olmadığı erken bir çatışmaya zorlandı. THKP-C ve THKO “gökyüzüne karşı ayaklanmaya” mecbur kaldı, TİP ve DDKO susturuldu ve esir alındı. Yenilgi, burjuvazinin ideolojik ve politik vesayetinden ve örgütsel denetiminden bağımsız bir hareketi, hem ideolojik olarak hem politik olarak hem de örgütsel olarak bağımsız bir hareketi oluşturma ve sürdürme ihtiyacının netleşmesini davet etti. Bu ihtiyacın örgütsel bağımsızlık güvencelerine dayandırılmasını, hareketimizin devrimci-demokrat ve geleneksel sosyalist damarlarının birliği zemininde işçi sınıfı hareketi içinde kök salmasının esas alındığı bir siyasal arayışı doğurdu. Bu arayış, 1965-71 dönemecinin siyasal mirasını ve bunlardan türeyen dersleri 12 Mart sonrasına devreden başlıca kanal olarak hareketimizin şekillenmesine kaynaklık etti.

Hareketimizin işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız çizgisi temelinde oluşumunun ilk tohumları, ilerici sol saflarda 1965-71 dönemecinde gözlenen ayrışmaların yüzeyi altında örtülü kalmıştı. İlk mayalanmalar, THKP-C ve THKO kökenli gruplarda, TİP içinde Aybar’ın burjuva sosyalizmine, Aydınlık Sosyalist Dergi’ye, MDD hareketi’ne ve TİP içindeki Emek grubuna karşı mesafesini dile getiren çevrelerde şekillendi. 12 Mart koşullarında oluşmaya başlayan bu çevreler, burjuvazinin farklı odaklarının ideolojik-politik-örgütsel belirlemesinden kopmayı esas alıyordu. İlk sayısı Ocak 1971’de 12 Mart muhtırasından üç ay önce yayınlanan “Sosyalist Parti için Teori Pratik Birliği” dergisi çevresindeki aydınlar arasında ve işçi sınıfı hareketi içinde 12 Mart koşullarında örgütlenen yuvarlardan oluşan  mihraklar, hareketimizin başlangıç noktasını oluşturdu. Burjuva öznelerin peşine takılma siyasetini reddeden, bağımsız bir ideolojik siyasal çizgiyi örgütsel güvencelere kavuşturmayı temel alan, bilimsel sosyalizmi ve işçi sınıfının öncülüğünü esas alan bu çizgi, 16 Haziran 1974’de, Türkiye işçi sınıfının yakın tarihimizdeki bu ilk ve hala aşılamamış bağımsız eyleminin 4. Yıldönümünde Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin yasal olarak kuruluşuyla açığa çıktı.

1965-71 dönemecinin 1970’lere devrettiği en önemli miras, TİP, DDKO, THKP-C, THKO zeminlerinde başlatılmış olan ve burjuvaziden bağımsız bir siyasal çizginin işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist aydınların birleştiği nehir yataklarında hayata geçirilmesinden hareket eden TSİP oldu. Burjuva-liberal güçlerin takipçiliğinden sıyrılan hareketimizin bu önemli atılımının dersleri, 1970’ler ve sonrasında öğreticiliğini sürdürüyor.  1970’lerde ve 12 Eylül sonrasında 1980’lerde ve 1990’larda yaşananlara, bugün Kılıçdaroğlu operasyonu sonrasında tanık olunanlara TSİP’i doğuran koşulların ışığında bakmaya gelecek sayımızda devam edeceğiz.

GELECEK YAZIDA: CHP’DE KILIÇDAROĞLU DÖNEMECİNE NASIL YAKLAŞILMALI?-4
1974-1980 DÖNEMECİNDEN DERSLER

22 Kasım 2010 Pazartesi

GERÇEK OLAMAYACAK KADAR “GÜZEL”

CHP’DE KILIÇDAROĞLU DÖNÜŞÜMÜNE NASIL YAKLAŞILMALI?- 2

CHP’de Kılıçdaroğlu’nun başkanlığı etrafında estirilen rüzgar, sosyalist hareketimizin işçi sınıfıyla bağları zayıf ve küçük-burjuva ideolojisinin etkisine açık halkalarında yüzyıla yakın bir süredir tekrarlanagelen yanlışlara bir kez daha kapılma eğilimini besliyor. Bu tehlikeye karşı geçen yüzyılın kritik dönemlerinden tarihsel hatırlatmalar yaparak, tarihsel-toplumsal belleğimizi havalandırmaya başlamış, ilk olarak 1920-1923 dönemecinde TKP’nin kurucu kuşağının bağımsızlık savaşının burjuva önderliğine güven duymakla sürüklendiği trajik sonu ele almıştık. Bu yazıda ise, 1946-1950 dönemecinden çıkarılması gereken dersler üzerinde duracağız.

1945 sonrasında İnönü’nün Milli Şef rejimine karşı gelişen halk muhalefetinin unsurlarından “sosyalist sol”, kısa süren bir yasallaşma döneminin ardından baskı altına alınarak susturulmuştur. Burjuva rejiminin aydın ve işçi sınıfı damarlarıyla birlikte açığa çıkan “sosyalist sol”u ezme ve sindirme politikasının en önemli belirtileri, Tan gazetesi matbaasının 4 Aralık 1946’da CHP hükümeti tarafından sevkedildiği bilinen sokak zorbalarınca basılıp yıkılması, Mayıs ve Haziran 1946’da peşpeşe kurulan Esat Adil Müstecaplıoğlu liderliğindeki Türkiye Sosyalist Partisi’nin (TSP) ve Şefik Hüsnü liderliğindeki Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin (TSEKP) 16 Aralık 1946’da sıkıyönetim tarafından kapatılması, aynı yıl içinde sosyalistlerin öncülük ettiği ve pıtrak gibi gelişen işçi sendikalarının kapatılması olmuştur. Burada önemli bir ayrıntı, Milli Şef rejimine karşı CHP içindeki burjuva-liberal muhalefetinin temsilcisi olarak ortaya çıkan ve 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi oluşturan liderlerden Celal Bayar’ın ve diğer DP liderlerinin bu süreçteki rolü ve tavrıdır.

1945 sonrası süreçte, Milli Şef rejimine karşı gelişen burjuva-liberal muhalefetin bazı sözcülerinin “sosyalist sol”u temsil ettiği varsayılan bazı aydınlarla temas kurduğu ve yan yana gelme olanaklarını araştırdığı, “sosyalist sol” düşüncede olduğu düşünülen bazı aydınların da burjuva-liberal muhalefet ile “demokratik cephe” oluşturma gayesiyle hareket ettiği biliniyor. Bu karşılıklı arayışların tarihsel ve toplumsal koşulları, arayış içindeki öznelerin niyet ve hedefleri bilinmeden, bu sürecin anlaşılması mümkün değildir.

1908-1923 burjuva devrimi sürecinin saltanatın ilgası ve bir cumhuriyet rejimi kuruluşu ile tamamlanması, iki koşulun yerine getirilmesini gerekli kılıyordu: Burjuvazinin farklı kesim ve çıkarlarının farklı partiler tarafından temsil edilmesi ve bu temsilin ortak bir anayasa ve meclis hukuku çerçevesinde buluşturulması. Halk Fırkası içindeki “İkinci Grup”, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” ve “Serbest Cumhuriyet Fırkası” bu çoğulculuk arayışlarının örnekleri oldu. Ancak burjuva cumhuriyetçi çoğulculuk arayışları, bir yandan emperyalizme ve burjuvazinin egemenliğine karşı dünya devriminin cephesinden dahil olup mücadele eden TKP’nin bağımsız çıkışıyla, diğer yandan burjuva cumhuriyetinin kurucu siyasal kadrosuna muhalefet eden eski rejimin yönetici zümresinden arda kalan kalıntıların yani eski İttihat ve Terakki Fırkası’nın Enver’ci hizip önderlerinin, Osmanlı Saltanatı’nın ve Hilafetin restorasyonu gayesini güden gerici-şeriatçı-padişahçı-mandat yanlısı akımların, Kürt büyük toprak sahipleri ile aşiret önderlerinin öncülük ettiği Kürt milliyetçisi eğilimlerin sahneye eşzamanlı dahil olma girişimleriyle yüzyüze geldi. Mustafa Kemal önderliğindeki Halk Fırkası ve Ordu’nun ileri gelen paşaları, burjuva cumhuriyetin temellerini sorgulayan, çoğulculuk çerçevesini rejime karşı muhalefet biçiminde zorlayan bu girişimlerin hepsini eşzamanlı olarak bastırmaya ve susturmaya yöneldi. Rejime sadık bir çoğulculuk uygulamasını istikrarlı ve normalleştirilmiş bir anayasal cumhuriyet temelinde kurmayı başaramayan Halk Fırkası önderleri, toplumsal ilerleme yanlısı politik özneleri de kurban ederek, gericiliği ezmeyi gözetti. İşçi sınıfı hareketinin o yıllarda bağımsız bir siyasal örgütlenmenin koşullarını oluşturmaya yetmeyen cılız gelişimi, özellikle İkinci Dünya Savaşı ortamında, TKP’nin yarı-otolikidasyonuna ve sonuçta ülke topraklarında kök salamayan embriyonik bir varlığa sahip olmasına, 1960’lara kadar devam eden nesnel bir zemin meydana getiriyordu. Gerici-padişahçı-şeriatçı cephe ve Kürt aşiret önderleri ise Milli Şef rejimi yıllarında sindirildi, yarı-feodal ilişkileri sürdürmeye dönük siyasal ve toplumsal gayeleri bakımından tarihsel olarak anakronik bir varlığa sahip oldu ve mülk sahibi sınıflarla nesnel ilişkileri zemininde CHP içinde yuvalandı. 2. Dünya Savaşında faşizmin ezilmesi ve demokrasi mücadelesinin uluslararası düzlemde zaferi, savaş yıllarında sağladığı sermaye birikimiyle belirli bir büyüklüğe erişen burjuvazinin, büyük tüccarların ve büyük toprak sahiplerinin uluslararası sermaye ile bütünleşme eğilimlerini güçlendirdi, CHP içindeki bu unsurların düzene sadık bir muhalefet girişimine yönelmelerini kolaylaştırdı. Rejimin kurucu iktidar kadrolarını oluşturan CHP-ordu-devlet bürokrasisi koalisyonu, muzaffer sosyalizmin askeri ve siyasal açıdan güçlenmesinin ve bir dünya sistemi haline gelmesinin kapitalist sisteme karşı nesnel olarak uluslararası bir tehdit yarattığı ve bunun ülke içindeki burjuva egemenliği açısından da bir tehdit oluşturduğu algılamasından hareketle, siyaseten Batı emperyalizmine yanaşmaya ve işçi sınıfını hariçte tutacak bir çoğulcu cumhuriyet rejiminin kuruluşuna açılabildi. İşte bu nesnel koşullarda, padişahçı-hilafetçi bir rejim tehdidinin artık anakronik bir siyasal tehdit oluşturduğu ve burjuva cumhuriyetinin temellerininin geri dönüşe elvermeyecek düzeyde sağlamlaştığı saptamasıyla, CHP-ordu-devlet bürokrasisi koalisyonu öncülüğünde siyasal rejimin ve ülke kapitalizminin liberalleştirilmesine başlandı. Milli Şef İsmet İnönü, 1 Kasım 1945’de TBMM açılışında verdiği söylevde, burjuva cumhuriyetinin yeniden yapılanmasına yönelik görüşlerini açıklarken, rejime sadık bir muhalefet ihtiyacına işaret ediyor, “Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir muhalefet partisinin bulunmamasıdır” beyanında bulunuyordu. (Özgür Gökmen, Vesikalı Yakın Dönem Tarihimiz, Başbakan’a bir Mektup: Demokrat Parti ve Sol, Kebikeç, Sayı 23, sf 394, 2007)

1945 sonrasında, Milli Şef rejiminin burjuva liberal temelde yeniden yapılandırılmasına yönelik ilk adımların yarı-otolikidasyon sürecindeki “sosyalist sol”un da önünü açtığı algısıyla hareket eden ve uluslararası cephedeki demokratik gelişmelerden de cesaret alan bazı ilerici ve solcu aydınların, bu döneme farklı denemelerle ve girişimlerle yaklaştığı biliniyor. Bazıları TKP ile ilişkili veya TKP’ye yakın duran aydınların bu dönemde DP önderleriyle yakınlaştıkları, DP ile demokratik bir cephe oluşumunu tasavvur ettikleri, hatta DP listelerinden milletvekili adayı oldukları görüldü. Birlikte yayın faaliyetlerine kalkıştıkları, burjuva-liberal akımın şemsiyesi altında ve DP’nin peşinde bir demokratikleşme ve özgürlük beklentisi taşıdıklarına tanık olundu.

Rasih Nuri İleri 1945 sonrasında sosyalist sol çevrelerde oluşan “Demokrat Parti’nin şemsiyesi altında demokratikleşme ve siyasal özgürlüklerin kazanılması” beklentisine dair liberal yanılsamaları en erken fark eden, dile getiren ve eleştiren TKP önderlerinden biri olmuştu. Rasih Nuri İleri, Tan Gazetesi baskını ve sonrasında yeni kurulmuş TSP ve TSEKP’nin, sol yayınların ve işçi sendikalarının sıkıyönetim tarafından kapatılmasına ilişkin mecliste yapılan tartışmalarda, CHP’li Başbakan Saraçoğlu DP’yi sol ile işbirliği yapmakla itham ettiğinde, Celal Bayar’ın bu ithamı göğüslemek yerine, ithamı gerisin geri CHP’li hasımlarına fırlattığını, Mustafa Kemal’in içişleri bakanı Cami Baykurt’u ve dışişleri bakanı Tevfik Rüştü’yü komünist serserilerle ağız birliği yapmakla suçladığını anımsatıyordu. (Rasih Nuri İleri, 27 Mayıs ve Menderes’in Dramı, Yalçın yayınları, 3. Basım, 1986 sf.10)
Milli Şef İnönü’nün yeni rejime sadık bir muhalefeti şekillendirme çabası, tıpkı bugünkü AKP’nin siyasal önderlerinin ve liberal ideologlarının, AKP tarafından kurulmaya çalışılan yeni rejimin temellerine (emperyalizmin siyasetine ve hedeflerine) uyum sağlamış bir muhalefet ihtiyacına işaret eden bir söylemle CHP’yi ve bugünkü Düzen Partisi saflarını eleştirmelerine ve şekillendirme çabalarına benziyordu. Yönetici yeni oligarşinin (yeni iktidar blokunun) kendisinin ayna aksi bir muhalefet ihtiyacını dile getiriyordu. CHP’de gerçekleştirilen Kılıçdaroğlu operasyonuyla kurulan yeni yönetim ve şekillenmeye başlayan yeni siyaset, 12 Eylül 2010 anayasa halkoylaması sonrasında bu yeni muhalefet ihtiyacını karşılamaya yönelik bir ideolojik-siyasal değişimin işaretlerini vermektedir.
Rejimin siyaset sahnesini burjuvazinin emperyalizm ile bütünleşme hedeflerine göre düzenleme ve bu hedefler doğrultusunda kendi sadık muhalefetini yaratma girişimlerinin sürdüğü 1946-1950 dönemecinde, sosyalist hareketin içine düştüğü yanılgı, burjuva muhalefetinin peşine takılarak kendine bir rol tayin etmeye çalışmasıydı. Rasih Nuri İleri’nin tanıklığı, yarı-otolikidasyon sürecindeki TKP’nin ve etkilediği sol aydınların ve işçi çevrelerinin liberal bir yanılsamayla burjuva liberal kampın kuyruğuna takıldıklarını, dönemin uluslararası koşullarını, Hitler’ci kampa karşı Sovyet-Batı ittifakını, dünya komünist ve işçi hareketinin halk cephesi politikalarını yanlış yorumladıklarını doğruluyor. TKP adına konuşanlar bu dönemde DP’yi aktif biçimde destekledi, popülist harekete önderlik eden burjuvazinin peşine takılmanın teorisini geliştirdi. (Çağlar Keyder, aynı eser) “1945’de DP kurucuları ve Sol, Milli Şef Dikta rejimine karşı “Demokratik Cephe’yi beraberce kurmuşlardı”. (Rasih Nuri İleri, 27 Mayıs ve Menderes’in Dramı, Yalçın yayınları, 3. Basım, 1986 sf.10)  Mehmet Ali Aybar’ın DP listesinden Bursa’da milletvekili adayı olması, Zekeriya ve Sabiha Sertel’ler ile birlikte Tan Gazetesi’ni DP’lilerle ortak bir kürsü haline getirmesi, Sertel’ler, Aybar, Esat Adil gibi sosyalistlerin DP’yi kuracak ekip ile birlikte Tan Matbaasında toplantılar yapması, birlikte yayınlanan Görüşler Dergisi, bu liberal-sol koalisyonun belirtileriydi. Tan Matbaası baskını şekillenmekte olan bu liberal-sol blokun dağılmasıyla sonuçlandı. Böylece rejimin sadık muhalefetinin sol etkilerden arındırılmış olarak düzenlenmesi güvence altına alındı. 1946 Ocak ayında kurulan DP’yi izleyerek aynı yılın Mayıs ve Haziran aylarında yasal olarak kurulan 2 sosyalist partinin (TSP ve TSEKP) ve işçi sendikalarının yıl sonunda kapatılması, bu süreci tamamladı.  Esat Adil’in TSP girişimi 1948’de aklanarak 1950’de yeniden açıldı. TSP 1950’de DP’nin seçim zaferini, tıpkı bugün Ömer Laçiner’in AKP için yaptığı değerlendirmede olduğu  gibi, bürokratik vesayete karşı burjuvazinin iktidara gelişi olarak selamladı ve destekledi. (Hasan Tanrıkut, “Burjuvazi İktidarda, Gerçek 24.5.1950, sf:2,4) Siyasal hak ve özgürlüklerin tanınmasını DP’den bekleyen ve TSEKP çevresindekilerin (Şefik Hüsnü, Rasih Nuri İleri) eleştirdiği liberal burjuva kuyrukçusu ulusalcı sosyalist yaklaşım çok geçmeden iflas edecek, meşhur TCK 141-142. Maddeleri 1951’de ağırlaştırılacak, 1951 TKP tutuklamaları ardından sıra leninizmi reddettiğini belirttiği halde TSP’nin kapatılmasına gelecekti.
TKP’nin etki alanındaki bazı sol görüşlü aydınların DP’nin gelişmekte olan ve bugünkü AKP söylemine de damgasını vuracak popülist söyleminde yer tutmuş bürokratik vesayet eleştirisinin ne oranda Tan çevresindeki liberal-sosyalist aydınlardan kaynaklandığı, düşünülmesi gereken bir saptamadır. (Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim yay. İstanbul 2003, sf.170) Nitekim TİP’in ilk kuruluş yıllarında Genel Başkanlığı üstlenen aynı Mehmet Ali Aybar’ın izlediği siyasal çizgi, bürokratik vesayet eleştirisine ağırlık veren, kaba bir popülizme dayanan liberal burjuva sosyalizmini temsil ediyordu. TİP’in ilk yıllarında, kapitalizmin bilimsel sosyalist eleştirisinin yerine, Aybar’ın ağzından dile getirilen ceberrut devletin liberal-sol eleştirisi işitiliyordu. 1960’lı-70’li yıllarda CHP kuyrukçuluğunun teorisini geliştiren TKP Dış Büro ekibine, 1990’larda 2000’lerde Nabi Yağcı, Ömer Laçiner ve Ufuk Uras gibi AKP kuyrukçularına uzanan liberal burjuva sosyalizmi geleneğinin türediği kaynak, bu liberal-likidasyon bataklığıdır. CHP’yi AKP ekseninde liberal bir çizgide yeniden yapılandırma girişimi, bugün Kılıçdaroğlu öncülüğünde yürütülüyor. Kılıçdaroğlu üzerinden demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi beklentisini yayanlar ve AKP’nin inşasına giriştiği yeni rejime sadık burjuva muhalefetinin kuyruğunda solculuk yapma düşlerini besleyenler, komünistleri bu liberal-likidasyon bataklığına çağırıyor.  İşçi sınıfı sosyalizmi, 1946-1950 sürecinin dersleri unutmamalı ve burjuva sosyalizminin yaydığı hayallere karşı uyanıklığını korumalıdır.
GELECEK YAZIDA: CHP’DE KILIÇDAROĞLU DÖNEMECİNE NASIL YAKLAŞILMALI?-3
1960-1971 DÖNEMECİNDEN DERSLER

21 Kasım 2010 Pazar

GERÇEK OLAMAYACAK KADAR “GÜZEL”

CHP’DE KILIÇDAROĞLU DÖNÜŞÜMÜNE NASIL YAKLAŞILMALI?- 1

Deniz Baykal’a yönelik kişilik suikasti sonrasında, CHP’de yaşandığı söylenen hızlı “dönüşüm” Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçmesi, “düzen partisi” temsilcisi kaşarlanmış CHP’lilerin parti meclisinden kısmen tasfiyesi, yeni kuşaktan “parlatılmış” ve liberal bazı üyelerle parti meclisinin takviyesi ile sonuçlandı. Cumhuriyet yazarı Ali Sirmen’in veciz ifadesiyle, CHP’de 10 gün içinde yaşanan hızlı gelişmeler, gerçek olamayacak denli “güzel”!

AKP eliyle karanlığa doğru hızla yuvarlanan Türkiye’nin gidişatından umutsuzluğa kapılan liberal-kemalist aydınların tutunacak dal arama endişeleri, CHP’de yaşanan bu hızlı ve “tuhaf” gelişmenin rüzgarına kapıldıklarını gösteriyor. Estirilen rüzgar, örgütsüz ve sosyalist aklın rehberliğinden yoksun devrimci-demokrat ve sosyalist eğilimli aydınları, örgütsüz ve yoksullaşmış küçük burjuva kitleleri ve giderek emekçileri, işçi sınıfını da kapıp götürmeye aday gözüküyor.

Türkiye’nin son yüz yılı, benzer rüzgarların estirildiği dönemeçlerin örnekleriyle doludur. Bu örneklerin anımsanması, Kılıçdaroğlu dönemecini doğru kavramak ve sosyalist hareketin örgütlü geleneği içinde yer alanların akıntıya kapılmadan gelişmelere müdahale şansını yakalayabilmesi  için gerekli tarih bilincinin zorunlu koşuludur. 

1920-1923 DÖNEMECİNDEN DERSLER

Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya Savaşı girdabında yıkılması ve ülkenin emperyalist güçler tarafından yabancı işgaline uğraması sürecinde, işgale karşı direnişin ve ulusal kurtuluş savaşının örgütlendiği yıllar, ülkenin kaderiyle Osmanlı ülkesinden artakalan yoksul köylü halkların kendi hayatlarına sahip çıkma kaygılarının iç içe geçtiği bir devrimci kargaşa dönemeciydi. Yabancı işgaline karşı direniş, farklı odaklardan başlayarak örgütlendi. Daha sonra Kemalist akıma dönüşecek olan Müdafa-i Hukuk hareketinin, Anadolu ve Trakya’nın toprak sahibi ve tüccar eşraf zümreleri ile dağılmış Osmanlı devletinin sivil-asker bürokrasisinin ve aydınlarının temsilcileri öncülüğünde örgütlenen, Erzurum ve Sivas kongreleri ile Ankara Meclisi eksenli yeni bir devlet yapılanmasını hedefleyen milliyetçi-burjuva odakları, bunlardan biriydi. Yoksul köylü tabanlı yerel direniş çetelerine dayanan, askeri gücü Yeşil Ordu etrafında biçimlenen, siyasi öncülüğü Rusya’da yükselen işçi sınıfı devriminden esinlenen Anadolu Bolşeviklerinin elinde yapılanan odaklar bir diğeriydi. Anadolu’lu Kürt ve Arap nüfusun ağır bastığı Doğu illerinde ise yabancı işgaline karşı direniş, yerel büyük toprak sahiplerinin ve aşiret önderlerinin Ankara Meclisi ile ittifakı gözeten mihraklarının denetimindeydi.

Anadolu’da belli başlı üç ana mihraktan gelişen kurtuluş hareketi, emperyalist işgale karşı Rus Bolşevikleriyle ve Asya’nın uyanmaya başlayan Müslüman halklarıyla ittifak halinde gelişti. Türkiye işçi sınıfı siyasal hareketinin bu devrimci kargaşa döneminde gerçekleşen 10 Eylül 1920 kuruluş kongresinde ortaya çıkan TKP, sürece dışarıdan dahil olmaya çalıştı. Gücünü esas olarak harici Bolşevik akımdan alan TKP, ülke içinde özellikle Yeşil ordu ve İstanbul merkezli yurtsever güçlerle yakın ilişki ve bağlantılara da sahipti ve bu bağlantıları sayesinde, Anadolu’da gelişen anti-emperyalist savaşın önderliğini ele geçirmeyi umuyordu.

Henüz yerli ve ulusal bir güç haline dönüşmemiş, ülke içinde emekçi sınıf ve tabakalarla sağlam bağlar kurmamış ve siyasal deneyimden büyük ölçüde yoksun genç bir siyasal örgüt olarak TKP, Anadolu’da gelişen yurtsever başkaldırı hareketinde etkili olmak için bir kanal bulma arayışı içindeydi. Merkez heyetini Mustafa Suphi’ler öncülüğünde Anadolu’ya sevketme kararı, bu arayışın iyi hesap edilmemiş, ülke içindeki sınıf dengelerini ve burjuva ulusal hareketin gücünü ve yönelişlerini doğru kavramamış eksik değerlendirilmesinin sonucuydu. Karar bir trajediyle sonuçlandı ve burjuva ulusal önderliğin ikiyüzlü politikalarına güvenmek ve bel bağlamak, Türkiye Komünist Hareketi’nin kurucu merkez kadrolarının imha edilmesiyle noktalandı. İmha süreci, TKP’nin Anadolu’da bağlantıda olduğu Yeşil Ordu ve Halk İştirakiyun Fırkası güçlerinin tasfiyesiyle ve bunların Ankara Meclisi’ndeki temsilcilerinin tutuklanmasıyla tamamlandı.

Anadolu’daki ulusal başkaldırı dinamiklerinin sınıfsal niteliğinin, izlediği siyasetin, özellikle İzmir İktisat Kongresi sonrasında yaptığı tercihlerin, dünya devrimci süreci içindeki yerinin ve Rusya’daki yeni Bolşevik iktidar ile ittifak politikalarının ikili niteliğinin yeterli ve somut bir analizinin yapılamamış olması, bugünden bakıldığında, 1920-1923 sürecinde yaşanan imha ve tasfiye sürecinin başlıca sebepleri olarak gözüküyor. Kemalist akımın ilk şekillendiği dönemde, devrimci Rusya ile emperyalist Batı arasında ikili oynadığının görülememesi,  ulusal kurtuluş savaşına egemen olan anti-emperyalist- ilerici hatta sosyalizmden esinlenmiş gözüken söylemi, Ankara Meclisi’nin Bolşevik Rusya hükümeti ile ittifak ilişkisinin ülke içindeki sınıfsal siyasal dengeleri anlamayi önleyen bir tür gözbağı oluşturduğunun anlaşılamaması, TKP’nin ilk kurucu kuşağının merkez kadrolarının ve savaşçı örgütlenmesinin tasfiyesine yol açtı.

GELECEK YAZIDA: CHP’DE KILIÇDAROĞLU DÖNEMECİNE NASIL YAKLAŞILMALI?-2
1946-1950 DÖNEMECİNDEN DERSLER