19 Ekim 2010 Salı

DÜNYA DEVRİMCİ SÜRECİNDEN



ZAMANIN RUHU

Portekiz Komünist Partisi merkez organı "Avante!" (İleri!) dergisinde yayınlanan yazı, Çin Halk Cumhuriyeti ile ABD emperyalizmi arasındaki güncel ilişkileri ve çelişkileri ele alıyor. Dünya Devrimci Süreci’nin ana eksenini oluşturan Komünist ve İşçi Partileri’nin günümüz dünyasına bakışına ışık tutan bu yazıyı hareketimizin öncü kadrolarının dikkatine sunuyoruz.

Yazar Luis Carapinha, Portekiz Komünist Partisi Uluslararası Buro üyesidir.

Bugünkü Çin’in büyük bir ekonomik güç statüsüne yükselmesi görmezden gelinemez. 2007’de Almanya’yı geride bırakan Çin, bu yılın üçüncü çeyreğine ilişkin Ağustos ayında yayınlanan gayri safi milli hasıla verilerine gore, halihazırda ABD’nin ardından dünya ekonomisinin ikinci büyük gücü durumuna gelmiştir. Bütün işaretlerin gösterdiği üzere 2010 sonuna dek devam edeceği görülen bu konum, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ikinci büyük dünya ekonomisi haline gelmiş olan Japonya’yı daha alt sıralara doğru itelemektedir. Gezegenin en kalabalık ülkesi, halen dünyanın en büyük ihracatçısı ve en büyük döviz rezervi sahibidir. Seçkinlerin G7 kulübüne (Rusya dahil G8 oldular) dahil olmayan Çin, ülke içi yatırımların büyüklüğü açısından da dünya lideridir.

Ne var ki rakamlar bir yana, Çin yönetimi, gerçeklere göz yummuyor. Nisbi olarak Çin’de kişi başına GSMH henüz dünya sıralamasında mütevazı bir mertebededir (her ne kadar satınalma gücü paritesi dikkate alındığında bu mertebe daha yüksek olsa da). Pekin gözüyle, Çin kalkınmakta olan bir ülke olarak sosyalist inşanın ancak ilk aşamasında görünmeye devam ediyor. Ekonomik ve üretici güçlerin büyümesi merkezi önceliği taşımaya devam ederken, son otuz yılda benzeri kaydedilmemiş büyüme hızlarına eşlik eden derin eşitsizlikler ve dengesizlikler Çin Komünist Partisi’nin ve Çin devletinin başlıca kaygısı haline geldi.

“Çin renklerini taşıyan sosyalizm” sürecinin yüzyüze geldiği çelişkiler ve muazzam zorluklar küçümsenemezken, düşüncesizce hızlı değişen eski imparatorluğun ekonomik, teknolojik ve toplumsal ortamının dünya halkları ile barış ve toplumsal ilerleme güçleri için taşıdığı anlam da görmezden gelinemez.  

Çin’in günümüzdeki yükselişi, 1949 devriminin açtığı yoldan ve Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan ayrı düşünülemez. Bu yükselişin afyon savaşları ve emperyalizme yarı-sömürge biçimindeki bağımlılık ile damgalanmış yüzyıllık geçmişi geride bırakması, büyük kapitalist güçlerin ve en başta da ABD’nin saplantılı takıntısı haline gelmiş, Çin’i büyük bir ekonomik tehdit, daha ötesi bir askeri tehlike olarak değerlendirmelerine yol açmıştır.  

Bu yaz, Çin karasularını sınırlayan denizlerde, ABD’nin en yeni savaş teknolojilerini ve gücünü olağanüstü boyutlarda sergilediği bir dizi askeri tatbikat ve manevraların daha once eşi benzeri görülmemiş provokatif bir tırmanış göstermesi, Çin’e gözdağı verme endişelerinin bir göstergesidir.  Güney Kore ve Japonya birlikte bu bilinçli tahrik siyasetiyle ittifak kurdu. Waşington Seul ile anlaşarak, bu askeri tatbikatları, bu yıl sonuna dek her ay tekrarlamayı kararlaştıracak denli ileri gitti. Tatbikatlar Güney Kore’nin Cheonan isimli savaş gemisinin tuhaf ve meşkuk batırılması bahanesiyle (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti bundan hiç bir biçimde sorumlu olmadığını kesin bir dille açıklamasına rağmen) ve Kore savaşının başlangıcının 60. yıldönümüne denk gelecek biçimde yürütülüyor (R.Rozoff, Global Research, 10.08.18 )

ABD’nin Güney Çin denizine yayılan askeri tatbikatları, emperyalizmin diyalog ve politik ilkeler temelinde tavır almadan çözümlenemeyecek bölgesel egemenlik kavgalarını ve ekonomik çıkar çatışmalarını kurnazca kullanarak, Güney Doğu Asya devletlerini Çin’in askeri olarak kuşatılması çabalarına dahil etme arayışlarına hizmet ediyor.  

Böylece ABD’nin güç gösterisi, Tayvan’a yeni silahlar satacağını açıklamasını, ticari, ekonomik ve politik baskıları artırmasını izleyerek Çin’in dünya haritasının diğer gerilim odaklarındaki tavrını hedef almayı gözetiyor. Bu gambot politikasının hedefi Pekin hükümetidir. ABD’nin son ekonomik verileri, 1945’den bu yana yaşanan en kritik kapitalist krizde stagnasyon (durgunluk) senaryosunu doğrularken, ABD’nin en büyük alacaklısına karşı Beyaz Saray’ın takındığı kibirli küstahlık, barış ve uluslararası güvenlik açısından kötü bir işarettir. Ne var ki, Çin’in bin yıllık sabrını suistimal etmeyi denemek çok tehlikelidir. Zaman, emperyalizmin hegemonyacı stratejisinin lehinde değildir.

6 Eylül 2010

SAPPHIRE TOWER İNŞAATINDA İŞ KAZASI: 1 İŞÇİ ÖLDÜ

Türkiye’nin en yüksek binası olan, İstanbul Gültepe’deki Sapphire Tower inşaatında çalışırken kaybolan Serkan Çetin (26) isimli işçinin cesedi havalandırma boşluğunda bulundu. İnşaatın yapımını üstlenen ana firmada temizlik işlerinde çalıştığı belirtilen Çetin, öğle yemeğinden sonra işe dönmeyince durum sorumlulara bildirildi. İş bitimi Serkan Çetin’in günlük kıyafetlerinin soyunma odasında bulunduğunu gören arkadaşları başına bir şey geldiğini düşünerek endişelendi ve bu kez inşaat güvenliğinden yardım istedi. 64 katlı Sapphire Tower’da yapılan aramalar sonrası Serkan Çetin ölü bulundu. Çetin’in cesedinin, saat 22.30 sıralarında -5’deki havalandırma boşluğunda olduğu fark edildi.

ETİ MADEN'DE İŞ KAZASINDA BİR İŞÇİ ÖLDÜ

Eti Maden Bandırma İşletme Müdürlüğü Bor ve Asit Fabrikaları'nda, çözelti oluklarına düşen bir işçi hayatını kaybetti. Bandırma Bor ve Asit Fabrikaları'nda işçi olarak çalışan Yalçın Şenyiğit (44), dengesini kaybetmesi sonucu çözelti oluklarına düştü.

Edinilen bilgilere göre, aynı ünitede çalışan işçiler tarafından düştüğü yerden çıkarılan Şenyiğit'e ilk müdahale işyeri doktoru tarafından yapıldı ancak kurtarılamadı. Olayla ilgili soruşturma başlatıldığı açıklandı.

Petrol-İş Sendikası Bandırma Şubesi'nin örgütlü olduğu Eti Maden'de yaşanan iş cinayetine ilişkin açıklama yapan Petrol-İş Sendikası, 1966 doğumlu Yalçın Şenyiğit'in 19 Eylül Pazar günü fabrikada çalışırken geçirmiş olduğu iş kazası sonucu hayatını kaybettiğini duyurdu. Şenyiğit için Bandırma'ya bağlı Akçaova köyünde düzenlenen cenaze törenine Petrol-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın, Genel Sekreter Mustafa Çavdar, Genel Mali Sekreter İbrahim Doğangül, Bandırma Şube Başkanı Recep Gökdeniz, Bandırma şube yöneticileri ile çalışma arkadaşları da katıldı.

BALIKESİR'DE AYÖP EYLEMİ

Türkiye’nin bir çok yerinde eş zamanlı yapılan AYÖP eylemlerinin Balıkesir ayağında bir basın açıklaması yapıldı.

Eski Kurtdereli Vergi Dairesi önünde Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu Balıkesir Temsilciliği tarafından yapılan basın açıklamasında şunlara yer verildi:

• Bizler kadrolu, güvenceli atanmak, insanca bir yaşam sürmek ve halkımıza kamusal borcumuzu ödemek istiyoruz.
• Bizler ataması yapılmayan öğretmenler olarak, şaibeli, meşruluğu tartışmalı hale gelmiş, seçme yeteneği taşımayan KPSS sisteminin derhal kaldırılarak yerine objektif atama kriterlerinin getirilmesini istiyoruz.
• Kopya skandalının derhal açıklığa kavuşturulmasını, yüz binlerce öğretmenin bir yıllık emeklerini, umutlarını, hayat planlarını çöpe attıran bu büyük skandalın sorumlularının derhal yargı önüne çıkarılarak hesap vermelerini istiyoruz.
• Bizler, Bakanlık raporlarında bile 134 bin olarak ifade edilen, ancak ücretli öğretmenlerin de katılmasıyla 200 binin üzerine çıkan öğretmen açıklarının derhal kapatılmasını istiyor, “kaynak yok” gerekçelerine karnımızın tok olduğunu haykırıyoruz.
• Bizler, kalabalık sınıflarda bir eğitim-öğretim yılı boyunca üç ya da dört öğretmen değiştiren öğrencilerimizin istikrarlı, bilimsel ve kamusal bir eğitime kavuşmaları için atanmak istiyoruz.
• Bizler, öğretmen açıklarının tavan yaptığı, ataması yapılmayan öğretmenlerin sayısının günden güne arttığı bir ortamda, plansız-programsız bir biçimde sürekli olarak eğitim fakültesi açılmasının bizleri düşük ücretle daha kötü koşullarda çalıştırmaya itmek için yapıldığını biliyor, öğretmenlik mesleğinin değersizleştirilmesine karşı tüm halkımızı yanımıza çağırıyoruz.
• Bizler ataması yapılmayan öğretmenler olarak öğretmen yetiştirme sisteminin gözden geçirilmesini, yeni bir öğretmen yetiştirme sisteminin planlar ve ihtiyaçlar dahilinde yerleştirilmesini talep ediyoruz.
• Bizler, ataması yapılmayan öğretmenler olarak, aynı zamanda ücretli öğretmenlik, bazen dershane öğretmenliği yapıyoruz. Yazları ücretlerimiz kesilince inşaatlarda çalışıyor, bekçilik yapıyor, özel güvenlikçi oluyor ya da garsonluğa başlıyoruz. Hepimiz işsizlik sınırında geziyoruz. Şimdi önümüzde kadrolu öğretmenlerimizin iş güvencesini ortadan kaldıracak düzenlemeler daha da yaklaşırken, bu mücadelenin ancak birleşerek kazanılabileceğini haykırarak tüm öğretmenleri bizim mücadelemize destek vermeye çağırıyoruz.
• Bizler, ücretli öğretmenlik sisteminin ücretli kölelik sistemi olduğunu haykırıyor ve KPSS skandalının fırsata çevrilerek ücretli öğretmen istihdamı uygulamasının yaygınlaştırılması politikasını kabul etmiyoruz. Kadrolu ve güvenceli atanma talebimizden vazgeçmiyoruz.

Açıklama sırasında “KPSS kaldırılsın”, "Soruları değil işimizi çaldılar’’ sloganları atıldı. Basın açıklamasına Balıkesir Eğitim Sen de destek verdi.

MAHLE’DE MAHKEME KARARIYLA İŞE İADE

Mahle Mopisan’nın İzmir ve Konya’daki fabrikalarında sendikal örgütlenme mücadelesi yürüten Birleşik Metal-İş Sendikası işten atılan sendika üyesi işçilerin dava süreçlerine ilişkin bilgilendirmede bulundu.

Mahle’nin İzmir’deki fabrikasında işten atılan sendika üyesi işçilerden 5’inin işe iade davasının kazanımla sonuçlandığını duyuran sendika Konya’da ise sendika üyesi beş işçinin işe davasının karar aşamasına geldiğini belirtti. BMİS, tüm Mahle çalışanlarını mücadeleye çağırdı.

2 TARIM İŞÇİSİ "KAZADA" HAYATINI KAYBETTİ

Yaz aylarında niteliksiz ve güvencesiz yolculuk etmek zorunda kalan tarım işçilerinin yaşanan kazalarda yaşamlarını yitirmelerine yeni bir örnek, 16 Eylül günü Adana’da yaşandı. Tarım işçilerini taşıyan midibüsün devrilmesi sonucu, 2 işçi öldü, 13 işçi de yaralandı. Kazada, Gürcan Tayal (17) ve Abdulkerim Dayan (33) isilmi tarım işçileri öldü. Sürücü ve yaralı diğer işçiler ise Adana'daki çeşitli hastanelere kaldırıldı.

KAMUDA PERSONEL SERVİSLERİ PARALI OLUYOR

Kamu Taşıtları Kanunu'nda değişiklik yapılması gündeme geliyor. Hazırlanan yeni tasarıda, kamu personelinin yararlandığı servis için katılım bedeli ödemesi öngörülüyor.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, yazılı soru önergesine yanıt vererek Kamu Taşıtları Kanunu'nda yapılan değişiklikleri ve gerekçelerini anlattı. Şimşek'in verdiği yanıtta en dikkat çekici kısım, yeni tasarıda personel servisleriyle ilgili bölüm oldu. Yeni getirilecek düzenleme ile kamuda personel servislerinden yararlananlardan katılım bedeli alınacak.
Referandum sürecinde AKP hükümeti ile adeta "işbirliği" içerisinde "Evet" için çalışan Memur-Sen'in düzenlemeye itiraz etmeye hazırlandığı bildirildi.

Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu tasarıda getirilen "kamu personelinin servis için katkı payı vermesi" düzenlemesine ilişkin olarak, "Toplu görüşme masasına bütün personellerin ulaşımdan ücretsiz yararlanabilmesi için ulaşım bedeliyle ilgili düzenleme yapılması için talep götürmüşken böyle bir düzenlemenin yapılmasında zıtlık var. Keşke yetkililer memurların ellerindeki hakları almak yerine onlara daha fazla nasıl haklar veririz diye düşünse ve hakları genişletme yoluna gitse" dedi.

GÜÇDER’DE ÖRGÜTLENEN TEKEL İŞÇİLERİ 4-C’NİN İPTALİNİ İSTEDİ

Tekel işçilerinin güvencesiz çalışanlarla birlikte kurduğu GÜÇDER, Anayasa Mahkemesi önünde bir basın açıklaması yaptı. 4-C’nin iptali yönünde karar verilmesi için mahkemeye dilekçe verdi. Çeşitli illerden Tekel işçilerinin katıldığı eylem öncesi polisin mahkeme binası önünde yoğun güvenlik önlemi aldığı görüldü.

İlk olarak İstanbul Tekel işçisi Metin Arslan bir konuşma yaparak fabrikaların kapatılmasına ve peşkeş çekilmesine itiraz ederek direnişe başladıklarını söyledi. Haklı mücadelelerinin Türkiye’de ve dünya kamuoyunda kabul gördüğü söyleyen Arslan, Danıştay’ın da hak vermesiyle hükümetin 4-C diretmesi karşısında bir kazanım elde ettiklerini belirtti.

4-C’nin iş güvenesi kaybı, ücret kaybı ve sendikasız çalışma anlamına geldiğini hatırlatan Arslan, “Anayasa referandumu sonrasına bırakılan 4-C maddesinin Anayasa Mahkemesi’nde görüşülmesi meselesinin ahlaki ve vicdani anlamı, sosyal sorumluluğu büyüktür. Tekel işçilerinin beklentisi, Anayasa Mahkemesi’nin işçiler için olumlu olacak yönde karar vermesidir” dedi. Mahkemeye basın emekçileri aracılığıyla seslendiklerini söyleyen Arslan, iş güvencesi, yeterli ücret ve sendikanın “kazanılmış hak” olduğunu vurgulayarak Anayasa Mahkemesi’nin 4-C’nin özlük haklarında kayıplara yol açan maddelerini iptal edeceğini umduklarını söyledi.

Daha sonra Tekel işçileri Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na taleplerini dile getiren dilekçeleri ilettiler. İşçiler ile görüşen Anayasa Mahkemesi Başkanlığı Özel Kalem Müdürü, davanın henüz 1. rapor aşamasını tamamladığı, 2. raporun hazırlanması sonrası ancak Mahkemenin karar vereceği ve bu sürecin 3 ay ya da 1 yıl sürebileceğini söyledi. İşçiler de mağdur olduklarını ve işçiler lehine en kısa sürede karar verilmesi gerektiğini ifade ettiler.

Dilekçeler verildikten sonra GÜÇDER Başkanı Mithat Erkuş, Dernek Yönetim Kurulu adına hazırlanan basın açıklamasını okudu. Erkuş, özelleştirmeye karşı başlayan mücadelenin bunun en yakıcı sonucu olan güvencesiz çalışmaya karşı mücadeleye evrildiğini söyledi. Tek Gıda İş’in açtığı davalarla 4-C’ye başvuru süresinin uzatıldığını, ancak 4-C’nin yürütmesinin durdurulması talebinin “telafisi güç ve imkansız zararlar doğmadığı” için reddedildiğini hatırlattı. Bugün tazminat süreleri biten işçilerin bu noktaya geldiğini söyleyen Erkuş, sözlerine şöyle devam etti: “Bizler, güvenceli çalışmanın sonuna kadar meşru bir talep olduğuna inanıyoruz. Devletin kendi işçisini işsizlik tehdidi ile güvencesiz çalışmaya zorlamasını kamusal sorumluluğa aykırı görüyoruz. Özelleştirmeyi her türlü ilkenin başında gören AKP hükümetinin bu sorumluluğu taşımadığını düşünüyoruz.”

Yargı kararlarının da desteğiyle 4-C’ye karşı direnmeyi başaran Tekel işçilerinin, kamuda güvencesiz çalışmayı sonlandırmak hedefiyle tüm güvencesizlerle birlikte mücadele etmeye karar verdiğini ifade eden Erkuş, örgütsüz ya da farklı sendikalara üye olabilen taşeron şirket işçileri, ataması yapılamayan öğretmenler, sözleşmeli çalışanlarla birlikte GÜÇDER çatısı altında güvencesizliğe karşı mücadeleyi sürdüreceklerini söyledi.

Son olarak kapatılan belediyelerde çalışanların boş kadrolara atandığını hatırlatarak, bu hakkın herkese verilmesi gerektiğine dikkat çeken Erkuş, “AKP hükümeti, elektrik dağıtım şirketini, şeker fabrikalarını, PTT’yi, kamu bankalarını çeşitli yöntemlerle özelleştirmeyi gündemine aldı. 657 sayılı devlet memurları yasasını esnek ve güvencesiz çalışmayı kolaylaştıracak şekilde yeniden düzenliyor. Bu koşullarda yüz binlerce kamu işçisi ve kamu emekçisini ilgilendirecek Anayasa Mahkemesi kararının son derece büyük bir hassasiyet taşıdığını düşünüyoruz. Yürütmenin üzerinden attığı kamusal sorumluluğa yargının sahip çıkması gerektiğini hatırlatıyoruz. GÜÇDER’in bu davanın takipçisi olacağını ilan ediyoruz” dedi.

Erkuş, konuşmasının sonunda milli basketbol takımının kazandığı başarıyı tebrik ettikten sonra, Türkiye’de özelleştirmeler sonucu işten atılan işçiler açlığa ve sefalete itilirken, halkın ödediği vergilerle milyon dolarlarla transfer ücreti alan milli basketbolculara Başbakan tarafından verileceği söylenen kişi başına 1,5 milyon TL ve 500 altının hangi gerekçeyle, hangi kaynaktan verileceğinin açıklanmasını talep etti.

3 İŞÇİ HAYATINI KAYBETTİ

ADANA'DA İŞÇİLER FABRİKADA ÇALIŞIRKEN ZEHİRLENDİ

Adana'da petrol ürünleri imal ettiği belirtilen bir fabrikada tank temizliği yapan 5 işçi zehirlendi. İşçilerden üçü yaşamını yitirirken, ikisi kurtarıldı.

15 Eylül öğleden sonra meydana gelen zehirlenme olayı, Adana Hacı Sabancı Organize Sanayi Bölgesi’nde petrol ürünleri imal eden bir fabrikada gerçekleşti. Fabrikada tanka giren işçilerden 25 yaşındaki Recep Savan, 35 yaşındaki Abdulselam Akkuş ve 22 yaşındaki Yasin Altunbaş, zehirlenerek hayatını kaybetti. Büyükşehir Belediyesi Kurtarma ekipleri tarafından tanktan çıkarılan 40 yaşındaki Mehmet Bağcı ve Sinan Savan ise kurtarıldı.

İşçilerin tanka girerken gaz maskesi kullanıp kullanmadıkları konusunda açıklama yapılmazken, olayla ilgili soruşturma başlatıldığı açıklandı.

3 İŞÇİ YARALANDI

ZONGULDAK'TA MADEN OCAĞINDA PATLAMA 

Zonguldak'ta özel bir maden ocağında henüz belirlenemeyen bir nedenle patlama meydana geldi. Patlamada 3 işçinin yaralandığı öğrenildi. Zonguldak'ın Gelik beldesindeki Ayiçi mevkisinde, özel maden firmasının sahasındaki ocakta meydana gelen patlamada yaralanan Ahmet Bilgin (32), Erol Azaklıoğlu (29) ve Mutlu Çolakoğlu (19), Zonguldak Atatürk Devlet Hastanesine kaldırıldı. Yaralı işçilerin, kaldırıldıkları A Tıp Merkezi'nde yapılan ilk müdahalenin ardından, Zonguldak Atatürk Devlet Hastanesi'ne sevk edildiği bildirildi. İşçilerin vücutlarında yanıklar oluştuğu, tedavilerinin sürdüğü öğrenildi.

Zonguldak'ın Gelik Beldesi'nde meydana gelen ve üç işçinin yaralandığı madenin önceden mühürlendiği ve kaçak çalıştığı ortaya çıktı. Ocak sahipleri Caymaz kardeşlerin, 112 Acil Servis’ten yardım istemek yerine, patlamanın ardından polise yakalanmamak için işçileri bırakıp kaçtığı belirtildi.

Olaydan sonra kısa sürede yakalanarak gözaltına alınan Caymaz kardeşler, polise verdikleri ifadelerinde, hastanede polis olduğu için, yaralıları polisin bulunmadığı özel tıp merkezine götürdüklerini söyledi. Ocakta çalışma olmadığını iddia eden Caymaz kardeşler, işçilerin, kablo ve diğer malzemeleri dışarıya çıkarmak için ocağa girdiklerini ve o sırada patlamanın olduğunu ileri sürdü. İfadelerinin ardından dün akşam saatlerinde ‘taksirle yaralamaya sebebiyet vermek ve kaçak maden ocağı işletmek’ suçlarından Adliye’ye sevk edilen Caymaz kardeşlerin, Cumhuriyet Savcısı tarafından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığı öğrenildi.

KAMİL KİNKIR'I KAYBETTİK...

TKP Parti Konseyi üyesi, Yurtsever Cephe İşçi Birliği yöneticilerinden, BMİS eski Genel Başkanı Kamil Kinkır'ı kaybettik.

Bir yılı aşkın bir süredir kanser tedavisi gören Kamil Kinkır, 11 Eylül öğleye doğru yaşamını yitirdi. TKP üyesi ve Yurtsever Cephe İşçi Birliği yöneticisi Kinkır, DİSK'e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası (BMİS) Genel Başkanlığını yapmış, sonraki yıllarda ise DİSK Bölge Temsilciliği görevini yürütmüştü.

Kamil Kinkır, 1955 yılında Adapazarı’nın Akyazı ilçesinde doğdu. Ailesinin taşındığı İstanbul Üsküdar’da ortaokulu bitirdikten sonra, Türk Hava Yolları yer hizmetlerinde çalışmaya başladı. 1977 yılında Kartal’da AKSAN Alüminyum fabrikasında işe başladı. AKSAN’da Türkiye Komünist Partisi ile tanışıp, Partili genç bir işçi olarak sınıf mücadelesinin ön saflarında yerini aldı.

1978 Yılında yapılan sendika temsilci seçiminde Maden iş Sendikası işçi temsilcisi olarak seçilerek, sınıf mücadelesinde, patronlara, faşistlere ve karşı devrimcilere karşı militan bir öncü işçi olarak yerini aldı. Faşist 12 Eylül darbesi ile birlikte sendikal mücadele sona erse de, Kamil Kinkır mücadelesine ara vermedi. TKP saflarında sınıf mücadelesine devam etti.

1983 yılında faşist cunta sendikalara sınrlı faaliyet izni verince, Maden İş Sendikası üyelerini Otomobil İş sendikasına örgütlenmeye başladı. Kamil Kinkır, AKSAN işçilerinin Otomobil İş sendikasına geçmesine öncülük etti. Sendikanın 1984 yılında yetkiyi almasıyla, AKSAN işyeri Baş Temsilcisi seçildi. 1986 ve 1988 yıllarında Otomobil İş sendikası Kartal şube başkanlığına aday oldu.

Kamil Kinkır, 12 Eylül sonrası yapılan ilk büyük NETAŞ grevinin başarıya ulaşması için toplumsal dayanışmayı ören aktif bir militandı. 1990 yılında Otomobil iş sendikası Kartal Şube Sekreterliği’ne seçildi. DİSK’in faaliyetlerine yeniden izin verilince, Otomobil İş Sendikası ile DİSK Maden İş Sendikası’nın birleşmesi için aktif görev yaptı. Sendikalar 1993 yılında birleşerek DİSK BİRLEŞİK METAL İŞ ismini aldı.

Kamil Kinkır, 1995 yılında BİMİS’in Genel Sekreterliğine getirildi. 1997 yılının Kasım ayında yapılan Genel Kurulu’nda Sendika Genel Başkanlığı’na seçildi. 1997- 2000 yılları arasında BMİS Genel Başkanlığı yapan Kinkır, kolektif ve paylaşımcı kişiliğiyle sendikada önemli izler bıraktı. Genel Başkanlık’tan ayrıldıktan sonra da sendika’da görev yapmaya devam etti.

Türkiye Komünist Partisi Parti Konseyi üyesi olarak, işçi örgütlenmesinde ve sendikal çalışmalarda önemli görevler aldı. En son İstanbul Anadolu yakası işçi sorumluluğu görevini üstlenmiş, aynı zamanda Yurtsever Cephe İşçi Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulunmuştu.

Kamil Kinkır evli, biri kız biri erkek, iki çocuk babasıydı.

Hayatını örgütlü mücadeleye adamış 1970’li yılların komünist işçi önderleri kuşağının bir temsilcisiydi. Anısı önünde saygıyla eğiliyor, işçi sınıfına, yoldaşlarına, dostlarına ve ailesine başsağlığı diliyoruz.

SEYRANTEPE'DE GÖÇÜK ALTINDA KALAN 2 İŞÇİ HAYATINI KAYBETTİ

Seyrantepe'de Galatasaray Spor Kulübü için yapılan stadyum inşaatı ile bağlantılı olarak sürdürülen kanalizasyon çalışması sırasında meydana gelen göçükte 2 işçi hayatını kaybetti.

TEK KİŞİLİK İŞÇİ DİRENİŞLERİ

Beykoz Paşabahçe Devlet Hastanesi işçisi Türkan Albayrak ve Betesan Elektrik’te çalışan Zeynel Kızılaslan haksız yere işten çıkarıldıkları için başlattıkları direnişlerini işyeri yakınında sürdürüyor. Albayrak ve Kızılaslan’a destek ziyaretleri de devam ediyor.

Türkan Albayrak bundan iki ay önce, Paşabahçe Devlet Hastanesi’nde taşeron temizlik işçisi olarak çalışırken Sağlık-İş Sendikası’na üye olmuştu. Albayrak, açıkça sendikaya üye olduğu gerekçesi ile değil çalıştığı taşeron firmanın bütün haklarından vazgeçtiğine dair hüküm içeren sözleşmesini imzalamadığı için işten çıkarılmış, hastane önünde tek başına direnişe başlamıştı.

Direnişte olduğu süre boyunca iki kez polis müdahalesi ile karşılaşan Albayrak, müdahale için, “En çok zoruma giden suyumu dökmeleriydi… Bu sana ekmek, su hiçbir şey yok demekti” demişti. Türkan Albayrak'a vicdanlı gazetecilerden mahallelerden solcu gençlere, devrimci örgütlerden kendileri de direnişte olan işçi dostlarına kadar çok sayıda insan, her gün destek ziyaretinde bulunuyor. Albayrak’ı son olarak Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Sekreteri Tayfun Görgün ziyaret etti.

Betesan Elektrik firmasında çalışırken işten çıkarılan Kızılaslan, Tuzla tersane yolu üzerinde kurduğu çadırda direnişini sürdürüyor. Tersane İşçileri Birliği Derneği (TİB-DER) üyesi olan Kızılaslan, direnişini tersane işçilerini örgütlülüğe ve mücadeleye çağırmak için yürüttüğünü belirtiyor.

Kızılaslan performans düşüklüğü gerekçe gösterilerek işten çıkarılmış, çadır kurarken polisin engellemeleri ile karşılaşmıştı. Örgütlenme çalışmalarından ötürü işten atıldığı bilinen Zeynel Kızılaslan’a da destek ziyaretleri devam ediyor. Direnişinin 30'uncu gününe giren Kızılaslan, aynı Türkan Albayrak gibi her gün bir "direniş güncesi" yazarak dostlarıyla ve kamuoyuyla paylaşıyor.

'EVET' MİTİNGİNE KATILMADI, İŞTEN ÇIKARILDI!

Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bir taşeron şirketin çalışanlarından peyzaj mimarı Merve Erşan, 29 Ağustos’ta AKP’nin düzenlediği 'Evet' mitingine katılmadığı için işten çıkarıldı.

Peyzaj mimarı Merve Erşan’ın çalıştığı şirketin, 29 Ağustos Pazar günü Başbakan Erdoğan’ın da katılımıyla Ankara’da düzenlenen ‘Evet’ mitingine katılmaları için tüm çalışanlarına baskı yapmaya başladığı öğrenildi. Mitinge katılmayacağını söyleyen ve Pazar günü de alanda yer almayan Merve Erşan’a, işten çıkarıldığı bildirildi.

Peyzaj Mimarları Odası (PMO) Genel Merkezi’nde konuyla ilgili olarak, Oda üyesi Merve Erşan’ın yanı sıra PMO Yönetim Kurulu Başkanı Oğuz Yılmaz ve PMO Genel Sekreteri Redife Kolçak’ın da katılımıyla bir basın açıklaması yapıldı. Merve Erşan, hafta başından itibaren bu konunun kendisi de dahil olmak üzere tüm şirket çalışanları ile paylaşılmaya başlandığını, hatta şirketin kendisini o gün miting alanında, şirkete bağlı işçilerin katılımını belirlemek için yoklama yapmaya zorladığını belirtti.

Erşan, “Adalet ve Kalkınma Partisi’nin mitingine katılmanın ve orada yoklama yapmanın iş tanımı içinde olmadığını, bir siyasi partinin mitingine katılıp katılmamasının demokratik tercihlerine bağlı olduğunu” belirterek mitinge katılmayacağını şirkete bildirdiğini, şirketin ise kendisine “bu mitinge katılmasının işinin bir parçası olduğunu” ve “mitingde tüm taşeron şirketlere kontenjan ayrıldığını, bu kontenjanı doldurmaları gerektiğini” söylediğini aktardı.

Erşan, sözlerini “Genç nesle şunu söylemek istiyorum: Demokrasiye istinaden yapılan bir mitinge katılmadığım için bana bu baskıyı uygulayanların kullandığı ‘Daha fazla demokrasi’ sözü bana korkutucu geliyor” diyerek tamamladı.

Hukuki yollara başvurup başvurmayacağı yönündeki bir soru üzerine “Dava açmayı düşünüyoruz, ama açıkçası benim hukuka da pek inancım kalmadı” diye yanıtlayan Erşan, olayı sadece hukuka havale etmek yerine bizzat takipçisi olacağını söyledi. Erşan, “Mevlana’nın ‘Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını' diye bir sözü var. Ben de böyle düşünüyorum” dedi.

HACETTEPE’DE İŞÇİLER ÖDENMEYEN ÜCRETLERİ İÇİN EYLEM YAPTI

İki senedir geç yatırılan maaşlarının son bir buçuk aydır verilmemiş olmasını hastane önünde toplanarak protesto eden Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde çalışan Anadolu Grup adlı taşeron şirkete bağlı işçiler, eylemlerini sürdürüyor.
6 ve 7 Eylül günleri Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Akademisyen yemekhanesi önünde toplanan Anadolu Grup adlı taşeron şirkete bağlı yüzlerce işçi, sadece Temmuz maaşlarının yarısının ödendiğini, kalanının şeker bayramı sonrasında verileceğini öğrendi. Bunun üzerine, "Bugün burada bu iş bitecek" diye slogan atarak direnişe geçen işçiler eylemlerini sürdürüyor. Hastane yönetiminin polisle ve kamera çekimi yaparak işçileri tehdit ettiği gözleniyor.
Hastanenin yardımcı sağlık, temizlik, garsonluk ve evrak işlerini yürüten Anadolu Grubu'na bağlı işçiler, 4 senedir maaşların sürekli aksatılarak verilmesi nedeniyle sürekli işten ayrılanlar olduğunu belirttiler.
KESK'e bağlı SES ile DİSK'e bağlı Devrimci Sağlık-İş sendikalarının destek verdiği eylemde 'İnsanca yaşam ve güvenceli gelecek istiyoruz. Maaşlarımız düzenli ödensin' yazılı pankart açıldı. 'Biz haklıyız, biz kazanacağız', 'Taşeron gidecek, bu çile bitecek', 'Köle değil, emekçiyiz', 'Herkese sağlık, güvenli gelecek' sloganları atıldı. Devrimci Sağlık-İş İç Anadolu Bölge Sorumlusu Sevinç Hocaoğlu, sadece taşeron şirketin değil hastane yönetiminin de işçilere karşı suç işlediğini ileri sürerek "asıl işveren olarak hastane yönetimi sorumludur" dedi.
Çok sayıda taşeron işçisinin katıldığı gözlenen 7 Eylül eyleminde üniversite yönetimi ile görüşmeye gitmek üzere bir heyet seçildi. Görüşmeden sonra heyet adına yapılan açıklamada, 7 Eylül saat 11:00'e kadar rektörlüğe süre tanındığı, bu sürede ücretler yatırılmazsa işçilerin üretimden gelen güçlerini kullanacaklarının bildirildiği söylendi. Bayramdan önce mevcut ücret alacaklarının yatırılmasını bekleyen işçiler, iki yıldır süregiden ücretlerin geç ödenmesi meselesinin kökten halledilmesini istediler.

13 Ekim 2010 Çarşamba

REFERANDUM VE ANAYASA TARTIŞMALARI

12 EYLÜL HALKOYLAMASI SONUÇLARINA İLİŞKİN ÜÇ TUTUM
12 Eylül 2010 halkoylamasına ilişkin tutum ve politikaları ele aldığımız oylama öncesi yazımızda, “evet cephesi”, “hayır cephesi” ve “boykot cephesi” yaklaşımlarını üç öbek olarak tasnif etmiştik. “Evet cephesi”nin 12 Eylül’ün restorasyonunu hedeflediğini, 12 Eylül darbecilerinin uzantısı demokrasi düşmanı bir seçeneği temsil ettiklerini vurgulamış, “hayır” siyasetinin içeriğinin demokrasi yanlısı ve 1961 anayasasının meşruiyetine dayanan bir politika ile belirlendiğinin altını çizmiş, “boykot” seçeneğinin ise farklı bileşenlerinde politika kaçkını, oportünist, tarafsız ve utangaç evetçi siyasal tavırları yansıttığını belirtmiştik.  Halkoylamasının resmi sonuçları, oylama öncesi takınılan tavırlara denk düşen farklı değerlendirmelere konu oluyor. Bu yazımızda, oylama sonuçlarına ilişkin değerlendirmeler ışığında referandum sonuçlarını ele alarak sonuç ve değerlendirmelerin 12 Eylül 2010 öncesi izlenen siyasetlerle bağlantısını sergilemeye çalışacağız.
Resmi açıklamaya göre %58 destek aldığı duyurulan “evet cephesi” Orta ve Doğu Anadolu taşrasında ve Artvin ve Zonguldak hariç Karadeniz illerinde, Türkiye ortalamasının üzerinde oy toplamış görünüyor. Oy dağılımının siyasal ve toplumsal bağlantıları, taşra kent ve kasabalarındaki köylülüğün ve taşra burjuvazisinin bugünkü koşullarda milliyetçi, sağcı, gerici, faşist propagandadan etkilenmekte birleştiğini gösteriyor.  AKP önderliğindeki bu gerici-aşırı sağcı blok, 1970’lerin Milliyetçi Cephe kümelenmesine denk düşüyor. Borsanın, emperyalist çevrelerin, TÜSİAD dahil büyük sermayenin halkoylaması sonuçlarına tepkileri, “evet cephesi”nin ardındaki başlıca toplumsal zümreleri işaret ediyor.
1970’lerden farklı olarak toplumsal ve politik ağırlığı önemsiz sol-liberal unsurların AKP’nin kuyruğunda “evet cephesi” içinde yer alması, sol-liberalizmin “sol” maskesinin düşmesiyle noktalandı. Benzer biçimde 1970’lerde “sol” maskeli bir başka çevrenin (Aydınlık grubunun) anti-sovyetizm ve Maocu Üç Dünya teorisi temelinde Milliyetçi Cephe yanında saf tutması, bu çevrenin karşı-devrimci yüzünün anlaşılmasını ve ilerici sol güçler içinde tecrit edilmesini çabuklaştırmış, bu akımın “sol maskesinin indirilmesini kolaylaştırmıştı. Aydınlık grubunun bazı önderleri ve yazarları (Oral Çalışlar örneğinde anti-sovyetizm ile çıktıkları yolculuğu 12 Eylül döneminde liberalizme intisab ederek sürdürenler, 12 Eylül sonrası Aydınlık yazarlığı yapan Baskın Oran örneği liberaller) gibi “sol” maskeyle burjuvazinin ve emperyalizmin ajanlığını yapanların geçmişte olduğu üzere bugün de eksik olmadıklarını, ancak ilerici sol saflarda bunların etkisinin “sıfır mertebesinde” bulunduğu anlaşıldı. Eski ÖDP Genel Başkanı Milletvekili Ufuk Uras, Birikim Dergisi yazarları, DSİP gibi politik özne vasfı önem taşımayan ve burjuvazinin koltuğu altında ilerici sol güçlere karşı savaşanların “sol” maskeleri de düştü, safları belli oldu.
1970’lerden farklı olarak, geçmişte Kürt ulusal demokratik hareketinin etki alanında yer alan bazı aydınların, Orta, Batı, Güney Anadolu’da, Doğu Anadolu’nun daha kuzeydeki (Kars gibi) illerinde ve İstanbul dahil Marmara bölgesinde yerleşmiş Kürt nüfusunun halkoylamasında “evet cephesi” yanında açıkça ve bir bütün olarak saf tutmuş olmaları ise, Kürt hareketinin “boykot” siyasetinin güney-doğu’nun bazı illeri dışında destek bulmadığını, Kürt milliyetçiliği çizgisinin “boykot” siyasetiyle tabanını AKP liberalizmine, AKP’nin pro-emperyalist tutumuna yem ettiğini gösterdi. Kürt ulusal demokratik hareketi, büyük toprak sahiplerini ve kürt burjuvazisini temsil eden kendi saflarındaki milliyetçi ve liberal eğilimler  ile hesaplaşmayı göze alamadığı ve ertelediği ölçüde, Barzani-Talabani çizgisi karşısında zemin kaybetmeye ve emperyalizmin çizdiği daire içinde hapsolmaya, likide olmaya, siyasal hedeflerinden uzak düşmeye mahkum görünüyor. Boykot siyasetini her şeye rağmen ısrarla destekleme direncini gösteren bazı güney-doğu illerindeki yoksul köylülerin halkoylaması sonrasında kan ve can pahasına başkaldıran bir tavrı benimsemelerinin, devrimci ve demokratik bir kazanımla sonuçlanma ihtimali şüphelidir. Kürt ulusal hareketi önderliğinin emperyalizme karşı Türk ve Orta-Doğu emekçileriyle devrimci bir temelde birleşmeye yanaşmaması, kendi burjuvalarına ve büyük toprak sahiplerine karşı net bir tutum takınmaması, Kürt yoksullarının başkaldırısını emperyalist ve Türk egemen güçleriyle pazarlık aracı olarak kullanmaya yatkınlığı bunun nedenleri arasında sayılabilir. Kürt halkının ulusal geleceğini belirleme hakkının hayata geçirilmesine yönelik mücadele geleneğinin emperyalizmin bölgeye dair planlarını hayata geçirmeye yönelik siyasetlere pazarlık karşılığı hediye edilmesi tehlikesi, bu koşullarda artık açıkça görülüyor.
Devrimci-demokrat akımın azınlıkta kalan kesimlerinin, 12 Eylül halkoylamasında “boykot” tavrını benimserken, farklı çıkış noktalarından hareket ettiği, oylama sonuçlarını değerlendirirken ve önümüzdeki döneme dair siyasal planlamalarını kurgularken ise “boykot” gerekçeleriyle çelişen bir dizi tutarsızlık sergilediği gözlendi. Bu cephenin bütününde paylaşılan ortak yanılgı, boykot seçeneğini somut tarihsel siyasal koşullardan koparılmış metafizik bir “devrimci uzlaşmazlık” ilkesi olarak savunmalarıydı. Devrimci-demokrat geleneğin Türkiye’de artık patolojik nitelik kazanmış siyaset felsefesini yansıtan bu yaklaşımı, başka vesilelerle de (devrimci zor kullanımı, seçimlere katılma, parlamenter mücadele taktikleri, demokrasi mücadelesi gibi bir dizi başlıkta) tekrarlanagelen ve “sol” çocukluk tanımında hoşgörüyle dile getirilen masumiyete sığmayan bir siyasal kaşarlanma belirtisi olarak horgörülmeyi hak ediyor. Etkilediği ve zararlı hedeflere yönelttiği küçük-burjuva emekçi kitleleri bu çemberden çıkartmak, işçi sınıfı sosyalizminin boynunun borcu olarak bir kenara not edilmelidir.  “Boykotçu” grupların, devrimci boykot siyasetini karikatürize eden yaklaşımları, artık bir mücadele konusu olarak gündemimizde yer almalıdır. (Önümüzdeki genel seçim sürecinin önemi nedeniyle bu konuya özel olarak döneceğiz)
12 Eylül halkoylamasında “boykot” seçeneğini savunan devrimci-demokrat gruplar ve bazı sosyalist aydınlar, oylama sonuçlarına ilişkin yaptıkları değerlendirmelerde, boykot seçeneğine gerekçe gösterdikleri başlıklarla çelişkiye düşen tutarsızlıklara saplanmaktan kaçınamadı. Bazıları, bir önceki seçimlerde bağımsız adaylarla seçime katılmaktan yana olmuşken, hangi değişik tarihsel ve toplumsal koşulların bu defa onları boykot seçeneğine sevkettiğini açıklayamadı. Bazıları, statükoyu oluşturduğunu düşündükleri Düzen Partisi (CHP, MHP, ordu, devlet bürokrasisi) saflarıyla yan yana gelme kaygısını “Hayır” seçeneğine uzak durmaya ve “tarafsız” kalmaya gerekçe gösterirken, oylama sonuçlarının değerlendirilmesi sırasında “evet” cephesiyle ortaya çıkan asıl gerici-sağcı-faşist statükonun tehdidiyle oylama sonrasında yüzyüze geldiklerini biraz da dehşetle gözleri büyümüş olarak saptamaktan geri duramadı. Bir çoğu, oy kullanmayan %27 seçmen kesiminin Kürt illeri haricinde temsil ettikleri apolitik zeminde keramet arama, Kürt illeriyle sınırlı boykot başarısını kendi başarıları sayma zorlamalarına başvurarak gözlerini somut gerçeklere yummayı seçti. Kimileri, MHP’nin seçmen tabanını “Hayır” cephesinde tutamamasında teselli bulurken, aynı seçmen kitlesinin AKP-SP-BBP cephesine kayarak gerici-faşist blokta toplanmasını görmezden geldi. Bir çoğu, “boykot” propagandasının “evet” cephesine dolaylı katkı yaptığını, Batı illerindeki Kürt oylarının blok olarak ve yakın tarihimizde ilk kez doğrudan gerici-sağcı-emperyalist siyasete destek konumuna kaydığını, Batı illerinde, Dersim’de, Artvin’de, Zonguldak’ta gericiliğe karşı anlamlı bir direncin sadece ilerici-sol güçler tarafından yürütülen çalışmalarla %42 boyutlarına büyüdüğünü, Batı illerinde devrimci boykot siyasetinin adına layık bir karşılığının bulunmadığını görmek istemedi. Bu kadar çok tutarsızlığın ve çelişkinin üzerine “boykot cephesi” olarak tasavvur edilen zeminden hareketle bağımsız bir “üçüncü cephe” oluşturmanın olanaksızlığı apaçık ortadayken, devrimci-demokrat siyaset kaşarlanmasının bir fantezisi olarak bu çizgi oylama sonrasında bir çokları tarafından dile getirildi.
12 Eylül Halkoylaması sonrasında üçüncü  tutum, “Hayır” cephesini temsil eden %42’lik toplamın anlamı üzerine yapılan değerlendirmelerde ortaya çıktı. Partimizin de içinde olduğu ve ilerici sol güçlerin anlamlı çoğunluğunu temsil eden kesim, önümüzdeki süreçte gerici-faşist blok karşısında “hayır cephesi”nin %42’lik toplamından hareketle bir direncin örgütlenebileceğini, bu direncin işçi sınıfı hareketi zemininde AKP’de temsil edilen büyük sermaye iradesini kırabileceğini, ülkemize ve yakın bölgeye ilişkin emperyalist planları bozabileceğini savundu. Üçüncü tutumun yani “hayır cephesi”ne değer biçenlerin bir dizi zaaf ve eksiklikleri olduğu, işçi hareketinin dinamizminden yoksunluğun, 1961 anayasasından kaynaklanan meşruiyet olanaklarının partimiz haricinde dikkate alınmamasının, CHP merkezinden kaynaklanan liberal-gerici cepheyle uzlaşma eğiliminin, Genelkurmay ve devlet bürokrasisinin etkilerinden kaynaklanan milliyetçiliğin bu cephenin başlıca zaaf ve kusurları olduğu anlaşılıyor. Önümüzdeki süreç, AKP için yeterince büyük bir direnç duvarı oluşturan %42’lik “hayır” cephesine nasıl ve ne ölçüde müdahale edileceği ile belirlenecektir. Hareketimizin seçime giden aylarda başlıca mücadele konusu, bu müdahalenin hedefleri ve hayata geçirilmesi olacaktır.

10 Ekim 2010 Pazar

REFERANDUM VE ANAYASA TARTIŞMALARI

12 EYLÜL’E İLİŞKİN ÜÇ TUTUM
12 Eylül 2010’da AKP’nin Anayasa tadilat paketiyle ilgili yapılacak halkoylamasına ilişkin üç temel yaklaşımı ele alırken, konuyu 12 Eylül askeri darbesiyle kurulan siyasal rejime ilişkin 1980’lerde şekillenen başlıca tutum ve eğilimler ışığında ele almak gerekiyor, zira 1980 rejimine ve bugünkü rejim tadilatına dair politik yaklaşım ve tavırlar arasındaki tarihsel ve politik devamlılığı ve ilişkiyi göz ardı edenler, aslında her iki başlıkta benzer tutum ve yaklaşımların sürdürücüleri olduklarını da örtbas etmeye çalışanlardır. Özellikle AKP hükümeti sözcüleri ve yandaşları tarafından seslendirilen propagandanın, 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği paketini 12 Eylül 1982 Anayasa’sına karşı bir demokratikleşme adımı gibi sunmaya özen gösterdiği dikkatlerden kaçmıyor.
12 Eylül darbesine ilişkin başlıca politik tepki ve yaklaşımları, üç ana odak çevresinde toparlanan ana eğilimleri ele alarak inceleyeceğiz ve bu eğilimlerin izini sürerek 12 Eylül 2010 Anayasa oylamasına ilişkin politik tutum ve yaklaşımlara geleceğiz.
12 EYLÜL’DE DÜZEN PARTİSİ NE YAPTI?
Esas olarak AP ve CHP’nin temsil ettiği burjuva siyasal güçler, bunların parlamento içi gerici ve faşist ortakları, bürokrasideki dayanakları olan çevreler (yüksek mahkemeler, ordu bürokrasisi vs.) 1960’lı ve 1970’li yılları, sahip çıkmadıkları veya açıkça düşman oldukları 1961 Anayasal rejimini içerden çürütmekle,  askeri darbeler ve sivil girişimler yoluyla kademeli olarak budamakla geçirdiler. 1969 seçimleri öncesinde Türkiye’nin tarihindeki en demokratik seçim sistemini (Milli Bakiye’li Nisbi Temsil sistemini) değiştirerek halk iradesinin parlamentoya yansımasını engellemeye çabaladılar, anayasaya aykırı 141-142. Madde yasaklarını ve komünist parti kurma yasağını muhafaza etmeyi savunup sürdürdüler, işçi hareketinin bağımsız devrimci sendikal gelişimini (DİSK’i) hedef alan ve 15-16 Haziran işçi ayaklanmasıyla engellenen yasa değişikliği girişimlerini tezgahlamaya kalkıştılar.
12 Mart darbesi, ordu içindeki ilerici, bağımsızlık yanlısı, anti-emperyalist unsurların önünü kesme telaşıyla zuhur eden programsız ve plansız bir faşist darbe girişimiydi; bu haliyle, 1961 Anayasası’na iyi tasarlanmamış yarım darbeler indirdi, anayasanın bazı demokratik hak ve özgürlüklere koruma sağlayan maddelerinde gerici değişiklikler yaptı, ancak dört başı mamur bir yeni rejim inşasına kalkışamayacak denli “iki ayağı bir pabuca girmiş bir girişim” olarak yarım kaldı, biraz da bu yüzden 1961 Anayasal rejiminin temel yapısını ve meşruiyet zeminini tamamen ortadan kaldıramadı.
1970’li yıllarda, 1961 Anayasal rejiminin tanıdığı hak ve özgürlükleri sahiplenmek ve genişletmek için örgütlenen işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin yükselen ve yüzbinleri kapsamaya başlayan mücadeleleri karşısında, bir yandan Demirel öncülüğündeki MC hükümetlerinin 1961 rejimini işlemez kılma ve içerden felcetme çabalarına, öte yandan da siyasal gericiliğin ve faşist saldırganlığın yükselişi karşısında Ecevit hükümetlerinin tutarsız ve kaypak uzlaşma eğilimlerine, 1961 Anayasal rejimini cesaretle savunmaya elvermeyen siyasal aczinin sonucu olarak demokrasinin ve anayasal rejimin sahipsiz kalmasına tanık olundu.
1980 yılına gelindiğinde, “kurtarıcı generaller” ve onların akıl hocaları (TÜSİAD, Yeni Forum dergisi) kılığında pusuya yatmış sivil ve askeri cunta üyelerinin yolu düzlenmiş bulunuyordu. Siyasal kaos, ekonomik kriz ve can güvenliği sorunları karşısında aciz ve savunmasız bırakılmış, içerden felcedilmiş, 12 Mart’ta kolu kanadı budanmış 1961 Anayasası’na dayalı burjuva-demokratik rejim, büyük sermayedar zümresi ve Düzen Partisi saflarındaki burjuva politik özneler tarafından üvey evlat gibi cami avlusuna terk edilmişti. Bu durum  “Yeni Rejim” peşindeki cunta üyelerinin işini kolaylaştırmıştı. “Yeni Rejim”in yolunu açanlar ise, kendi meşruluklarının altını oyanlardı, kendi anayasal rejimlerine sahip çıkmayanlardı, yeni rejime meşrulaşma olanağını kendi meşruiyetlerinin kaybedilmesi pahasına kendi elleriyle sağlayanlardı, Düzen Partisi (AP, CHP, MSP, MHP, vs. parlamento içi politik özneler, Yüksek Mahkeme ve Ordu bürokrasisi) unsurlarıydı. 12 Eylül askeri darbecileri, 1961 rejimini, bir üfürükte kurumuş bir yaprak gibi kopardılarsa, bunun başlıca sorumluluğu, demokrasiye ihanet eden Büyük Sermaye zümresine ve Düzen Partisi’ne aitti.
12 EYLÜL’CÜ YENİ REJİM TARAFTARLIĞININ “BÜYÜK KOALİSYON” TAKTİĞİ
Sanılanın tersine, 12 Eylül basit bir askeri cunta operasyonundan ibaret değildi. 12 Mart’ta olduğu gibi ordu içindeki başka gelişmelerin önünü alma telaşıyla aceleye getirilmiş, plansız ve programsız bir girişim olarak sınırlanmış bir darbe de sayılamazdı. Bütün bu örneklerden çok daha kapsamlı, örgütlü, planlı ve programlı bir müdahale stratejisinin siyasal iktidarı ele geçirme ve yeni bir rejim inşa etme girişimiydi. İşin çapı, vitrindeki generallerin çapını, siyasi aklını ve iradesini fersah fersah aşıyordu.
12 Eylül darbesi, emperyalizmin Türkiye’ye ilişkin bölgesel siyasal-askeri planlarını da kapsayan, Türk kapitalizminin sermaye birikimi sürecinde içine sürüklendiği yapısal krizi aşmak üzere uzun erimli bir programla yeniden yapılandırılmasını ve bu çerçevede uluslararası sermaye ile yeni bir temelde bütünleştirilmesini de içeren, bu bütünleşmenin bir koşulu olarak ülkenin siyasal-toplumsal-ekonomik ilişkilerine askeri zor yoluyla müdahaleye dayanan geniş çaplı, planlı, programlı bir “Yeni Rejim” inşasını öngörüyordu. Esas itibarıyla faşist bir diktatörlük olarak kurumlaşan “Yeni Rejim”, Türk-İslam sentezi ideolojisini esas alan, Başkanlık ve Hükümet odaklı yürütme gücüne ağırlık veren, Meclis ve Mahkemeleri göstermelik ve ağırlıksız güçler derecesine indiren, devlet bürokrasisindeki merkeziyetçiliği pekiştirerek MGK-YÖK-Hazine-RTÜK-HSYK vs. kurumlarla siyaseti vesayet ve denetim altına alan yeni bir anayasayı dayattı. Faşist “Yeni Rejim” için yeni partiler ve yeni politik kadrolar sahneye davet edildi. Daha darbe öncesinde siyaseten iflas etmiş ve kendi eliyle kendi ipini çekmiş Düzen Partisi’nin devamı ve kalıntısı olan siyasal özneler, 1961 Anayasası’na sahip çıkamazdı, darbecilerin meşruiyet-dışılığını sergileyemezdi ve 12 Eylül cuntası tarafından dayatılan yeni anayasa taslağına “Hayır” kampanyası ile muhalefet etmek politik seçeneğinden uzak durmak zorundaydı. CHP ve AP liderleri sessizce kenara çekildi ve kendi seçmen tabanlarını “Ya Evet oyu kullanırsınız ya da Askeri Cunta’nın yönetimi sivillere devretmemesine rıza gösterirsiniz” şantajıyla karşı karşıya bıraktı. Böylece, 12 Eylül öncesinde TÜSİAD tarafından önerilen “büyük koalisyon” (AP-CHP mutabakatı) 12 Eylül Anayasası için yapılan halkoylamasında sandıkta ve namlu ucunda tehditle gerçekleştirildi.
12 Eylül’cü yeni rejim taraftarlığı, başka biçimlere de bürünerek devam etti. 1960’ların sonundan başlayarak 1961 Anayasası’nın temsil ettiği demokratik ilkelere saldırının sokaktaki vurucu gücünü temsil eden unsurlar (Komünizmle Mücadele Dernekleri, Ülkü Ocakları, Akıncılar) devlet güçlerinin himayesinde kalkıştıkları onca cinayet, kitle katliamı ve provokasyon sonrasında, mahkemelerde “fikirlerimiz iktidarda biz hapisteyiz” samimiyetiyle şecaat arzediyordu. Bu unsurların içindeki birkaç tetikçi haricinde kalanlar ise “büyük koalisyon”un bir diğer zemininde ANAP bünyesinde hükümete taşındı. ANAP beş eğilimi bir arada tutan bir büyük çatı partisi olarak inşa edilmek istendi.
12 Eylül’cü yeni rejim taraftarlığının üçüncü ve son örneğini ise 2000’lerde AKP temsil etti. Bütün burjuva eğilimlerden devşirilmiş unsurları İslamcı-gerici-faşist-liberal bir koalisyon halinde iktidara taşıyan AKP, 12 Eylül rejiminin yıpranmış yapısında tadilat öngören yeni bir anayasa paketiyle 12 Eylül 2010’da halkoyu onayı bekliyor. 12 Eylül’ün restorasyonuyla eşanlamlı bir anayasal tadilat paketini 12 Eylül’e karşı bir demokratik girişim olarak sunma yüzsüzlüğü ise önümüzdeki halkoylaması sürecinin başlıca demagojik yönünü oluşturuyor. 
12 EYLÜL’E KARŞI İLERİCİ VE SOL GÜÇLERİN TUTUMU
Burjuva-demokrasisini sahiplenmeyen, hatta demokrasiye karşı düşmanca tertip ve provokasyonlara kalkışan burjuvaziye karşı, demokrasi mücadelesinin önemini vurgulayanlar ve demokrasiye sahip çıkmaya çalışanlar, dönemin ilerici sol güçleriydi. 1960’lar ve 1970’ler boyunca, ilerici sol güçler, burjuvaziye rağmen ve burjuvazi olmaksızın 1961 Anayasası’nın demokratik hak ve özgürlüklerine sahip çıkmaya ve demokrasinin sınırlarını genişletmeye çalışan bir mücadele çizgisini izledi. 1960’larda YÖN çizgisi, devamında MDD’ci devrimci-demokratlar ve TİP, 1961 Anayasası’na sahip çıkmayı öngören bu mücadele çizgisinde büyük ölçüde ortaklaşmıştı. 12 Mart sonrasında, 1961 Anayasası’nın budandığı koşullarda, demokrasi mücadelesinin önemi daha da büyümüştü. Anayasa’dan geriye kalanlara sahip çıkmak, demokratik hak ve özgürlükleri genişletmek, 1961 Anayasası’nı tümden ilga ve feshetme peşindeki  siyasi gericiliğe karşı direnmek ve faşist tertipleri durdurmak, 1970’li yıllarda ilerici ve sol güçlerin başlıca gündemi haline gelmişti. Bazı sol güçlerde ise o dönemde demokrasi mücadelesine burun kıvırma, seçimleri boykot etme, 1961 Anayasası’nı tümden ilga ve feshetmeye yönelik faşizm tehdidini “oligarşinin bir iç meselesi” olarak ele alma, mevcut rejimin eksik ve kısıtlı da olsa bir burjuva demokrasisi olarak işçi sınıfı ve emekçi halk güçleri açısından sahiplenilmesini küçümseme sekterliği baş gösteriyordu. Sol sekterliğin demokrasi mücadelesine kayıtsızlığının trajik yanılgısı, 12 Eylül darbesiyle zincirlerinden boşalan faşist terörün azgınlığıyla yüzyüze gelindiğinde açıkça ortaya çıktı. Burjuvazinin ihanet ettiği, ilerici ve sol güçlerin ise birleşik bir cephe halinde sahip çıkmayı başaramadığı 1961 Anayasası, 12 Eylül’cülerin baş hedefi oldu.
1982 yılında faşist diktatörlüğün terörü altında yapılan halkoylamasında, bütün olumsuz koşullara rağmen %10’a yakın seçmen 12 Eylül Anayasası’na “Hayır” oyu kullandı. Bu oy tabanı, başta işçi sınıfı sosyalizmi olmak üzere 1970’lerde faşizme karşı direnişi sürdüren bütün ilerici-yurtsever-sol güçlerin toplumsal desteğinin çapını yansıtıyordu.
12 Eylül’cü yeni rejimin iktidar ve yaptırım gücü, 1989 sonrasında işçi hareketinin yükselen Bahar eylemleri ve Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşü sürecinde sarsılmaya başladı. Kürt halk güçlerinin devrimci yurtsever başkaldırısının da eklendiği toplumsal muhalefet, 12 Eylül’cü unsurları işbaşından uzaklaştırmaya yetti. Düzen Partisi’nin geleneksel hizipleri, muhalefet dalgasının sırtında yeniden hükümeti ele geçirdi. 2000’lere gelindiğinde, 12 Eylül rejimi, işlemez bir Anayasa ve diktatörlük kalıntısı gerici-faşist yasalarla yıpranmış, iktidar ve yaptırım gücünü büyük ölçüde yitirmiş bulunuyordu. AKP hükümetinin işbaşına getirildiği 2002 seçimleri, 12 Eylül’ün restorasyonunu öngören güçlerin Düzen Partisi hiziplerini tasfiye ettiği yeni bir gericilik dönemini başlattı. 12 Eylül 2010’da yapılacak Anayasa tadilat paketi oylaması, iktidar ve yaptırım gücü kaybolmuş 12 Eylül’cülere faşist diktatörlüğü yeniden toparlama (restore etme) olanağını vermeyi gözetiyor. 
Bu koşullarda, 12 Eylül 2010 Anayasa paketi halkoylaması, 1982’de yapılan Anayasa oylamasına denk düşen bir anlama ve öneme sahiptir. Demokrasi mücadelesinin devam eden önemi, 1982’de olduğu gibi bugün de, halkoylamasında “Hayır” demeyi gerekli kılıyor.
Halkoylamasında üç tutum öne çıkıyor. AKP arkasında dizilen güçler, 12 Eylül’cüler, Genelkurmay, ABD ve AB emperyalizmi, liberaller, Büyük Sermaye, TÜSİAD, “Evet” tercihleriyle faşist diktatörlüğün restorasyonu hedefliyor. Düzen Partisi’nin hizipleri, CHP, MHP, DP gibileri bu restorasyonun kendilerini tasfiyeyi de kapsadığının farkında oldukları için “Hayır” tercihlerini seslendiriyor. Ancak bu “Hayır” tercihi tutarsızdır ve 12 Eylül’cülerin esas olarak 1961 Anayasası’na ve demokrasiye düşmanlıklarına karşı demokratik bir muhalefet çizgisini temsil etmiyor, 1961 Anayasası’nı ve demokrasiyi tutarlı biçimde sahiplenme siyasetine uzak duruyor. Baraj tartışmalarında takındıkları tavır, mevcut rejime seçenek olarak demokratik bir rejimi açıkça savunmayı akıllarına bile getirmemeleri, bunun kanıtıdır.
Halkoylamasında asıl önemli olanın ilerici-yurtsever-sol güçlerin takınacağı tavır olacağı anlaşılıyor. BDP çevresinin “boykot” tavrı, bazı devrimci-demokrat çevrelerce de sahiplenileceğe benziyor. Boykot tavrının 1970’lerde demokrasi mücadelesinin önemini algılamayan ve faşist güçlerin hedef aldığı 1961 Anayasası’na sahip çıkmanın gereğini görmeyen devrimci-demokrat tavra benzediği ortadadır. Boykotçuluk, sol cenahta özellikle devrimci-demokrat saflarda politika kaçkınlığının, apolitizmin geleneksel göstergelerinden biri haline gelmiştir.
Yaklaşan Halkoylamasında doğru komünist tutum, “Hayır” oyu kullanılmasıdır! TKP dahil bazı ilerici sol güçlerin “Hayır” oyu kullanacaklarını seslendirmeleri bu açıdan olumlu bir gelişmedir. “Hayır” demeyi savunan sol güçlerin 1961 Anayasası’na sahip çıkmayı kapsayan somut demokratik bir taleple “Hayır” oyunu birleştirmeyi düşünmemeleri ise eksik ve yetersiz bir politik tutumun kanıtıdır. Komünistlerin “Hayır” oyu kullanma çağrısını, Düzen Partisi hiziplerinin, özellikle CHP ve MHP’nin peşine takılmak olarak nitelendirenler ise, olan biteni kavramakta tamamen yeteneksiz görünüyor.
12 Eylül 2010 Anayasa Halkoylamasında “Hayır!” diyenler, 12 Eylül Anayasası’nın restorasyonuna “Hayır” demekte, 12 Eylül’ün darbeyle ilga ettiği 1961 Anayasası’nın meşruluğuna sahip çıkmaktadır. Yaklaşan Halkoylamasında siyasetimizin ayırdedici yanı budur. Düzen Partisi’nin tasfiyesine karşı “Hayır” diye mırıldanan CHP ve MHP gibileri, 1961 Anayasası ve demokrasi konusunda sessizdir. CHP, DP ve MHP’nin önderleri, 1982 Anayasa Halkoylamasında, seçmen tabanlarını “Hayır” oyu kullanmaya çağırmamıştır! Geçmişte ve bugün 1961 Anayasası’na ve demokrasiye sahip çıkmayanların, 12 Eylül’e karşı oldukları söylemi, en az AKP’nin 12 Eylül’e karşıtlık söylemi kadar inandırıcılıktan uzaktır.  
12 EYLÜL’E HAYIR!
12 EYLÜL ANAYASASI’NIN RESTORASYONUNU AMAÇLAYAN AKP PAKETİNE HAYIR!
1961 ANAYASASI VE SEÇİM YASALARI YENİDEN YÜRÜRLÜĞE KONULMALIDIR!
1961 ANAYASASI VE SEÇİM YASALARI TEMELİNDE YENİ BİR KURUCU MECLİS SEÇİLMELİDİR!
1961 ANAYASASINI TAĞYİR, TEBDİL VE İLGA EDEN 12 MART VE 12 EYLÜL DARBECİLERİ YARGILANMALIDIR!