27 Ekim 2012 Cumartesi

SABRİ ÜLKER’İN ARDINDAN:

BADEM GÖZLÜ
BİR KÖRÜN ÖYKÜSÜ
 
TÜSİAD’ın kurucu üyelerinden Sabri Ülker’in ölümünün ardından, gerici basının yazıcı tayfası şark usulü abartılı ağıtlar yaktı.  Yazılarıyla kendini yerden yere atanlar, dizlerini dövenler, baygınlık geçirenler zihnimizin unutkanlığına oynuyor, bilincimizi kirletmek için çabalıyor.

“Büyük işler yaptı” deniyor, “muhteşem sosyal sorumluluklarının pek görünür olmasını istememiş”, “hayatının merkezine parayı değil, başı okşanmadık sahipsiz bir yetimin kalmaması prensibini koymuş”.

“Mümin duruşu, para ve pulun getirmesi muhtemel tahribatı engellemiş”.

“Müslüman bir işadamının nasıl olması gerektiğini ders kitaplarına girecek türden göstermiş”. 

Aksini düşünmeye meyledecek olanlara ise hemen “Allah”ın ağzından yanıt yetiştiriliyor: “Allah mülkünü dilediğine dilediğince verir”.

Kırım’dan Ekim Devrimi’nden kaçan bir ailenin evladı… Yaşadığı ülkesinde açlık ve sefaletle savaşan halkına ihanet eden , sahip olduğu toprakları değilse bile servetinden kaçırabildiklerini İstanbul’a taşıyan bir babanın çocuğu… Köklerini çok kolay terk eden bir babaya yakışıyor. Soyadı Berksan (İbrani kökenine atfen Bergson’a yakıştırılmış bu soyismi almış olduğu tahmin edilebilir), ama 20 yıl sonra bisküvi markası olarak meşhur edeceği Ülker soyismi uğruna soyismini de gömlek gibi çıkarıp terk ediyor. Günümüzün milli şefinin hamisi “Ülker” de İbrani köklerine çok yabancı değil, Ülker takımyıldızının Yahudi mitolojisinde kutsal kabul edildiği biliniyor.

Dindar ve muhafazakar olarak meşhur, kendisine servet kazandıran markaları kadar dindar ve muhafazakar kimliğinin de bir marka değeri olduğu anlaşılıyor.  Ancak bu yoksulların dindarlığına benzemiyor, küçük hesaba, “kuruşa değer vermeye” dayanan  pek Yahudice bir hesap kitap işi dindarlık onunkisi… Marx’ın atıf yaptığı “Yahudi sorununun” üzerinde kitap yazılacak bir örneği…

Ülker’in başka vasıfları da meşhur: Babadan devralınmış komünizm düşmanlığı, 1960’larda Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde komando yetiştirme faaliyetlerinde finansör olarak rol almasıyla devam ediyor. İlk ülkücü reisleri besleyenlerden, ilk faşist tedhişçileri yetiştirenlerden biri… Markalarından biri de “Besler”, "faşist çeteleri besler" olarak okunması gerekiyor… Karşılıksız da değil yaptıkları, 1970’lerde, işçi hareketinde yükselmenin yaşandığı dönemde, Topkapı’daki fabrikasında DİSK’e geçmek için örgütlenen kendi işçilerinin üzerine ülkücü komandoları saldırtıyor. 1960’larda ülkücü komandoları besleme faaliyetlerinin “uzak görüşlü bir yatırım” olduğu anlaşılıyor.

1970’lerde terör eylemlerinde kullanılıp 1980’lerde cunta tarafından terk edilen sokak faşistlerine sahip çıkacak ve onları parayla beslemeyi sürdürecek kadar sadakatli ve kendine güvenli bir sermayedar olarak, faşizmin o zaman perde arkasında mevzilenmiş Fetullah Gülen, Galip Erdem, Erol Kılınç gibi elebaşlarını da himaye etmiş olması manidar…

Sabri Ülker’in sendika düşmanlığı 2000’lerde de devam ediyor: Şok marketlerini satın aldığında da işçileri Tez-Koop İş sendikasından istifa ettirmek için gangster patronluğun bütün yöntemlerine başvuruyor.

Bir eli AKP milli şefinde, öbür eli ASAM şefi Ümit Özdağ’ı finanse ederek MHP’de, Fethullah Gülen hareketiyle de her zaman içli dışlı… Örnek bir TÜSİAD patronu olarak eski MHP’li Taha Akyol tarafından “rol modeli” olarak parlatılıyor.

Ülker takımyıldızı içinde yer alanlardan bir yıldız, Merope, mitolojiye göre tanrılara eş olmayı reddedip Sisyphus ile evleniyor, faniler arasına katılıyor. Sisyphus efsanesi, bu TÜSİAD sermayedarının kutsal markasının karşıtını oluşturuyor. Karşıtı, Ülker işçilerinin 35 yıllık öyküsünde bulunabilir.

26 Ekim 2012 Cuma

İŞÇİ SINIFI SOSYALİZMİNİN BİRLİK VE ÖRGÜTLENME YÜRÜYÜŞÜ: YENİDEN BAŞLAMAK


İşçi sınıfı sosyalizminin birlik ve örgütlenme yürüyüşüne yeniden başladığımız bugünkü koşullarda kadrolarımızın ve dostlarımızın netleşmesi gereken politik başlıkların ilki acil siyasal görevlerimizdir.

Acil siyasal görev tanımı, bir işçi sınıfı partisinin siyasal hedeflerini, bu hedeflere uzanan siyasal çizgisini açıklayan ve duyuran programatik belgelerindeki kilit kavramlardan biridir. Lenin 1900’ler başlarındaki Rusya koşullarında, Rusya sosyal demokratlarının RSDİP için acil siyasal görev tanımını iki madde olarak yaptığını açıklıyor: “Otokrasinin devrilmesi” ve bunun sonucunda elde edilecek “siyasal özgürlüğün kazanılması” .

Acil siyasal görev sosyalist iktidara yönelik siyasal devrim sürecine geçişin ön koşullarını yaratan devrimci görevlerin tanımıdır. Acil siyasal görevleri başarmaya yönelik ilk devrimci adımları atamadan, işçi sınıfı siyasal iktidarı ele geçiremez, sosyalizmin inşasına girişemez. 1900’ler başlarındaki Rusya koşullarında RSDİP acil siyasal görevlerini demokratik devrim stratejisi çerçevesinde tarif ediyordu.
Acil siyasal görev  siyasal devrim sürecine geçişin ön koşullarını yaratan ve hedefleri bakımından devrimci nitelik taşıyan görevleri kapsar, ancak görevlerin başarılması ayaklanma ve darbe gibi siyasal zor ağırlıklı taktik ve yöntemlere dayanabileceği gibi, seçim, genel grev ve barışçıl kitlesel gösteriler gibi nisbeten barışçıl taktik ve yöntemlere de dayanabilir; çoğu durumda gerçekleşen ve başvurulan taktik ve yöntemlerin özel tarihsel ve toplumsal koşullar tarafından belirlenen somut bir bileşimi söz konusudur. Şubat 1917 Rus devriminde Rus sosyal demokrasisinin acil siyasal görevlerinin başarılması (çarlık otokrasisinin yıkılması ve siyasal özgürlüğün kazanılması) ayaklanma ve kitlesel gösterilerin bir bileşimine dayanarak mümkün olmuştur. 1979 İran devriminde monarko-faşist Şahlık rejiminin yıkılması benzer bir seyir izlemiş, ama kitle gösterilerinin etkisiyle barışçıl niteliği ağır basmıştır.

Acil siyasal görevlerin başarılması, partinin gündemine sosyalist devrime geçişe ilişkin yeni acil görev tanımlarının yapılması zorunluluğunu taşır. Lenin RSDİP içinde Nisan tezleriyle bunu yapmıştır.

Türkiye’de 2009 koşullarında işçi sınıfı partisinin acil siyasal görevleri: İşbirlikçi rejimin yıkılması, bağımsızlığın kazanılması, emperyalizmin (askeri üsleriyle,  siyasal ve ekonomik ayrıcalıklarıyla) ülkeden kovulması, bağımsızlığın kazanılmasıyla demokratik halk iktidarının kurulmasıdır.

1900’lerin başlarında, RSDİP içinde acil siyasal görevlere dair programatik belgelere direnç, bu hedeflere tereddütle ve kuşkuyla yaklaşma, proletaryanın siyasal görevlerini arka plana atıp ekonomik mücadeleyi öne çıkarma veya siyasal görevlerin kapsamını dar ve kısıtlı olarak ele alma, işçi sınıfının bağımsız partisini örgütleme amacını “başkasının sözlerini tekrarlama” (ezber) olarak nitelendirme, işçilerin mücadelesini ekonomik mücadeleye indirgeme, işçi sınıfı siyasetini liberaller ile ittifak yapan aydınlara emanet etme biçimlerinde dışa vuruluyor.  Bu eğilim Credo, Raboçaya Mysl gibi yayınlarda dile getiriliyor.

Lenin, parti program ve kararlarına aykırı görüşlerin savunulduğu bu dönemi, “Rusya Sosyal Demokrasisi, kendi kendini inkar etmeye kadar varan bir sallantı ve kuşku döneminden geçmektedir” diye tasvir ediyor. Bu dönemin özelliği, parti içindeki ve çevresindeki unsurlar tarafından işçi sınıfı hareketi ile sosyalist düşünce arasındaki bağların koparılmasıdır, ekonomik mücadeleyi yürütmek için işçilere yardım edilse de, bir bütün olarak hareketin sosyalist hedeflerini ve siyasal görevlerini  işçilere anlatmak için ya hiç çaba gösterilmemekte veya  hiç mertebesinde az çaba harcanmaktadır; işçi mücadeleleri ekonomik taleplerle sınırlandığı için, sosyalist düşünce bu mücadeleden kopmakta ve hükümete karşı siyasal mücadele de aydınlarla sınırlanmaktadır.

Türkiye’de 1960’larda ve 1970’lerde TKP ve TİP içinde egemen eğilim işçi hareketini sendikal taleplere ve sendikacılara teslim etmek ve sınırlamak yönünde olmuştur. Bu yıllardaki sendikalizmin kaynağında yatan TİP ve TKP içindeki bu tavır ve politik çizgiydi. İşçi sınıfını politika-dışı tutmaya yönelik Türk-İş çizgisine tepki olarak örgütlenen DİSK’in kuyusunu kazan, altını boşaltan, giderek DİSK’i sosyal demokrat sendikacılara teslim eden ve 12 Eylül darbesine direnmeden boyun eğdirten de bu sendikalist politik çizgidir. 1980 sonlarından bugüne KESK’i de aynı yola sokan bu sendikalist politik çizgidir. Nihayet bugün Türk-İş dahil sendikacılığı bir bütün olarak yenilgiye ve tasfiyeye sürükleyen de aynı sendikalist çizgidir. Siyasal talep ve hedefler için mücadeleyi aydınlara teslim etme ve sınırlama eğilimi, 1960’larda TİP parlamentarizmine, 1970’lerde CHP kuyrukçuluğuna, 1980-90’larda sol-liberal aydın kuyrukçuluğuna, nihayet bugün AKP –CHP takipçiliğine dönüşmüştür. Sendikal hareket içinde sınıf siyasetinin güçlenmesi ve etkili olması için çabalayanlar (TSİP, Sorun  Dergisi çevresi, K.Bayrak, Proleter    Devrimci Duruş, Yürüyüş, vs.) bölünmüş ve kısmi etkinlik kurabilmiştir. TKP-Gelenek ise kendisini aydın hareketi merkezli bir kent küçük-burjuvazisi hareketi olarak sınırlamıştır. Lenin’in işaret ettiği kendini inkar etme, işçi hareketiyle sosyalist düşünceyi birbirinden koparma eğilimleri son 50 yılımıza damgasını vurmuş, bugünkü tasfiyeciliğin temelini oluşturmuştur.

1960’lardan bu yana hareketimizde egemen olan kendini inkar, sallantı, politik program ve çizgimizden kuşku duyma eğilimini doğuran koşullar, reformist –sol liberal parlamentarizm, sendikalizm, devrimci siyaseti işçi sınıfına kurmaylık eden parti olmaksızın yürütülen bir narodnik terörizme indirgeme, devrimci-demokrat siyasetin reddinden siyasetin toptan reddine kayma, yerelcilik, partisiz ve programsız bir propaganda ile yetinme, yenilgi ve demoralizasyon yıllarında ideolojik öz-güven kaybıdır. Sonuç hareketimizin bütününü etkileyen bir tasfiyecilik eğilimi olmuştur. Tasfiyeciliğin yıkıntıları altında ayakta kalan unsurlar, Lenin’in deyişiyle, “hareketin yalnızca bir yönüne yoğunlaşma” eğilimi göstermektedir. Tasfiyeciliği doğuran koşullar, hareketin yoğunlaştıkları her bir yönünü teori mertebesine yükseltme, pratik darlığı teorileştirme çabası içindedir. Komünist ve işçi hareketinin tarihinde teşhir edilmiş ve yenilgiye uğratılmış marksizm dışı veya marksizmden sapma niteliğindeki bayatlamış düşünceler ve tezler, ideolojik ve politik mirasımızın eleştirisi görünümü altında yeniden moda haline getirilmekte ve tasfiyeciliği teorileştirme çabalarına dolgu malzemesi yapılmaktadır. Bu çabaların sonucu, komünist ve devrimci hareketin işçi sınıfıyla bağlarının zayıflaması, sosyalist düşünce ile işçi hareketinin ayrı nehir yataklarında akması tehlikesini yaratması olmuştur. Mevcut sosyalist ve devrimci kimlikli legal grup ve çevreler (en tipik örnek olarak TKP-Gelenek, EMEP, ÖDP, Çatı Partisi, İSP, SDP, SEH, DSİP, İKP) bu tasfiyecilik rüzgarı doğrultusunda küçük-burjuva sosyalizminin yörüngesine sürüklenmekte, revizyonist, troçkist, narodnik geleneğin tezlerinden yararlanmakta ve işçi sınıfından kopuk eylemler zemininde işçi sınıfının ve demokratik kitle hareketlerinin gerisinde mevzilenmektedir. Bu akım, küçük burjuva sosyalizminin sekterlik, reformizm, oportünizm, liberalizm gibi özellikleriyle şu veya bu ölçüde lekelenmiştir.

Hareketimizin ideolojik siyasal temeli, işçi sınıfı sosyalizmidir, işçi sınıfı hareketiyle sosyalist düşüncenin birliğini temsil eder. Hareketimiz, işçi sınıfımızın ileri unsurlarını, sosyalist düşüncenin taşıyıcısı aydınları, başta yurtsever halk güçleri ve ezilen kürt emekçileri olmak üzere demokratik hareketin en iyi ve tutarlı temsilcilerini, çıkarları bağımsızlıktan yana olan anti-emperyalist zümre ve tabakaları bu birlik ekseni etrafında parti ve cephe düzlemlerinde örgütlemeyi hedefler, bu doğrultuda hareketin bir bütün olarak çıkarlarını, nihai hedeflerini gözetir, siyasal ve ideolojik bağımsızlığını korur.

İşçi hareketinin sosyalizmden kopması, işçi hareketinin kimlik ve güç yitirmesine, yüzeyselleşmesine, yenilgiye sürüklenmesine, kaçınılmaz olarak burjuvalaşmasına, burjuvaziden bağımsızlığını yitirmesine yol açmıştır. Bugünkü Türkiye işçi hareketi, bu nedenle “kuyrukçu” ve “ayakçı” olmuş, kendi kurtuluşuna ihanet eder ve kurtuluşu bireysel olarak burjuvazinin tek tek veya kolektif temsilcilerinin insafına, inayetine, arap çöllerindeki seraba terk eder konuma düşmüştür.

Lenin’in şu açıklaması, tarihimizin son 50 yılında kesin olarak doğrulanmıştır: “Bütün ülkelerde, işçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin birbirinden ayrı olarak varolduğu, her birinin kendi yolundan yürüdüğü bir dönem olmuştur; bütün ülkelerde bu ayrılık hem sosyalizmi hem de işçi sınıfı hareketini zayıflatmıştır. Bütün ülkelerde ancak sosyalizmin işçi sınıfı hareketiyle kaynaşması, her ikisi için sağlam bir zemin yaratmıştır”. Bugün burada tarif edilen noktadayız. Lenin bu bağın her ülkede, “tarihsel olarak, özgün bir biçimde, yer ve zamanın hüküm süren koşullarıyla uyum içinde evrimleştiğine” işaret ediyor ve birleşmenin zor bir süreç olduğuna, çeşitli kararsızlık ve kuşkuların bu sürece eşlik ettiğine dikkat çekiyor.

1 Temmuz 2012 Pazar

ÜLKE VE DÜNYA GÜNDEMİ

EMPERYALİST YAĞMA SİYASETİ VE SURİYE DÜŞMANLIĞI


Suriye ve İran düşmanlığı siyasetinin belirtileri savaş kışkırtıcılığı doğrultusunda gelişmeye devam ediyor. Bu siyaset, emperyalist merkezlerden yakın coğrafyaya ve ülkemize yayılıyor, ABD, AB ve NATO, Katar ve Suudi Arabistan’daki petrodolar zengini emir ve şeyhler ve Türkiye’yi yöneten gerici faşist zümre bu siyasetin ana mihrakları olarak öne çıkıyor. Başbakan Erdoğan, Suriye halkı adına konuşma yetkisi varmış gibi haddini bilmez açıklamalar yaparak komşu ülkenin içişlerine müdahaleye heves ediyor, ülkemizi Suriye halkına karşı bir terör üssüne çeviriyor. Özel hastanelerde ve beş yıldızlı otellerde barındırılan, pasaportsuz ülkemize sokulduğu ve hükümet tarafından finanse edildiği ve silahlandırıldığı anlaşılan El-Kaide’ci çapulcu paralı askerlerin ortalıkta cirit attığı gözleniyor. Suriye’yi etnik, mezhepsel ırkçı çatlakları kanırtarak bölme siyasetiyle Tayyip Erdoğan komşu ülkede dökülen kanların, öldürülen masum insanların baş sorumlusu olarak sivriliyor. Şam ve Halep sokaklarında halk Türkiye Başbakanı’nı “çocuk katili” olarak lanetliyor.

Atlantik ittifakı çerçevesinde Suudi ve Katar hükümetleri eliyle beslenip silahlandırılan ve terör eylemleri için Suriye’ye sevkedilen, kimine göre Libyalılar veya Afgani’ler olarak anılan seyyar çeteler, 1978 sonrasında ilerici Afgan hükümetlerini destabilize etmek ve yıkmak için yürütülen yeşil kuşak karşı-devrimciliğinin geleneğini devam ettiriyor. Afgan karşı devrimcilerinin 1978 sonrasında devrimci Kabil hükümetini yıkmak için Pakistan’da üslendikleri, Afganistan içindeki gerici aşiret ilişkilerinden ve Suudi Vahabi ve Pakistan’lı yabancı unsurlardan beslendikleri, zamanında ABD ve Çin tarafından desteklendikleri ve yönlendirildikleri, El-Kaide ve Taliban örgütlerinin bu zeminden türediği biliniyor. Karşı-devrimci kirli savaş, Afganistan Demokratik Halk Partisi iktidarının yıkılması sonrasında hem Afganistan’ı hem de kirli savaşa üs oluşturan Pakistan’ı yıllar süren ve bugün hala devam eden etnik gruplar, aşiretler ve mezhepler arası çatışmaların bataklığına çevirmiş, her iki ülke gericiliğin, askeri diktatörlüğün, kanlı bir terörizmin ve yabancı işgalinin pençesine sürüklenmişti. Aynı çetelerin, ABD işgali sonrasında Irak’ta mezhep çatışmalarında binlerce masum insanın katledilmesinde ve bu yolla Irak yurtsever direnişinin kırılmasında, geçen yıl Libya’da Kaddafi’nin hunharca katledilmesinde ve Libya’nın emperyalist yağmacıların eline düşmesiyle sonuçlanan askeri operasyonlarda rol oynadığı biliniyor. Şimdi seyyar gerici terör çeteleri emperyalizmin hizmetinde bu defa Suriye halklarına karşı savaşa sevkediliyor. Geçmişte Afganistan’a karşı Pakistan’ın oynadığı rol bu sefer Türkiye’ye öneriliyor, Ziya Ül Hak despotunun yerine ise Tayyip Erdoğan hazırlanıyor.
RİYAKARLIK İKLİMİNİN MADDİ TEMELLERİ
 

Tayyip Erdoğan’ın Suriye düşmanlığı siyasetinin başlangıcının, İsrail ile masaya oturarak uzlaşması ve Müslüman Kardeşler hareketinin siyasette önünün açılması taleplerinin Baas hükümeti tarafından reddedilmesi sonrasına denk düştüğünü, bizzat Beşar Esad’ın açıklamalarından, işte tam da bu ortamda öğreniyoruz. Bu taleplerin aslında ABD’nin talepleri olduğu, Tayyip Erdoğan’ın ise sahibinin sesi olduğu bellidir. Siyonizmin tescilli ve ödüllü temsilcisi olduğu halde Siyonist politikalarla uyumunu riyakar şovlarla saklamaya çalışan Tayyip Erdoğan’ın hangi toplumsal iklimin çocuğu olduğu sorusu burada önem kazanıyor. Bu sorunun yanıtı, AKP hükümetinin Suriye düşmanlığı siyasetinin maddi temellerinde aranmalıdır.
Petrodolar zenginleri, Suriye’nin komşularına Suriye’ye saldırıda rol almaları için büyük paralar saçıyor. Kirli pazarlıkların, Irak işgali öncesinde AKP hükümeti ile ABD arasında yapılan pazarlıkları andırdığı bizzat Katar Başbakanı Hamad bin Casim’in açıklamalarından anlaşılıyor. Pazarlıklarda on milyarlarca doların konuşulduğu, Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil Arabi’nin bile, kişisel olarak, dağıtılan paralardan 50 bin dolar pay talep ettiği aynı açıklamalardan öğreniliyor. Ürdün’ün 3 milyar dolar talep ettiği , ayrıca devasa inşaat ihaleleri istediği, Lübnan’da üslenen çetelere her ay için 5 milyon dolar verildiği haberleri havada uçuşuyor (Irak işgali öncesinde Türkiye’ye ABD tarafından 1 milyar dolar dolar önerildiği de anımsanmalıdır). Paralı askerliğin ve ABD ile suç ortaklığının tarifesi de böylece aşağı yukarı belli oluyor.
ABD’nin suç ortaklarına roketatarlar, havan topları, mayınlar, vs. silah ve cephaneleri, telsiz ve istihbarat olanaklarını temin ettiği de kendilerine Suriye Ulusal Konseyi denilen grubun açıklamalarından anlaşılıyor. Tayyip Erdoğan’ın riyakarlık siyaseti ve Suriye karşıtı terör eylemlerine yataklık yapması bu maddi temeller üzerinden anlaşılabilir. Emperyalizmin Suriye düşmanlığı siyasetinin bir tür sömürgecilik yatırımı olduğu, silah ve para olarak verilenlerin bir getiri hesabıyla bu işe tahsis edildiği, verilenlerin kar payını da içeren bir bedelinin olacağı ve bu bedelin belirli vadede birileri tarafından ödeneceği de öngörülebilir.
SIRTLAN PAYI İÇİN YARIŞMA VE SAVAŞ KIŞKIRTICILIĞI

Emperyalizmin yağma sofrasına oturmaya ve aslan payından arda kalacak kırıntılara tebelleş olmaya hevesli çok sayıda sırtlan adayının son haftalarda peşpeşe ortaya çıktığı ibret verici tarihsel gelişmelerle yüzyüzeyiz. Sırtlan payı için birbiriyle yarışmaya soyunan güç odaklarının arasına Kürt ulusal demokratik hareketinin temsilcisi grupların da katılmaya eğilim gösterdiği anlaşılıyor. Kürt hareketinin sözcülerinin “büyük siyasete” yüz kızartıcı yönelişi, pro-emperyalist taktikleri ve Kürt halkının kendi geleceğini belirleme hakkından vazgeçme iradesinin açıkça görünür hale gelmesi, ayrı bir yazının konusu olarak ele alınmayı hak ediyor. Ancak geçerken altı çizilmelidir, Kürt hareketinin bütün temsilcilerinin emperyalizmin ve sömürgeciliğin yanında konumlanışı, bir yandan bu hareketin artık topyekün gerici bir nitelik kazanmasının ve Kürt halkının çıkarlarını temsil yeteneğini terk etmesinin belirtisidir, öte yandan bu yeni konumuyla Kürt hareketi artık halkları birbirine kırdıracak bölgesel bir savaşın sorumluları arasında yer almaya aday olmaktadır. Amanos dağlarındaki son karanlık saldırı, eğer PKK tarafından örgütlendiyse, AKP hükümetinin Suriye’ye yönelik savaş planlarına PKK tarafından bahane yaratılmak istendiğini doğrulamaktadır. Gerek AKP gerekse PKK, sırtlan payı için giriştikleri “büyük siyaset” ekseninde bölge halklarını kaos ve savaşa elele sürüklemektedir.

AKP lideri Tayyip Erdoğan, sırtlan payı için giriştiği “büyük siyaset” yaklaşımını “sıfır sorun” söylemiyle birleştirdiğini öne sürmekte, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Kemalist hükümetlerinin “yurtta barış dünyada barış” politikasını bu eksende eleştirerek terk ettiğini açıklamaktadır. Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın doğru ve yerinde saptamasıyla, AKP hükümetinin Suriye’de kaos ve savaş kışkırtıcılığına soyunması hayalcidir ve Türkiye halklarının çıkarlarına ters düşmektedir. Osmanlı’yı yıkıma sürükleyen ve Osmanlı halklarını emperyalist savaş girdabında kırdıran Enver Paşa örneğini izleyen AKP lideri Erdoğan’ın “büyük siyaseti” Türkiye halklarının çıkarına değilse hangi toplumsal güçlerin çıkarınadır?

Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti, özel çıkarlarını emperyalist sermayenin bölgedeki sömürgeci emellerine hizmet etmeyle birleştiren bir zümrenin sözcüsüdür. Bu zümre, TÜSİAD başta olmak üzere bir dizi büyük sermaye tekelinin yağmacı ve sömürgeci niyetlerinin temsilcisidir. Türkiye halklarının sırtına kene gibi yapışmış olan büyük sermaye, kendi ülkesine yabancılaşmıştır, kendisi semirten ve büyüten burjuva cumhuriyet rejiminin yasal çerçevesini ve sınırlarını artık kendi çıkarlarına engel olarak görmektedir.
BÜYÜK SERMAYENİN YAĞMA PLANLARI VE YENİ REJİM HEDEFİ

TÜSİAD merkezli büyük sermaye tekelleri, büyümesi önündeki engelleri aşabilmek için artık ulus-devlet kabuğu içinde ücretli iş gücünü ucuzlatmak gibi önlemlerle yetinemiyor. Kapitalizmin küresel sermaye akımlarıyla bütünleşmiş bu asalak ve gerici toplumsal zümre, ülke içindeki işçi sınıfını sömürmekle alabileceği yolun bittiğini görerek açıkça yağmaya, sömürgeciliğe yöneliyor. 2000’li yıllarda hızlanan kamu işletmelerinin özelleştirilmesi siyaseti bu yönelişin bir ifadesiydi. Bu deniz de bittikten sonra şimdi sırada, ülke topraklarının yabancılara satışı, 2B yasasıyla ormanların özelleştirilmesi, Anadolu ve Trakya’daki su kaynaklarının ve maden yataklarının gözü dönmüş bir hırsla yağmalanması, kentsel dönüşüm yoluyla emekçiler barındıkları yoksul kent mahallelerinden sürülerek kentsel rant alanlarının sermaye açılması, sağlıkta dönüşüm yoluyla sağlık hakkı yok edilerek ve eczanelerde muayenehanelerde varlığını sürdüren kent küçük burjuvazisi buralardan sürülerek sağlık hizmetlerinin büyük sermayeye denetimine teslimi, Kerkük-Musul petrol yataklarının emperyalist petrol tekelleriyle ve Barzani aşiretiyle elele Irak’tan koparılıp gasbedilmesi, Kaddafi devrilerek Libya petrol yataklarından pay alınması vs. gündemdedir. Bu yağma girişimlerinin bazen düpedüz hırsızlık biçimlerine dönüştüğü örnekler basına sık sık yansımaktadır (örneğin Basra’da elektrik üreten bir Türk şirketine ait 3 mavnanın her ay 5 milyon dolardan fazla değerde petrolü çaldığı Irak Başbakanı Maliki tarafından açıklanmıştı). 

Musul ve Kerkük’te petrol ve doğal gaz içini kovalayan sermaye grupları arasında sadece petrolcülerin olmadığı, tekstilcilerin, inşaatçıların, nakliyecilerin, kuyumcuların, banka ve ticaret sermayesinin de bu işlerde dahli olduğu bilinmektedir.
50 bini aşkın ihracatçının temsilcisi olarak konuştuğunu belirten Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı M. Büyükekşi, “iç denizlere göre üretilmiş yelkenliyle okyanusta maceraya atılmak yerine, okyanus şartlarına uygun dayanıklı bir gemi yapılması gerektiğini” vurgulayarak yeni anayasal rejim beklentisini veciz biçimde dile getirmektedir. 

Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, yağma ve sömürgecilik siyasetinde sırtlan payı peşinde koşanlar sadece Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresindeki asalak zümre değildir. Küresel sermayeyle bütünleşmiş büyük sermaye tekellerinin tamamı bu siyasette kendi çıkarlarının temsilini ve sözcülüğünü görmektedir. Koç, Sabancı, Çukurova gibi TÜSİAD’a dahil geleneksel büyük sermaye tekellerinin tamamı bu siyasetin içindedir. Yeni rejim arayışı, burjuva cumhuriyetinin kurucu ilke ve ideolojisinden uzaklaşma, laikliğin ve yurtta barış dünyada barış siyasetinin terk edilmesi, ulus-devlet sınırlarının sorgulanır olması, eyalet başkanları ve en tepede bir tür padişah tarafından yönetilen yeni federal devlet amacı, yağma ve sömürgecilik stratejisinin siyasal ifadesi olarak belirmektedir.  

31 Mayıs 2012 Perşembe

RÜZGAR EKENLER FIRTINA BİÇECEK

2012 Mayıs ayında ülke gündemine damgasını vuran başlıca etkenler, gerilim ve çatışma koşullarının karşılıklı ve giderek daha fazla tırmanışıydı. Hükümet cephesinde yokuş aşağı yuvarlanmayı andırır biçimde hızlanan ivme, AKP’nin aynı anda ve bir çok cephede saldırgan ve çatışmacı bir siyaset izlemesinde kendini gösteriyordu. Sendikalı işçi sınıfı kesimlerine, Trakya ve Anadolu’nun dört bir köşesindeki köylülere, küçük burjuvazinin kentli ve eğitimli kesimlerine (hekimlere, eczacılara, avukatlara, sanatçılara), kentlerde barınan emekçi halk topluluklarına ve bunların çalışma, yaşama, barınma, sağlığını koruma, çocuklarını eğitme koşullarına yönelik saldırgan tavır, Doğu’da ve Batı’da Kürt halkının köylü ve kentli bütün kesimlerini de hedef alırken, ordunun subay kadroları da geniş ölçüde tutuklamalara maruz kalıyordu. AKP’nin saldırganlığı ülke dışında da Suriye’yi, Lübnan’ı, İran’ı, Libya’yı, Irak’ı fiilen, İsrail’i ise görünüşte hedef tahtasında tutar gözüküyordu. Obama’nın işaretleriyle sağa sola dayılanma biçiminde dışa vuran bu tetikçilik psikolojisi, kimilerine göre Tayyip Erdoğan’ın kişiliği ve ruh haliyle ilişkiliydi. Nitekim Tayyip Erdoğan’dan etrafına, aile çevresinden parti ve hükümet örgütünün alt kademelerine kadar zincirleme bir azmettirme durumunun halka halka ülkeye yayıldığı, başbakanın kızının sakız çiğneyerek sanatçılara saygısızlık gösterisi yapması sonrasında devlet ve şehir tiyatrolarının aynı saygısızın öz babasının kararıyla özelleştirilerek kapatılacağının duyurulması, hasta yakınlarının hekimlere, polislerin askerlere üniversite hocalarına ve gazetecilere huruç harekatına girişmesi gibi örneklerin bu azmettirmelere denk düştüğü dikkatlerden kaçmıyordu. Adolf Hitler’in de özel bir psikolojisi olduğu bilinir ancak Almanya’da 1930’larda faşizmin egemen olmasına yol açan sürecin führer bozuntusunun bireysel psikolojik sapkınlığına indirgenmesinin tarihsel ve toplumsal gelişmeleri açıklamada fazla basitleştirici bir yaklaşım olduğu da herhalde yaygın olarak paylaşılır ve bilinir.

2012 Mayıs ayı sonuç olarak Türkiye’nin yakın geleceğinde belirleyici gelişmelerin açıkça başladığı bir ay olarak anılmayı ilerde fazlasıyla hak edecektir. Sadece havalanmak için pistte giderek hızlanan bir uçak gibi kalkış noktasına doğru yol alan AKP hükümetinin Bonapartist rejim modeline doğru nihai adımları atmaya yönelmesinden ötürü değil, ama aynı zamanda uçağın pistteki kalkış noktasına uçaktan önce varmaya yönelen yüzbinlerin birkaç hafta içinde ayrı ayrı kollardan ve ayrı ayrı saiklerle de olsa karşı yürüyüşe geçmesinden ötürü de! Türkiye’nin yakın geleceği ile ilgili bir dizi politik program, toplumsal dinamik, ülke içi ve dışındaki çeşitli özneler düğüm noktasına doğru hızla yaklaşıyor. Düğümün belirli bir erimde nasıl çözüleceği, yaklaşan çatışmanın sonucuna bağlı olacaktır.

ARABULUCULUK MU ARABOZUCULUK MU?

AKP’nin daha bir yıl öncesine dek revaçta olan barış söylemi içinde çeşitli zayıf noktalar olduğu biliniyordu. Gürcistan’ın silahlandırılması, İran’a karşı füzeler alınması, NATO’nun Libya operasyonlarına aktif destek verilmesi, Türkiye topraklarını Irak’ın ABD tarafından işgaline lojistik destek için kullandırması, Kürecik’te bölgesel askeri casusluk amaçlı ABD radar üssüne izin verilmesi, Kuzey Irak’taki bazı Kürt bölgelerine yönelik hava saldırıları, Suriye’yi karıştırmak ve Baas hükümetini devirmek amacıyla Suriye sınırlarında paralı askerlere ve İslamcı teröristlere silah ve üs temin edilmesi, Gürcistan, Irak, Suriye gibi komşu ülkelerin içişlerine müdahale edilmesi, bölgede savaş ve terörizmin esas kaynağı ABD’ nin başlıca müttefiki gibi davranılması AKP’nin barış söyleminin ikiyüzlülüğünü gösteriyor. Türk hükümeti bölgede arabuluculuk görünümü altında arabozuculukla iştigal ediyor.

YENİ REJİMİN YENİ SUÇ TANIMLARI

AKP hükümetinin resmileştirmek için büyük bir hızla tırmandırdığı gerilim ve çatışma iklimi, yeni suç tanımlarına dayanıyor: Silivri özel mahkemelerinde yargılananların siyasal savunma çabalarını suç olarak göstermek, basılmamış bir kitabı yazmayı tasarlamayı suç saymak, gericilik ile mücadeleyi suç olarak tanımlamak, ABD ve AB vesayetine karşı muhalefeti siyasal suçlar kataloguna dahil etmek bunlar arasında yer alıyor. Yeni rejimin suç tanımları, burjuva hukukunun gerisine gidiyor, Ortaçağı ve Hitler faşizmini anımsatıyor.

BURJUVAZİNİN POLİTİK CEPHESİ


Büyük sermayenin ve emperyalizmin şemsiyesi altında oluşmuş burjuvazinin politik cephesi, iki ana odak ve arada kalan tarafsızları kapsıyor: Tayyip Erdoğan odağı, Fethullah odağı ve ikisi arasındaki tarafsızlar. Hükümet, AKP, CHP, MHP, BBP, Kürt hareketi, BDP, sol liberaller, Ordu, MİT, Polis, Medya, Yargı bürokrasisi içinde bu odakların değişik derecelerde etkinliği ve iç çatışmaları dikkat çekiyor. Tayyip Erdoğan odağı esas olarak AKP, hükümet, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, Ordu üst bürokrasisi ve MİT müsteşarının desteğine sahiptir. CHP’de Deniz Baykal, faşist harekette MHP (Devlet Bahçeli), medyada Star ve Yeni Şafak, devlet sivil bürokrasisinde Tayyip yanlıları, Kürt hareketinde Burkay gibileri bu odağın yanında saf tutuyor. Fethullah odağı ise Abdullah Gül gibi bazı AKP’liler, CHP’de Kılıçdaroğlu ekibi, Yargı bürokrasisinde ve Poliste çoğunluk hizipleri, faşist harekette BBP kanadı, medyada Taraf, Zaman, BDP’de Barzani kanadı üzerinde etkili gözüküyor. Sol liberaller ise bu iki odak arasında yalpalıyor. Burjuvazinin politik cephesi karşısında anti-emperyalist bir cephenin inşası, Mayıs ayında hareketlenen kitlelerin önüne tutarlı bir program önerme ihtiyacının karşılanmasına bağlı gözüküyor.

DEVRİMCİ MUHALEFETİN POLİTİK İLKELERİ

Burjuvazinin politik cephesi karşısında oluşturulması gereken devrimci cephenin temel ilkeleri, anti-emperyalist, demokratik, cumhuriyetçi, devrimci ve sermaye egemenliğine karşı duran bir zeminde örgütlenmelidir. Devrimci muhalefetin politik zemininde bir araya gelmesi gereken güçlerin, ortak bir politik program etrafında birleşmesi, ortak komiteler kurarak örgütlenmesi, burjuva cephede yer alan örgüt ve çevrelerle bütün bağlarını koparması, direnme hakkının meşruluğuna dayanan politik taktikler üzerinden harekete geçmesi, işçi sınıfının, kentli küçük burjuva kitlelerin, emekçi köylülerin, kürt halkının desteğini sağlaması zorunludur. Devrimci halk cephesinin oluşturulması sürecinde, bir yandan program ve politik temel tartışmaları yürütülmeli, öte yandan bunların sonuçlandırılmasını beklemeden direnme hakkının meşruiyeti anlayışıyla harekete geçen bütün toplumsal kesimlerle birleşme yaklaşımı gözetilmelidir. Nürnberg yargılamalarında eski Nazi’lerin, işledikleri suçlar için “emirlere uyduk” savunmasına başvurduğu biliniyor. Cumhuriyet hukukunda “yasa dışı emirlere” uymanın suç olarak tanımlandığı, emre itaat etmenin her zaman haklı olmadığı, cumhuriyet yurttaşlığı ilkesi açısından kişisel sorumluluğun ve direnme hakkının esas olduğu anımsanırsa, direnme hakkı temelinde kitlelerin seferber olmasının önemi daha iyi anlaşılabilir. Burjuva cephesinin ceberrut saldırganlığı, direnme hakkı temelinde göğüslenecek, boyun eğdirilecek ve işlediği suçların hesabını vermek zorunda bırakılacaktır.

KRİZ ORTAMINDA YAPACAĞIMIZ SEÇİMLERİN ÖNEMİ

Bugün burjuvazinin oluşturduğu cephenin karşısında yer alan güçlerin önemli zaaf ve eksikleri var. Devrimci bir halk cephesinin önderliğini yapması gereken işçi sınıfı sosyalizmi, politik olarak etkisiz, örgütsel olarak zayıf ve bölünmüş, ideolojik olarak donanımsız bir akım durumundadır. İşçi sınıfı sosyalizmin eski geleneksel mihraklarının çoğu, etkiledikleri kadro ve kitlelerle birlikte safları terk etmiştir. Ne var ki, kendi cephemizin önemli yeni üstünlükleri ve güç kaynakları da var: Haklılığımız, saflarımıza yeni katılımların da yolunu açık tutuyor. Devrimci demokrat kökenli akımların diri ve militan odakları, bugün bilimsel sosyalizmin nehir yatağında saf tutuyor: Yürüyüş dergisinin temsil ettiği devrimci hareket, Proleter Devrimci Duruş dergisi, Sorun Dergisi ve Kızıl Bayrak dergisi tarafından temsil edilen komünist gruplar başlıca örneklerdir. Kendi cephemizin olası müttefik güçleri de kitlesel hareketlenmeler içinde burjuva cephe karşısında konumlanmaya eğilim göstermektedir; İP başlıca örnektir. Kürt ulusal demokratik hareketinin de güçler dengesindeki değişmelere bağlı olarak saf seçimi etkilenmeye hala açık görünmektedir. Kendi cephemize çekmemiz mümkün güçlere yaklaşımımızda bu güçlerin bazılarının geçmiş yanlış ve günahları nedeniyle reddedilmemesi gerekir. Önemli olan, içinde bulunduğumuz kriz çukurunda yapılacak seçimlerin, herkesin kim olduğunu belirleyeceği gerçeğidir. Herkesin bugünkü konumunu belirleyecek olan, en kötü koşullarda yaptıkları seçimler olacaktır. Ekim 1917 Devrimi sürecinin bolca örnek ve kanıtları hatırlanmalıdır.

7 Şubat 2012 Salı

MUHALEFET OLMAYAN MUHALEFET ÜZERİNE SİYASAL POLEMİK






KONGRE GİRİŞİMİNİN ELEŞTİRİSİ-2

Yeni rejim altında kendisine bir yer bulacağını hayal edenlerin ve gözü hala açılmayanların arasında bir bölüm sol grupları yedeğine almış Kongre Girişimi’nin, Kılıçdaroğlu yönetimi altındaki CHP’nin, Düzen Partisi’nin yenik düşmüş Ordu ve Yargı bürokrasisi kanatlarının bulunmasından geçen yazımızda söz etmiştik. Cumhuriyet gazetesinin Hikmet Çetinkaya gibi yazarlarının kendilerine yeni rejim altında yer arayanların sesi olduğu dikkatten kaçmıyor. Düzen Partisi’nin bürokrasi ve siyaset kulvarlarında benzer örnekleri çoktur. Sosyalist hareket ve devrimci demokrat akım bünyesinde liberal rüzgarlara açık küçük-burjuva unsurlar safında aynı örneklerin belirmesi ise yeni bir gelişmedir. Bu yeni gelişmenin kökleri 1990’lardan bu yana mevcuttur. Boyner liderliğindeki YDH, Nabi Yağcı liderliğindeki glasnost-perestroika yandaşı TKP, Ufuk Uras liderliğindeki ÖDP, Avrupalılaşan EMEP, siyaseten tükenmiş ve tutunacak dal arayan mülteci sol gruplar, örgütlü sosyalist hareketten uzak durmayı esas alan “sol”-liberal “aydın” zümresi, emperyalist-sol yörüngeye yaklaşan devrimci-demokrat unsurlar bu kökleri temsil ediyor. Çatı Partisi- Kongre Girişimi ekseni bu köklerin verdiği sürgünlerin son örneğidir.

Kongre Girişimi, birkaç yıllık bir geçmişe sahip. Bu geçmişin, Türk solunun “ölü canlarını” ayağa kaldırmak için Kürt ulusal demokratik hareketinin dinamizmine yaslanmayı ve bu dinamizmi istismar etmeyi kapsadığı biliniyor. Bu geçmişin tartışmalarında açılım politikalarına destek olmanın ve AKP’ye “eleştirel destek” sunmanın savunulduğu biliniyor. Bu geçmiş içinde sesi çıkanların “çağdaş demokrasi” normlarının benimsenmesini temel hedef olarak tarif ettikleri, benzer tezleri sendikal harekette çağdaş sendikacılık olarak ifade edenler paralelinde yer aldıkları, CHP içindeki liberal kanadın yanında saf tuttukları henüz unutulmadı. Bu söylemin sahipleri, soyut bir “kalıcı barış” hedefini Kürt sorununda çözüm seçeneğinin kilit kavramı olarak dile getirmişlerdi. Liberal-sol eksen, bu geçmiş içinde taraflaşmayı yanlış tarif ediyor, Türkiye halkları-emperyalizm karşıtlığını değil Kürt-Türk karşıtlığını esas alıyordu.

Kongre Girişimi içinde yer alanlar, PKK’nın yasallaşması görünümü altında PKK’nın tasfiyesini, gerilla hareketinin tasfiyesini, siyasal tutsakların bu uğurda pazarlık malzemesi yapılmasını tartışıyordu. Siyasal programlarını ulusların geleceklerini belirleme hakkından vazgeçme ve ulusal kültürel hakların tanınmasıyla kendilerini sınırlama çerçevesiyle yetinme düzeyine çekmişlerdi. Bu siyasal tercihin pratik sonucu, 12 Eylül anayasasına karşı demokratik bir anayasa talebinin 12 Eylül’ün devamı siyasal kadrolara ve 12 Eylül’ün restorasyonu siyasetine dayandırılması olmuştur.

Kongre Girişimi, bir dizi meşru talebi (demokratikleşme, siyasal tutsakların özgürlüğü, vs.) hangi siyasal hedeflere bağlıyor? Kritik soru budur. Meşru talep ve hedefler, emperyalist politikaların aracı da olabilir, anti-emperyalist ilerici politikaların da dayanakları olabilir. Kongre Girişimi hangi politikalara yaslanmayı tercih ediyor?

Kongre Girişimi’nin politik platformu, siyasal saptamaları ve önerileri, iç içe geçmiş doğruları ve yanlışları kapsayan eklektik bir bileşimi yansıtıyor. Söylemin tumturaklı olabildiği, pratiğin ise ikiyüzlülüğü sergilediği bir hareket özelliği, Kongre Girişimi’nin bütün faaliyetlerine, sonuç bildirgelerine, program taslaklarına, iç tartışmalarına sinmiştir. Saflarında bir yandan savaşa ve işgale karşı halkların birliğinden ve kardeşliğinden sözedenlerin, öte yandan halkların kardeşliği söylemini Türkiye sosyalist hareketinin Kürtlerin başına sardığı bir bela olarak nitelendirenlerin, emperyalizme ve siyonizme karşı pazarlıkçı bir yaklaşımın ve mazlum komşu halklara husumetin yer tutabildiği bir hareketin, ilerici ve demokratik kimliği soru işaretleriyle yüklüdür.

Kongre Girişimi’nin sözcüleri, sosyalist hareketimizin bu girişime uzak duran çevrelerini, yakın gelecekteki olası Kürt düşmanı “çözüm” planlarının ve işçi sınıfı düşmanı “istikrar” paketlerinin sorumluluğunu paylaşmakla suçlaması düşündürücüdr. Bazıları, Kongre Girişimi’ne mesafeli duranları “kuşkulu kişiler” olarak nitelendiriyor. Bunu yaparken, anti-komünist bir söylemi geliştirmekten çekinmiyor.

Kongre Girişimi taraftarları, Kongre hareketini hangi toplumsal özneye dayandırıyor? Kürt yoksul emekçi köylüleri, farklı etnik kökenlerden Türkiye işçi sınıfı değil, şekilsiz ve karmaşık bir “ezilenler” tarifi hareketin toplumsal dayanağı olarak öne sürülmektedir. Bu “ezilenler” aşuresi içinde etnik ve dinsel mezhep kimlikleri, cinsel kimlikler, ekolojik talep ve hedeflerin sahipleri toplumsal özne olarak öne sürülmektedir. Modern sınıflı toplumlarda temel sınıflar dışında toplumsal kültürel kimliklere dayanan bir devrimci özne tarifinin mümkün ve gerekli olduğunu savunan Kongre Girişimi’nin esin kaynağı, Marksizm-dışı ya da post-marksist düşünürlerdir. Geç-kapitalizm çağında Herbert Marcuse’den bu yana benzer görüşleri savunanların işçi sınıfının devrimci özne olarak toplumsal politik işlevini reddetmeye eğilim gösterdiği, sınıf-dışı kimliklere ve unsurlara ve bunların oluşturacağı şekilsiz koalisyonlara önem atfettiği biliniyor. Benzer görüş yandaşlarının İtalya’da “zeytin dalı” etiketi altında işçi sınıfı siyasal hareketinin Avrupa’daki en büyük örgütlenmesini, İtalya Komünist Partisi’ni tasfiye etmekte rol oynadıkları, bu yoldan giderek İtalya’da Berlusconi hükümetlerinin yolunu açtıkları, yakın tarihin bilinen gerçekleridir. Kongre Girişimi sözcülerinin İtalya’daki “Zeytin Dalı” koalisyonunu örnek alması ve bu örneği izlemesi düşündürücüdür.

Kongre Girişimi, Türkiye’de işçi sınıfı siyasal hareketinin, Kürt ulusal demokratik hareketinin, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti rejiminin eşzamanlı tasfiyesinin planlandığı, bu tasfiye hareketinin emperyalizmin yörüngesinde yürütüldüğü bir dönemece denk düşüyor. Hareket bu kimliğiyle sosyalist harekete hasım bir konumda politika sahnesini zorluyor.

1 Şubat 2012 Çarşamba

İMECE: EV İŞÇİSİ KADINLARDAN DAYANIŞMA ÇAĞRISI


Fatma Aldal'ın Mahkemesinde Buluşalım

"EV" dediğimiz yer, bazıları için "İŞ YERİ"dir…
"EV" denilen işyerindeki hak ihlalleri ve sömürü "KAYITSIZ"dır, dolayısıyla "GÖRÜNMEZ"dir…
"EV İŞÇİSİ" Yardımcı, Hizmetçi, Uşak ve hele KÖLE hiç değildir…

ARTIK YETER!..
Masal Bitti…
Kül Kedisi Değil, Ev İşçisiyiz…
Haklarımızı İstiyoruz.
Ev İçinde Emek Sömürüsünde Sınır Tanımayan Yasa ve Uygulamalara Son Verilsin…
ILO C 189 İmzalansın ve Uygulansın…

Değerli Dostlarımız,

Fatıma Aldal Yaklaşık 20 yıl ev işçiliği yaptı.
Bir hayatı vardı… Sevdikleri, çocukları ve bir ailesi vardı.
Hayatını kazanmak için ev işçisi olarak çalışıyordu. Ülkemizdeki milyonlarca kadın gibi…

Sanki bir ağacın milyonlarca yaprağından birisi yere düşmüş de yok olmuş gibi önemsenmedi onun çalıştığı evin camını silerken düşüp iş cinayetine kurban gidişi…

Biz önemsiyoruz… Unutmuyoruz… Unutturmak istemiyoruz… Biz de ev işçisiyiz… Bizim de adımız Fatıma, soyadımız Aldal… Ve sonumuzun aynı olma ihtimali yüksek… Bir şeyler yapmazsak eğer…

Hikayenin Kısa Özeti…

Fatıma Aldal, 5 Mayıs 2011'de İstanbul Maltepe'de temizliğe gittiği evin camını silerken çerçeveyle birlikte 4. kattan düşerek yaşamını yitirdi. Bu ev Fatıma'nın iş yeriydi…

Şimdi bu iş cinayeti, ev hizmetleri iş yasası kapsamında değil diye sıradan bir kaza olarak değerlendiriliyor. Buna göre Kartal 4. Asliye Ceza Mahkemesi'nde kamu davası açılmış durumda.

Fatıma Aldal, 5 Mayıs 2011'de İstanbul Maltepe'de temizliğe gittiği evin camını silerken çerçeveyle birlikte 4. kattan düşerek yaşamını yitirdi. Bu ev Fatıma'nın iş yeriydi…


Şimdi bu iş cinayeti, ev hizmetleri iş yasası kapsamında değil diye sıradan bir kaza olarak değerlendiriliyor. Buna göre Kartal 4. Asliye Ceza Mahkemesi'nde kamu davası açılmış durumda.


2 Şubat'ta ilk duruşma yapılacak.
Sizleri bu davaya sahip çıkmaya, dayanışmaya davet ediyoruz.

Kazanımlar Devam Etsin…

Geçen yıl Mayıs ayında İmece Kadın Sendikası G. olarak Çalışma Bakanlığına başvurduk. Arkadaşımızın ev işçisi olduğunu söyleyerek ;"Bakanlığınız iş kazasında yaşamını yitiren Fatıma Aldal için ne yaptı?" diye sorduk. Bunun ardından Bakanlık kazayı araştırmak için bir iş müfettişi görevlendirdi.

İş müfettişinin hazırladığı raporu ailesi dosyaya koydurdu.

Bu çabalarımızla bir ilki gerçekleştirip bir adım atmış olduk… Ancak bu yeterli değil.

İş yasasına bakılırsa ev işçileri yasada kapsanmıyor. Fakat Sosyal Sigortalar yasası 30 günden fazla çalışmak (süreklilik) şartıyla ev işçisini sigorta kapsamına alıyor.

Mahkeme Fatıma Aldal'ı işçi olarak değerlendirecek mi?

Ve böylece Fatıma Aldal öldükten sonar da olsa sosyal haklarına kavuşacak mı?

Bu sayede güvencesiz çalışan bütün ev işçilerinin statüsüzlüğüne bir son verilecek mi?

Yoksa bu iş cinayeti herhangi bir "kaza" olarak değerlendirilip sadece kazada ihmali olanlara ceza verilip dosya kapatılacak mı?

Fatıma Aldal ölmeden önce çocuklarına "Eğer sigortalı çalışsaydım şimdiye kadar emekli olmuştum" demişti.

20 yıla yakın bir süredir ev işçiliği yapmış, evini çocuklarını bu mesleği ifa ederek geçindirmiş bir emekçi nasıl oluyor da işçi olarak kabul edilmiyor?

Kadın emeğini köle emeği gibi gören bu zihniyete artık yeter diyoruz!

Masal bitti… Bütün dünyada ev işçileri ayağa kalktı.

Binlerce, yüz binlerce ev işçisi yasal statüye sahip olmadan kölelik koşullarında çalışmaya başkaldırıyor.

Ev içi emeği görünmez kılan erkek egemen ideolojiye hayır diyoruz. Ev içinde harcanan emeği görünmesi için sesimizi yükseltiyoruz.. Haklarımızı İstiyoruz.

Ev işçilerinin karşı karşıya bulunduğu suistimallere ve sömürüye "artık yeter!"

Taleplerimiz:

- ILO C189 :"ev işçilerine insanca iş" sözleşmesi imzalansın, iç hukuk sözleşme ile uyumlu hale getirilsin! Ve bu yasa gereği gibi uygulansın!
- Ev işçileri olarak insanca İş koşulları istiyoruz!
- Sosyal güvence istiyoruz.
- İş yerlerimizde işçi sağlığı iş güvenliği önlemleri alınsın.
- Ayrımcılık, mobbing, taciz ve aşağılanmaya son verilsin!
- Saygınlık istiyoruz!
- Göçmen ev işçilerinin çalışması önündeki engeller kaldırılsın!


Değerli Dostlarımız,

Ev işçilerinin kölelik koşulları kabul edilemez.
Ev işçilerine sosyal güvence hakkı tanınmaması ayrımcılıktır.
Ev emeği değer üreten bir emektir. Ücretli ücretsiz ev emeğinin görünmezliğine hayır diyoruz!
Ev emeğinin hakları için sizi dayanışmaya çağırıyoruz.

Dayanışma için sizi
- 2 Şubat 2012, 09:30'da Kartal Adliyesi'ndeki duruşmaya
- www.kadinlarinimecesi.org adresindeki imza kampanyasına
katılmaya davet ediyoruz.

Dayanışma Duygularıyla Selamlıyor ve Desteğinizi Bekliyoruz.

İmece Kadın Sendikası G.
www.kadinlarinimecesi.org

KESK: GREVSİZ TOPLU SÖZLEŞMESİZ SENDİKA OLMAZ


“Grevsiz Toplu Sözleşme, Toplu Sözleşmesiz Sendika Olmaz”
Basın Açıklamasına Çağrı

Sendikal hak ve özgürlüklerimizin yok sayıldığı, 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı 23.01.2012 tarihi itibariyle TBMM’ye gelmiş bulunmaktadır.TBMM Plan ve Bütçe Komisyonun 26 Ocak 2012 tarihinde gerçekleştirilen toplantısında; yasa tasarısı için Plan ve Bütçe Komisyonunda alt komisyon kurulmasına ve tasarının Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu 2 Şubat 2012 Perşembe günü toplanacaktır.

Yürütme Kurulumuz, söz konusu yasa tasarısının meclis süreçlerine de müdahil olmak, konfederasyonumuzun itirazlarını, eleştirilerini ve Kamu Emekçilerinin gerçek ihtiyacı olan demokratik bir yasaya ilişkin taleplerini, CHP ve BDP’nin ilgili komisyonlarının üyesi milletvekilleri ile toplantılar yaparak iletilmiştir.

Yürütme Kurulumuz, yasa tasarısına ilişkin her adımı yakından takip etmeye ve komisyon üyeleriyle doğrudan görüşmeler yaparak sürece müdahil olmaya devam edecektir. Yasa tasarısına ilişkin sürece müdahalemiz elbette ki sadece komisyon toplantıları veya komisyon üyeleri ile görüşmelerle sınırlı değildir. Gücünü fiili ve meşru mücadeleden alan konfederasyonumuzun asıl dayanağı her zaman olduğu gibi bu süreçte de başta üyelerimiz olmak üzere kamu emekçileri ve örgütlü eylem gücüdür.

Bu çerçevede; 2 Şubat 2012 Perşembe günü “Grevsiz Toplu Sözleşme, Toplu Sözleşmesiz Sendika Olmaz” şiarıyla; bütün Türkiye’de AKP binalarına, Ankara’da ise TBMM’ye yürüyüşler düzenleyerek Adana’da da yasa tasarısına ilişkin basın açıklamaları gerçekleşecektir.


Tarih : 02.02.2012
Saat : 12.15
Yer : Büyükşehir Belediyesi Önünde toplanılarak
AKP İl Binası önüne Kadar Yürünerek Basın Açıklaması Yapılacaktır.