30 Ağustos 2014 Cumartesi

GEZİ ŞEHİTLERİNİN DAVALARINA KATILMA ÇAĞRISI

Onların yerinde hepimiz olabilirdik. Gel sahip çık davama, davana, davamıza. Bizden başka kimsemiz yok. 


16 Ağustos 2014 Cumartesi

PKK 15 AĞUSTOS 30. YILDÖNÜMÜ HAKKINDA AÇIKLAMA


PKK'nin silahlı mücadeleyi başlattığı 15 Ağustos'un 30. yıldönümü dolayısıyla açıklama yapan PKK Yürütme Komitesi, Kürt halkının direniş bayramını kutladı.
PKK, "15 Ağustos'un en büyük başarı ve kazanımı savaşan halk gerçeğinin yaratılmasıdır" dedi.

PKK: 15 AĞUSTOS SADECE BİR EYLEM DEĞİL BİR HALKIN ÖZGÜRLÜK EYLEMİDİR
PKK Yürütme Komitesi, 15 Ağustos Atılımı'nın 30. Yıldönümü dolayısıyla açıklama yaptı.

PKK resmi sitesinde yayınlanan açıklamada, Maxmur, Şengal ve Rojava'daki direniş selamlandı ve Kürt halkının 15 Ağustos "Diriliş Bayramı" kutlandı.

15 Ağustos'un öncü komutanı Mahsum Korkmaz (Agit) şahsında Kürt özgürlük mücadelesinde yaşamını yitirenler anılarak, şöyle denildi:

PKK'NİN MESAJI
"15 Ağustos zafer çizgisini netleştiren Ağustos ayının kahraman şehitlerinden Erdal, Sarı İbrahim, Rojhat Bluzeri, Jında, Nucan, Delila, Roza yoldaşlarla Kela Memé Şehitleri ile tüm kahraman şehitlerimiz, olağan üstü emek, fedakârlık ve cesaretleriyle mücadelemizi bugünlere taşıyan değerlerimizin bileşkesi olarak, halk ve insanlık tarihindeki onurlu yerlerini alarak ölümsüzleşmişlerdir"

15 Ağustos'un sadece bir eylem olmadığını vurgulayan PKK,15 Ağustos atılımıyla Kürdistan halkının savaşan bir halk gerçekliğine ulaştığını belirtti.

PKK: 15 AĞUSTOS'UN EN BÜYÜK BAŞARISI SAVAŞAN HALK GERÇEĞİ
15 Ağustos Hamlesinin sadece Kürtler için değil tüm ezilen halklar açısından da bir ilham kaynağı olduğu vurgulandı.

Kürdistan halkının 15 Ağustos atılımı kazandığı en büyük başarının savaşan halk gerçeği oluğuna dikkat çekilen açıklamada;

"15 Ağustos atılımıyla Kürdistan Halkı kendi tarihsel-toplumsal kökleriyle yeniden buluşmuş, adeta kendini direnişle yoktan var etmiştir" denildi.

PKK: ORTAK DİRENİŞ CEPHESİ BÜYÜYOR
15 Ağustos Hamlesinin yarattığı demokratik ulus gerçeğinin, aynı zamanda bir kadın devrimi olan Rojava devriminde somutlaştığının altını çizen PKK açıklamasında şu vurgular yapıldı:

"Kürdistan devrimi artık, bir bölge devrimi, Ortadoğu demokratik toplumunun devrimidir."

PKK: IŞİD EGEMEN GÜÇLERİN SON ÇIRPINIŞIDIR
PKK açıklamasında son dönemde Türk devletinin de desteklediği IŞİD saldırısına da dikkat çekildi.

Kürt halkının direnişini AKP ve Gülen çeteciliğiyle engelleyemeyen güçlerin bu kez IŞİD çetelerini devreye soktuğunu belirten PKK açıklamasında şöyle denildi:

"Devrimsel yürüyüşümüz, günümüzde IŞİD çetelerinin saldırılarıyla boğulmak, tasfiye edilmek istenmektedir. ABD, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, KDP başta olmak üzere dünya ve bölge gericiliği ve egemen Kürt ihanetçiliği tarafından farklı düzeylerde de olsa desteklenen IŞİD adlı çete örgütüyle, Rojava, Maxmur ve Şengal'daki halkımıza en alçakça katliam ve saldırılarla yönelmeye çalışmaları bu güçlerin son çırpınışları ve çaresizliklerinin de ifadesi olmaktadır."

PKK: TÜM HALKIMIZI 15 AĞUSTOS RUHUYLA DİRENİŞE ÇAĞIRIYORUZ
Tüm bu saldırılara karşı Kürdistan halkının direnişine işaret eden PKK, "Rojava ve Maxmur direnişiyle birleşen Şengal Direnişi, Kürdistan Halkının onurudur.

Şengal Direnişi, yeni bir Rojava olarak Kürdistan ve Ortadoğu devriminin günümüzdeki en stratejik mevzisi ve savunulması gereken vatan parçasıdır" diyerek şu çağrıda bulundu:

"Rojava, Maxmur ve Şengal'deki halkımıza karşı geliştirilen bu alçakça saldırı ve katliamlara karşı, başta Kürt gençleri olmak üzere, Kürt kadınlarının ve tüm halkımızın 15 Ağustos Hamlesinin devrimci ruhuyla yaşamın her anında ve her yerinde mücadele ve direnişlerini geliştirmeye çağırıyoruz."

PKK açıklamasında, 40 yıllık mücadele tarihinde olduğu gibi bundan sonra da halkların özgürlüğü için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak zafer için mücadele edileceğini belirtti.

TMMOB: IŞİD BARBARLIĞINDAN KAÇANLARA YARDIM ÇAĞRISI


14 Ağustos 2014 Perşembe

PİRSULTAN KÜLTÜR DAYANIŞMA DERNEĞİ YAZOKULU



Avcılar Yeşilkent Pirsultan Kültür Dayanışma Derneği yazokulunda,  Ayvalıtaş ailesinin katılımıyla sınıfı açılıyor.

 

1993 DİGOR KATLİAMI

 

Tanıklık: 93 Digor Katliamı*
Mahmut Alınak


14 Ağustos 1993 günü Digor’dan yükselen feryatlar Ankara’yı sarsınca hemen Kars valisini aradım. Vali telefonda köylülerin Varlı (Zibini) köyü yönünden ilçe merkezine doğru yürüyüşe geçtiklerini, PKK’lilerin ateş açması üzerine güvenlik güçlerinin karşılık verdiğini ve bu çatışmalar sırasında bir kişinin öldüğünü, sekiz on kişinin de yaralandığını söyledi. Oysa Digor’dan gelen haberler valinin söylediklerinin tamamen tersiydi. Digor’lular karşılıklı bir çatışma olmadığını, özel timlerin keyfi bir şekilde kalabalığın üstüne ateş açarak onlarca kişiyi öldürdüklerini ve yüzlercesini de silahla yaraladıklarını bildiriyorlardı. Bu durumda Digor’a gidip geniş bir araştırma yapmak gerekiyordu.
 
Hemen bir heyet oluşturduk. Heyette Selim Sadak, Ali Yiğit ve ben görev aldık. Digor’dan bir gün sonra Malazgirt’te de olaylar oldu. Malazgirt olaylarının da incelenmesi gerekiyordu. Bize Sırrı Sakık da katılınca önce Digor’a sonra da Malazgirt’e gitmek üzere Ankara’dan yola çıktık. Milliyet gazetesinden Rezzak Oral, Hürriyet gazetesinden Mehmet Güler, Zaman gazetesinden Nihat Kılıç, İPS’ den Nadire Mater ve Finlandiya televizyonundan üç kişilik bir ekiple, uçakla Erzurum’a, oradan da karayolu ile Kars’a hareket ettik. Gece karanlığında Kars’a girdik. Erzurum’dan telefonla randevu aldığımız Kars valisi yanında emniyet müdürüyle bizi makamında bekliyordu. Tedirgin ve telaşlıydı vali. Olup bitenler hakkında doğru dürüst bilgilendirilmemiş ve her şey kendisinden saklanmıştı. Açıkça söylemese de kurduğu cümlelerden cinayetin özel timler tarafından işlendiğini anlamak mümkündü.
 
Emniyet Müdürü’nün sorularımıza verdiği cevaplar çelişkilerle doluydu. Saldırıyı PKK’ye yıkıyordu. “PKK ateş etti, güvenlik güçleri de karşılık verdi.” diyerek devlet güçlerine toz kondurmuyordu. Vali ve emniyet müdürüyle görüşmemiz yaklaşık iki saat sürdü. Valinin odasından cevaplanmamış pek çok soruyla çıktık.
 
O gece Kars’ta kaldık. Sabah Kars Devlet Hastanesi’nde yatan yaralıları ziyaret ettik. Hastane tıklım tıklım hasta doluydu. Hastaların hepsi kurşunla yaralanmıştı. Polis hastanede bize adeta nefes aldırmıyordu. Her adımımızı, her saniyemizi kameraya alıyorlardı. Ağır yaralı hastalar polis kameraları altında bizimle çekingence konuşuyorlardı. Güvenlik gerekçesiyle yapıldığı söylenen bu çekimlerin insanları korkutma ve gözdağı verme amacı taşıdığı açıktı.
 
Hastaneden çıktıktan sonra polisin nefesini yine ensemizde hissederek Digor’a gittik. Digor ölüm sessizliği içindeydi. İnsanlar dükkânların camekânlarından korku dolu gözlerle bize bakıyorlardı. Ben Şırnak milletvekiliydim, ama Digor’luydum. Digor’luların yanımıza gelmek istediklerini biliyordum, ama gelmeye çekiniyorlardı. Bir dehşet havası çöreklenmişti şehrin üstüne.
 
Polis kameraları Digor kaymakamının makam odasında da çalıştı. Kaymakamın odasını işgal eden polisler kaymakama bile güvenmiyor ve onunla yaptığımız görüşmeyi de kameraya kaydediyorlardı. Biz şiddetle buna karşı çıktık. Polislerle gergin tartışmalarımız oldu. Kaymakam çaresizlik içindeydi, göz göre göre polislerden korkuyordu. Kaybolmuş bir hali vardı, polisleri odasından dışarı çıkaramıyordu. Kaymakamdan ümidimizi kesince valiyi aradık. Kamera çekimleri ancak valinin müdahalesi ile durdurulabildi. Polisler çekimi durdurdular ama yine de dışarı çıkmadılar.
 
Kaymakamla görüşmemiz bittikten sonra katliamın yapıldığı yere ve köylere gittik. Emniyet müdürü PKK’nin ölümlerin olduğu yerin arkasındaki yüksek bir tepeden ateş ettiğini söylüyordu. Bu durumda PKK’nin devlet güçlerinin içinden ateş açmış olması gerekirdi. Çünkü tanıklar tepenin devlet güçlerince kuşatıldığını ve o bölgede kuş dahi uçurtulmadığını söylüyorlardı.  PKK’nin devlet güçleri içinden ateş açması mümkün olmadığına göre, fail belliydi. Ayrıca emniyet müdürünün iddia ettiği şekilde PKK’nin ateş açması ve devlet güçleri ile PKK arasında silahlı bir çatışmanın patlak vermesi halinde, devlet güçlerinden ve PKK’den ölen ya da yaralananların olması gerekirdi. Oysaki ne PKK’den, ne de devlet güçlerinden ölü ya da yaralı vardı. Bu çelişkiyi sorduğumuz Kars valisi ve emniyet müdürü, herhangi bir açıklamada bulunamamışlardı. Gazetecilerin önünde görüştüğümüz yüzlerce görgü tanığı ve mağdurlar, gerek topluluğun içinden ve gerekse devlet güçlerinin kontrol ettikleri alanın dışındaki başka bir yerden kesinlikle ateş edilmediğini söylüyorlardı. Herkes, özel timlerin mevzilendikleri yerden önce silahla bir el ateş edildiğini, arkasından da özel timlerin topluluğa hedef gözeterek ateş ettiklerini söylüyordu. Devlet güçleri ile PKK arasında herhangi bir çatışmanın olmadığı ısrarla vurgulanıyordu. Suçun failleri ortadaydı. Bu toplu katliamı gerçekleştirenler devlet güçleriydi. Digor’dan köylere hareket edeceğimiz sırada, bir özel tim, “Daha çok fatiha okuyacaksınız’ diyerek bize ve halka meydan okumuştu. “Şırnak’ta emniyet müdürlüğünü basarız. O da olmazsa, Meclis’i basar, Meclis’ten kelle alırız” diyen bir özel timin sözleri sürüp giden barbarlığı çok iyi anlatıyordu. Bazı yaralılar, özel timlerin olaydan sonra dipçiklerle kendilerini öldürmeye kalkıştıklarını, ancak askerlerin müdahalesiyle öldürülmekten kurtulduklarını söylüyorlardı. Tanıklar, yürüyüş sırasında topluluk içinden tek bir slogan dahi atılmadığını söylüyorlardı.
 
Halkın önyargılı olduğu, bu nedenle devlet güçlerine iftira ettiği söylenebilir. Böyle olsaydı, askerlerin de ateş açtıklarını ileri sürerlerdi. Bütün görgü tanıkları Digor kaymakamının Yemençayır ve Ekrek köyü yönünden gelen yürüyüşçüleri ikna ederek geri döndürdüğünü ve böylece daha da büyük bir katliamı engellediğini belirtiyorlardı. Halk ve görgü tanıkları, katiller kimse onları işaret ediyorlardı.
 
Ölü ve yaralılar Zibini, Zixçî, Mewreg, Nexwşan, Kızılkule, Püfik, Başköy ve Baceli köylerindendi. Bazı yaralılar cezaevine atılma endişesi nedeniyle hastanelere başvurmamış, evlerinde tedavi olmaya çalışmışlardı. Birçok ölü ve yaralı ibret olsun diye ayaklarından panzere bağlanarak şehre getirilmişlerdi. Digor halkı duygularını, “Bizim yaşadıklarımız ne Bosna-Hersek’te, ne de dünyanın başka bir yerinde yaşanmamıştır” sözleri ile dile getiriyordu. Yürüyüşe katılan ve katliamı sıcağı sıcağına yaşayanlar, ‘Dört bine yakın insanın toplanmasına bilinçli olarak göz yumuldu. İstenseydi bazı yol kavşaklarında önlem alınarak, bu kadar insanın bir araya gelmesi engellenebilirdi. Üstelik bir ikaz ya da uyarı ateşi yapılmış olsaydı geri dönerdik’ diyerek, plânlı bir katliam ile karşı karşıya kaldıklarına dikkat çekiyorlardı.
 
Digor’daki incelemelerimizi tamamladıktan sonra Malazgirt’e geçtik. Katliam yıllarıydı, Malazgirt’te de katliam yapılmıştı. Ankara’ya döndükten sonra hazırladığımız 23 Ağustos 1993 tarihli ayrıntılı bir raporu Meclis Başkanlığına, Başbakanlığa, Adalet Bakanlığına ve birçok kuruluşa gönderdik. Çabalarımız işe yaradı, özel timler hakkında Kars Ağır Ceza Mahkemesi’ne dava açıldı. Yargılama yıllarca sürdü, beklendiği gibi katil özel timler bir tek gün bile ceza almadan dava dosyası kapatıldı. AİHM Türkiye’yi mahkûm etti, tazminat ödenmesine karar verdi. Hangi para ölenleri geri getirir ki…
 
* Bu yazısı Toplum ve Kuram: Lêkolîn û Xebatên Kurdî Dergisi 9. sayısının dosya konusu olan 90larda Savaş sayısında, Tanıklıklar bölümü altında yayınlanmıştır.
 
 

13 Ağustos 2014 Çarşamba

10 Ağustos 2014 Pazar

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ

10 AĞUSTOS HALKOYLAMASINDA NE YAPMALI?

10 Ağustos halkoylamasında politik deli gömleğine sığdırılmak istenen halkın, zat-ı şahane ve gölgeleri arasından seçim yapması bekleniyor. 12 Eylül mevzuatı kıskacında oluşturulmuş ve halk iradesinin çarpık yansımasını temsil etmekten öteye gidemeyen meşruiyet-dışı bir sözde meclis içinden çıkma oligarşik zümre, aynı politikanın suretlerini temsil eden üç adayı dayatıyor.

Adayların biri malum, 10 Ağustos günü alacağı oy toplamına dayanarak suçlarını aklamayı ve açık İslamcı-faşist diktatörlüğünü ilan etmeyi umuyor. Haziran günleri boyunca sokaklara dökülen kitlelerin dilinde “hırsız ve katil” olduğu açıklanmış bu suç zanlısı tutuklanıp mahkemeye çıkarılması gerekirken cumhurun başına reis olmaya hazırlanıyor. İkinci aday, cüretkar diktatör adayının “altın vuruş” hamlesini dehşetle izleyen küçük-burjuvazinin korkularını, olası direncini yatıştırmak için aday gösterilmiş, işler sarpa sardığı takdirde yedek senaryo olarak planlanan, yakın geleceğin olası “laik-cumhuriyetçi” görünümlü askeri darbesinin sivil ara yüzü olarak tasarlanmış, İslamcı faşizmin silik ve kibar bir kopyası izlenimi veriyor. Üçüncüsü İslamcı-faşizmin siyasi ve ideolojik rehini durumuna düşmüş Kürt ulusal demokratik hareketinin sözcüsü…

ADAY DEĞERLENDİRMELERİ HANGİ GÖZLE YAPILMALI?

Hangi oylama veya seçim söz konusu olursa olsun, yürürlükteki siyasal ve toplumsal düzende adaylar ve oylama hakkında yapılan değerlendirmeler öncelikle ve esas olarak adayların politik kimliği ve bu kimliğin temsil ettiği varsayılan politik çizginin ve ilkelerin kapsamı bakımından ele alınmalıdır. Burjuvazinin kalem erbabı ve medyadaki sözcüleri ise, tartışmayı adayların bireysel kişilikleri ve özel hayatları üzerine çekmeye pek heveslidir. Bu bireyselleştirme tercihi, seçimlere ilişkin burjuva ideolojisinin yaklaşımıdır. Adayların bireysel özellikleri, bedensel yapıları, konuşma tarzı, oturup kalkmaları, aile yapıları, mesleki ünvanları vs. sakız gibi çiğnenerek, temsil ettikleri politik ve toplumsal kimlik bununla örtülmeye çalışılır. Milyonlarca seçmenin yapacağı toplumsal ve sınıfsal tercihler böylece bireysel bir seçim gibi sunulur. Oysa adayların bireysel özellikleri milyonlarca seçmen için milyonlarca farklı seçimin konusu olabilir, sonuçta bunun seçimin esas konusu olmadığı ortadadır. Ancak adayların hangi politik ve toplumsal programın sözcüsü oldukları, farklı sınıflardan kitlelere nasıl bir gelecek vaat ettikleri tartışması seçimin esas konusu olmakla birlikte, seçim kampanyasının gürültüsü içinde genellikle boğulmak istenir. Büyük servet sahiplerinin gücüyle yürütülen ve eşit olmayan propaganda çalışmaları sırasında seçimin esas tartışma başlıklarına karartma uygulanır. Örnek olarak, 10 Ağustos Halkoylamasında halka dayatılan resmi adaylardan ikisi (İhsanoğlu ve Demirtaş) bireysel özellikleri bakımından Erdoğan’dan belirgin olarak farklıdır. İhsanoğlu'nun kibar, eğitimli, sakin görünümü, Demirtaş’ın emekçi halktan gelen içtenlikli ve alçakgönüllü halleri, bireyselleştirilmiş bir seçim propaganda sürecinde pek çok ilerici, cumhuriyetçi yurtsever ve devrimci seçmen adayına sempatik gözükebilir; hele ceberut, nobran, lumpen, yobaz ve edep sınırlarını zorlayan bir söylemin sahibi üçüncü adaya kıyasla Demirtaş ve İhsanoğlu’nun bu üstünlükleri yadsınamaz. Ama oylamanın asıl konusu bu değildir ki! Tarih, bireysel özellikleri bakımından tercihe şayan gözüken adayların seçildikleri takdirde halk düşmanı siyasetlerin en tehlikeli uygulayıcıları olduğuna tanıktır. En iyi ihtimalle, böyleleri en tehlikeli düşmandan daha tehlikeli akılsız dostlar olabilir. Kaldı ki yürürlükteki düzen, hiçbir adaya toplumsal ve sınıfsal ilişkilerden, siyasal ve toplumsal güçler dengesinden bağımsız bir etkinlik alanı tanımaz. Siyasal özneler, geçmiş çağlardan günümüze gelen tarihsel ve toplumsal koşullar tarafından belirlenmiş bir düzlemde rollerini oynar. Bu nedenle, hiçbir seçimde, adaylar esas olarak kişisel dürüstlük, güzellik, boy pos, hitabet yeteneği, inanç, aile yapısı, eğitim düzeyi gibi bireysel nitelikleri açısından ele alınamaz. Esas olan şu soruyu sormaktır: Aday hangi toplumsal ve siyasal programın, hangi sınıfın ve halk güçlerinin temsilcisidir?

ALTIN VURUŞ PEŞİNDEKİ ZAT-I ŞAHANE

Altın vuruş için hazırlanan zat-ı şahane, propaganda kampanyasında dağıtılan seçim broşürlerinde  Eski Türkiye’nin bu seferki direnişi en cilız ve son direnişi olacak” diye açıkça tehdit ediyor! Cumhuriyet rejiminin ipinin 10 Ağustos’ta çekileceğini duyuruyor. İslamcı renklerde bir yeni-faşist rejimin “zaferini ilan etmeye” hazırlanıyor. 10 Ağustos’ta alacağını umduğu oylara dayanarak “sonuçlarını en kısa zamanda vermeye başlayacak” bir siyasi fetih operasyonu doğrultusunda dişlerini gösteriyor. Zat-ı şahane, resmi düzen partisi (CHP-MHP-kuyruğuna takılan diğerleri ve Genelkurmay) saflarındaki sözümona direncin cılızlığı, kişiliksizliği ve yenilgiye mahkumiyeti ile alay ediyor, çünkü bu direncin faşizmin küstahlığıyla çatışmayı seçtiği takdirde halkın başkaldırmasına yol açma olasılığından duyduğu korkuya güveniyor. Zat-ı şahane, propaganda broşürlerinde emperyalist haydutlarla kolkola girmiş olmasıyla övünüyor. “Eski Türkiye’ye dönüş yolunu kapatalım” çağrısı yapıyor. Hitler’in 1933 seçimleriyle açık diktatörlüğünü ilan etmeye hazırlandığı nihai darbeye benzer bir tehlikeyle yüzyüzeyiz!

İslamcı-faşist bir darbe hazırlığının karşısında tek gerçek direniş yolu, Haziran 2013’te başlayan ve bütün Türkiye’ye yayılan halk başkaldırısıdır. Gezi isyancılarının sokakta seslendirdiği sloganlar, TOMA’lara ve polis güçlerine karşı haykırılan “Gel gel” nidaları, altın vuruş peşindeki diktatör adayının önümüzdeki dönemde karşılaşacağı gerçek direnişin yolunu gösteriyor.

“ÖLÜMLERDEN ÖLÜM BEĞEN” SEÇENEĞİ

Düzen Partisi’nin (CHP-MHP-kuyrukçuları-Ordu bürokrasisi-Fethullah cemaati) saflarında ise diktatöre karşı başkaldırıdan ve iç savaş olasılığından ürken küçük-burjuvazinin kapıldığı dehşet ve kafa karışıklığı hüküm sürüyor. Haziran ayaklanmasına tanık olmuş bu kesimler, emekçi halkın kitlesel hareketlenmesinden duydukları ürküntüyle, bugüne dek zatı-ı şahanenin yolunu açmış gericiliğin temsilcilerine sığınmayı seçiyor. 1930’larda Hitler’in işbaşına gelişini kolaylaştırmış siyasi gericiliğin peşinden gitme aymazlığına benzer bir boyun eğiş sergiliyor. 10 Ağustos’ta Ekmelettin İhsanoğlu seçeneğini desteklemek bundan öteye anlamlar da taşıyor. El-Kaide ve IŞİD çizgisinde bir İslamcı aşırılığın yaratacağı tepkilerin emperyalizmin ve büyük sermayenin çıkarlarını tehlikeye düşürecek ölçüde rejimin otokratik inşasını zora sokması durumunda ise, yedek senaryonun sözümona laik ve cumhuriyetçi görünümlü bir askeri darbe olacağı anlaşılıyor. Bugünden mevzilenen bazı güçlerin, restorasyoncu bir darbe hazırlığında oldukları, Mısır’da Mursi’yi deviren Sisi örneğini tekrarlamaya yönelebilecekleri, İslamcı faşizmi askeri diktatörlük yöntemleriyle tesise kalkışabilecekleri olasılığı ihmal edilmemelidir. Ekmelettin İhsanoğlu böyle bir darbenin sivil ara-yüzü olmaya adaydır. Fethullah hareketi bugünden bu cephenin arkasında saf tutmuş bulunuyor. İP ve Perinçek tayfası, Ergenekon operasyonunda tutuklanmış bazı subaylar, zamanında 12 Eylül’ü desteklediği bilinen bazı Kemalistler, MHP ve CHP’nin çoğunluğu böyle bir darbeyi meşrulaştıracak politik konuma bugünden yerleşmiş gözüküyor. Laikliği ve cumhuriyetçiliği Ekmelettin İhsanoğlu’nun kişiliğinde kurgulayan Amerikancı bir İslamcılık (Aramco-Rabıta çizgisi) olası bir darbenin ideolojik politik yörüngesini tayin edecektir. Kendi jargonlarında buna “ılımlı İslam” dendiği biliniyor!

Esas olarak ABD ve Anglosakson emperyalizmi, kısmen Almanya ve Rusya, hatta Çin, 10 Ağustos ve sonrasında görünür hale gelecek bütün seçeneklerin arkasında duracaktır. Kendi aralarındaki itiş kakış ve denge değişiklikleri destek verdikleri odak seçimini değiştirebilir, ancak bu seçeneklerin hiçbiri Türkiye’deki halk güçlerinin bağımsız tercihi değildir. Türkiye işçi sınıfının ve halk güçlerinin çıkarları emperyalizmin desteklediği bütün adayların reddedilmesindedir.

HALKOYLAMASINDA SELAHATTİN DEMİRTAŞ SEÇENEĞİ DESTEKLENEBİLİR Mİ?

Kürt ulusal demokratik hareketinin adayı olarak ortaya çıkan Selahattin Demirtaş’ın desteklenmesi, bu ortamda bir seçenek olabilir mi? Sosyalist ve devrimci saflarda hüküm süren kargaşa, sol içi çatışmalar ve bölünmeler bazılarına bu seçeneği anlamlı ve mecburi bir çıkış yolu gibi gösteriyor. ÖDP başkanı, sol liberal bazı yazarlar, yapacak başka bir şey olmadığı çaresizliğinden hareketle Demirtaş lehine tutum belirlemeyi öneriyor. Selahattin Demirtaş seçeneği, Ekmelettin İhsanoğlu seçeneğinden bazı açılardan farklı olsa bile, seçimin esas konusu bakımından özü itibarıyla farklı tutulamaz. Demirtaş Haziran ayaklanması günlerinde ayaklanmaya mesafeli durmayı önermiş olmasıyla, propaganda sürecinde tıpkı zat-ı şahane gibi “90 yıllık Cumhuriyet ile hesaplaşmayı” öne çıkartmış olmasıyla, AKP hükümetiyle ve emperyalist odaklarla gizli pazarlıkları esas alan Kürt milliyetçiliğini temsil eden politik platformu ile dikkat çekiyor. Kürt ulusal demokratik hareketinin bugününe damga vuran gerçeklik, Kürt halkının pazarlık yoluyla rehin statüsünden kurtulabileceğini ve kendisini yaklaşan kasırgadan esirgeyebileceğini zannetmesinden ibarettir. Türkiye emekçi halk kitlelerinin ve işçi sınıfının kaderinden bağımsız bir Kürt kurtuluşu varsayımı, bu kesimin tarihsel ve trajik bir yanılgısı olarak beliriyor.

Cumhurbaşkanlığı halkoylamasında resmi adaylardan biri olan Selahattin Demirtaş, ikinci tura kalmadığı takdirde, seçmenlerinin ikinci turda serbest olacaklarını duyuruyor. Bu açıklama, birinci turdaki adaylığının politik hedefleri bakımından belirsizlik içerdiğini ve ikinci turda pazarlığa tabi olduğunu, dolayısıyla sosyalist sol açısından bu bakımdan ele alınması gerektiğini gösteriyor. Birinci turdaki adaylığının politik kapsamı ve hedefi eğer ikinci tur olasılığı açısından net bir açıklama içermiyorsa, burada ikiyüzlülük ve gizli bir hesap sözkonusudur denebilir. Birinci turda eğer emekçi halk güçlerinin, işçi sınıfının, ilerici safların hedef ve talepleri için adaylığı söz konusu ise, Demirtaş’tan ikinci tur için de bu hedef ve talepler açısından kendisini bağlayıcı bir açıklama yapması beklenmelidir. Böyle bir açıklama yapılmıyorsa, bunun anlamı, ilk turda kendisine verilecek desteğin kendi asıl hesap ve gündemine ait bir kazanç olarak kaydedilmesi, ikinci turda ise bu desteğin “elde var bir” kabul edilerek pazarlık unsuru sayılmasıdır. İşçi sınıfının  ve halk güçlerinin, ikinci turda kazanacak aday ile yani halkoyuyla seçilerek olağanüstü bir güç kazanacağı varsayılan şu ya da bu zat-ı şahane ile yapacağı bir pazarlık yoktur. Halkoylamasını ilk veya ikinci turda kazanacak Erdoğan böyle bir oylamada ancak cumhuriyet karşıtı ve gerici İslamcı-faşist rejimin öznesi olacaktır. İşçi sınıfı ve halk güçleri açısından, bu özne, yıkılması gereken bir iktidarın temsilcisi olacaktır. Haziran 2013 ayaklanmasının akim kalmış ve hala yürürlükte olan başka bir hedefi yoktur.

Demirtaş’ın adaylığı, hem ilk turda hem de olası ikinci turda, işçi sınıfının ve halk güçlerinin kendi bağımsız hedef ve gündeminin bu nedenle dışında ve uzağındadır. Sosyalist sol açısından desteklenebilecek bir adayın daha ilk tur öncesinde işçi sınıfının ve halk güçlerinin talep ve hedefleri hakkında belirsiz ve suskun bir konumu seçmesi, genel ve yuvarlak sözler dışında bir şey söylememesi, ikinci turda bu talep ve hedeflerin karşısında ve uzağında duracağını ima etmesi kabul edilemez. Şu halde Demirtaş işçi sınıfının ve halk güçlerinin adayı değildir, cumhuriyetçi safları temsil edemez, 10 Ağustos halkoylamasının demokratik temsil açısından problemli ve meşru olmayan niteliğine rağmen resmi adaylığı içine sindirmesi bile bunun doğrulamasıdır. İkinci tura ilişkin yaptığı açıklaması da bu saptamayı bir kez daha doğrulamaktadır. Bazı aklı-evvel yazarların ilk ve ikinci seçim turlarında farklı adayı destekleme çağrıları da tutarsızlığın zirve yapmasıdır: Bazılarına göre ilk turda Demirtaş kaybederse, ikinci turda bazılarına göre seçim boykot edilmeli, bazılarına göre Ekmelettin İhsanoğlu desteklenmelidir. Seçim turuna özgü boykot politikasını boykot seçeneğini tartışırken ele alacağız, ama ilk turda Demirtaş’tan ikinci turda Ekmelettin İhsanoğlu’na tercih kaydırmanın ehven-i şer siyasetinin yansıttığı kafa karışıklığının örneği olduğu belirtilmelidir. ÖDP eşbaşkanlarının bireysel tutum olarak Demirtaş’a oy vereceklerini açıklamaları ama ÖDP’nin parti olarak böyle bir tutumu benimsediğini duyurmaktan geri durması, düşük profilli desteğe örnektir. “Çaresizlikten Demirtaş’a Evet!” anlamındaki bu tutumun ÖDP’nin parti olarak ne işe yaradığını sorgulatması kaçınılmazdır. ÖDP’nin Ufuk Uras taraftarlarıyla yolunu ayırmasından bu yana politikasızlığı politika olarak benimsemeye devam ettiği, bir tür tartışma kulübünden hallice olduğu söylenebilir. Apolitizm, ÖDP’nin müzminleşen iflasının göstergelerinden biridir. İkinci tuhaf Demirtaş destekçiliği örneği de yine ÖDP çevresindeki bazı Birgün yazarları tarafından dile getirilmektedir. İlk turda kişiliği ve politikaları nedeniyle Demirtaş’ı desteklemeye çağıran bu yazarlar, ikinci tura özgü olarak da Ekmelettin İhsanoğlu destekçiliği çağrısı yapmaktadır.
 
Peki sosyalist solun her zaman desteklediği ve en zor zamanlarında yanında durduğu Kürt halkının meşru talep ve hedefleri açısından başkanlık halkoylamasında Demirtaş’ın desteklenmesi önerilemez mi? Kürt halkına karşı baskı ve asimilasyon siyasetinin geriletilmesi açısından Demirtaş’ın bu oylamada alacağı oy oranının yükseltilmesi somut bir siyasal hedef olamaz mı? HDP etki alanındaki EMEP, ESP, SDP, SYKP gibi çevrelerin bu tutumda olduğu biliniyor.

Tartışmanın bu yanında önemli olan, Kürt ulusal demokratik hareketi ile sosyalist sol arasındaki açının bizzat Kürt siyasal öznelerinin seçtiği siyasal yol nedeniyle kapanamayacak biçimde açılmış olması, hatta karşı karşıya gelmiş olmasıdır. Sosyalist hareketin Kürt sorununa dair siyasal programının ve hedeflerinin “Kürt halkının kendi geleceğini belirleme hakkının tanınması” merkezinde olduğu biliniyor. AKP yıllarına kadar bir siyasal devrim programının parçası olan bu hedef Kürt ulusal demokratik hareketi tarafından artık terk edilmiş bulunuyor. Kürt siyasal hareketi Öcalan’ın üzerinden rehin alınmış durumdadır, AKP hükümeti ile yürütülen açılım görüşmeleri bir tür rehine pazarlığıdır. Kürt halkının geleceğini belirleme hakkı, bu rehine pazarlığı üzerinden emperyalizme ve bölgesel ortağı zat-ı şahaneye teslim edilmiştir. Hiçbir ulusal demokratik hareket bu tür bir pazarlık üzerinden kendi halkının geleceğini güvence altına alamaz. Pazarlık masasının karşı tarafındakiler bugün İslamcı faşist yobazlık, Siyonizm ve emperyalist güçlerdir. Buradan Orta-Doğu’yu kasıp kavuran kan deryasının Anadolu’ya da yayılması dışında bir şey çıkmaz. Türkiye halklarının geleceğini esir almış 12 Eylül faşist diktatörlüğünün İslamcı-faşizm biçiminde restorasyonu koşullarının davet edeceği baskı ve zulüm rejiminde Öcalan’ın rehine statüsünün ne olacağı sorusu artık önemini yitirmiştir. Türkiye’yi 12 yıldır yöneten zat-ı şahanenin sırtından bıçaklamadığı yol arkadaşının bulunmadığı hatırlandığında, rehine pazarlığının da olası sonuçları tahmin edilebilir ama sosyalist hareketin farklı sözcüleri bugüne kadar bu konuda yeterince uyarıda bulunmuş olduğuna göre, bu pazarlık artık işçi sınıfının ve halk güçlerinin ilgi konusu değil, “dost acı söyler” mealindeki son hatırlatmasıdır. Demirtaş’ın 10 Ağustos’ta desteklenmesi bu nedenle de söz konusu edilemez. Kürt meselesinde barışçıl denilen emperyalist-politik çözüm gündemi, yakın gelecekte sosyalist hareket açısından yeni baştan bir değerlendirmenin konusu olmak zorundadır, güncel önemi Orta-Doğu kan deryasının ülkeye sıçramasının engellenmesi ile sınırlıdır. Demirtaş’ın adaylığının desteklenmemesi, bu kan deryasını engellemek açısından da önemlidir.

BOYKOT SEÇENEĞİ DEVRİMCİ BİR DİRENİŞ ANLAMINA GELEBİLİR Mİ?

Dayatılan resmi adayların hiç biri 10 Ağustos oylamasında desteklenemeyeceğine göre, sosyalist hareket ne yapmalı? Tarafsız kalmak, pasif boykot, aktif boykot geriye kalan tutumlar olarak gözüküyor. Bu seçenekleri kısaca ele alalım ve “Ne yapmalı?” sorusunu yanıtlamaya çalışan cumhuriyetçi, ilerici, yurtsever, sosyalist çevrelerin tutumunu tartışalım.

İP ve Perinçek çevresi, TSİP’in bazı yöneticileri, CHP kuyruğundan ayrılamamanın bedeli olarak “Yetmez ama Ekmelettin’e Evet!” tercihini savunma konumuna sürüklenmiş bulunuyor. Boykot politikasının yanlışlığından hareketle ve CHP kuyruğundan ayrılamamaları nedeniyle benimsedikleri bu tercih, bu gibilerin politik iflası demektir. Lenin, aslında bir liberal olan ama kendisini sosyalist addeden eski ekonomist akım mensuplarından Akimov’un liberal gazetelerde sosyalistler adına yazdıklarını istisnai olmayan ve benzerleri çok görülen tutumlara örnek göstererek Akimov’un önerilerinin anlamını şöyle dile getirmektedir: “Beni liberal blok listesine dahil etmeniz için her şeyi yapabilirim, kabul edebilirim!” Lenin’e göre Akimov’culuk örnekleri çokça görülen bir olgudur ve liberal burjuvazinin gericilikten çok devrimden korkmasıyla ilgilidir. Ekmelettin İhsanoğlu blok listesinde 14 parti arasında adının sayılmasını içine sindirenlerin ilkesi, “ilerici güçlerin kabul edebileceklerinden daha fazla amaç ve talebin savunulmasının liberal blok davasını dağıtabileceği korkusu”dur. Mustafa Balbay, Kılıçdaroğlu ve peşindekilerin korkusu da budur.

İnce-ayarlı dahiyane siyaset önerilerinin ikinci turda boykot gibi garip örnekleri de mevcuttur. Boykot siyasetinin belirli toplumsal ve siyasal ön koşullarını görmezden gelen bu “2.tur boykotçuluğu” çaresizliği ve politikasızlığı siyaset diye sunmaktadır. Seçim ya tümden boykot edilir veya iki turda da belirlenen seçeneklere oy desteği verilir. Seçime katılanlar için seçim koşulları baştan kabul edilmiş demektir, ikinci turda istediği seçenek yok diye boykot önermek saçmadır, mantıklı olan kendine en yakın seçeneği desteklemek olabilir. İkinci tur boykotçuluğu işaretleri ÖDP ve HDP çevrelerinden alınmaktadır. Bu apolitik görünümlü siyaset ya tarafsızlığı ya da tarafsızlık görünümü altında ikinci tura kalma ihtimali olan iki adaydan birini tarafsız kalarak pasifçe desteklemeyi öngörür. İkinci tur adayları arasında açıkça seçim yapmamak ve tarafsız kalmak, ÖDP çevresinde ve HDP kuyruğundaki “sollar” arasında çaresizlik ve apolitizm, HDP merkezindeki Kürt hareketi saflarında ise AKP ile gizli pazarlığın işareti sayılmalıdır.

Sosyalist ve devrimci basının geri kalanında dile getirilen 10 Ağustos oylaması politikaları şöyle tasnif edilebilir: Resmi adayların hiçbirini desteklemeyen, pasif boykotu veya tarafsızlığı savunanlar (Halkevleri, Odak, Devrimci Hareket, Red Dergisi); oylama hakkında tutum belirlemeyen, seçimi görmezden gelen, “işimize bakalım” diyen veya oylama yokmuş gibi davranıp susanlar (Yürüyüş, Sorun); aktif boykot politikasını savunanlar (TKP’nin her iki kanadı, Proleter Devrimci Duruş, Mücadele Birliği); resmi adayların hepsini reddeden ancak seçimlere katılıp bağımsız bir seçeneği desteklemeyi savunanlar (Kızıl Bayrak). Bu tasnif, 10 Ağustos halkoylaması öncesinde sosyalist harekette derin bir kafa karışıklığının ve bölünmelerin olduğunu gösteriyor. Nitekim İstanbul’un Gazi mahallesinde meydana gelen HDP-Halk Cephesi çatışmaları ve TKP’de meydana gelen bölünme de bu süreçten bağımsız değildir.

Seçimlerde boykot siyaseti ne demektir? Boykot tartışması devrimci taktikler meselesine ilişkin bir tartışmadır. Sosyalist hareketin köken itibarıyla halkçı-devrimci diye nitelendirilebilecek kesimlerinde bu meselenin bir ilke sorunu, bir devrimcilik ölçütü gibi ele alınması dikkat çekicidir, bu kesimlerde seçimlere katılma, sandığı gitme bir reformizm belirtisi olarak görülmektedir. Bu nedenle seçimlere katılmayı öngören ve ciddiye alan yasal örgütlenmeden halkçı-devrimci akım daima uzak durmuştur. Önemseyen unsurları bile (örneğin ÖDP) bu konuda elindeki olanaklara rağmen beceriksiz ve yetersiz kalmıştır. Oysa işçi sınıfı sosyalizmi geleneğinde boykot taktiği bir ilke sorunu değil, bir devrimcilik ölçütü değil, tarihsel ve toplumsal koşullara bağlı bir tutum seçimidir. Siyasal koşullar somut olarak şu veya bu tutumu seçmeyi gerektirebilir. Burada boykot taktiğinin uygulanabilir olup olmadığı konusunda karar verilmesi önemlidir. İşçi sınıfı sosyalizmi açısından boykot taktiği konusunda verilecek kararın belirlenmesinde seçim mevzuatının ve seçimle belirlenecek kurumların gerici niteliği dikkate alınmalıdır ama tek başına ölçüt olamaz. Devrimci hareketin seyri, devrimci deneyim asıl önemli husustur. Boykot taktiğini ilke olarak reddeden Menşevikler, tıpkı boykot taktiğini ilke olarak benimseyen  eğilimler gibi hayattan kopuk doktriner yaklaşımlardır. Lenin’in her ikisiyle de savaştığı bilinir. Boykot tartışmalı ve çoğu zaman riskli bir taktiktir. Mesele devrimci hareketin seyrinin bu taktiğe başvurulduğu takdirde düzen karşıtı mücadeleyi büyütmeye hizmet edip etmeyeceği veya tersine devrimci halk hareketinin düzen kurumlarını restore etmesine yardımcı olup olmayacağına dair bir meseledir. Lenin’e göre devrimci kitle hareketinin büyüdüğü koşullarda, düzen kurumlarının meşruiyetinin geniş kitleler tarafından sorgulandığı koşullarda, boykot doğru bir taktik olabilir. Tersine devrimci dalganın ve kitle hareketinin gerilediği, emekçi kitlelerin sandığın meşru bir yol olduğuna inandığı koşullarda ise boykot taktiği yanlıştır. Sosyalist hareket bu durumda siyasal hedefleri için seçim ve oy kullanma mekanizmasını dikkate almayı, devrimci politikaları seçim koşullarına uyarlamayı önemser. İkinci durumda, en gerici düzen kurumları içinde bile yer almak, tavır belirlemek, seçenek göstermek devrici mücadeleyi sürdürmek için mümkündür ve zorunludur. Kitlelerin seçim politikalarına ilgi gösterdiği, sandığa gitmeye eğilim gösterdiği bir ortamda oylamaya ve seçim sandığına tarafsızlık ve ilgisizlik tutumu devrimcilik değil apolitizm belirtisidir. 2013 Haziran günlerinde, kitlelerin başkaldırdığı ve düzen kurumlarına itaatsizlik gösterdiği koşullarda bir iktidar boşluğu (interregnum) ortamı doğmuştu, halk hareketi mıntıka temizliği yapmış, AKP otoritesi sarsılmıştı. 2013 yaz aylarında bir seçim olsaydı, boykot anlamlı bir taktik olabilirdi. 2013 sonbahar aylarında halk hareketinin kısmen durulduğu ancak Tayyip Erdoğan’ın kan dökülmesi emrini bizzat verdiği öğrenildikten sonra bu kez büyük yolsuzluklara karıştığının anlaşılması halk hareketinde yeni bir ivme yarattı. Ancak yolsuzluk söylentilerinin medyada peşpeşe gelen kaset ifşalarıyla büyümesi halkı medyanın pasif izleyicisi konumuna itti, böylece pasifize etti.  Tarih inişli çıkışlı seyreder ve Marksizm bunu bilerek politik taktiklerini belirler. Gerektiğinde uzlaşmaları benimsemek de buna dahildir.

Boykot taktiği düzen kurumları çerçevesinde bir mücadeleyi değil, düzen kurumlarının karşısında bir mücadeleyi öngörür. Şu halde boykot taktiğinin başarıyla örgütlenmesinin koşulu düzen karşıtı doğrudan kitle hareketinin, kitlesel itaatsizlik seferberliğinin varlığıdır. Boykot siyasal düzenin toptan ve doğrudan reddedilmesidir, ama sadece lafta değil fiiliyatta! Boykot taktiğinin geçerliliği ifadesini örgütlerin slogan ve çağrılarında değil iktidara meydan okuyan kitle hareketinin kabarışında bulur. Boykot iktidarın temsil ettiği siyasal düzene karşı doğrudan bir savaş çağrısıdır. Eğer eski düzene karşı kitlesel bir başkaldırı yoksa, eğer eski düzenin yasal çerçevesi hüküm sürmeye ve halka sınırlar koymaya devam ediyorsa, boykot taktiğinin başarılı olması beklenemez. Devrimci kabarışın en önemli belirtisi örgütlerin çağrılarının halkta yankı bulması, karşılık yaratması, devrimci örgütlerin slogan ve çağrılarının halk hareketinin gerisinde kalmasıdır. Haziran ayaklanmasının belirgin özelliklerinden biri bu olmuştur. Bu koşullarda ülkedeki gerilime boykot çağrısı eklemlenir. Boykot çağrısı kendi başına yeni bir atılım yaratmaz, sadece kitle hareketinin dinamizmine denk düşer. Olayların nesnel seyrinden hükümetin boş vaadlerine ve pazarlık tekliflerine yanaşma dersi çıkaranlar, öznel olarak devrimci niyetlerden yoksun olanlar değil, gelişen nesnel devrimci durumu doğru kavrayamayanlardır.

Boykot politikası iki biçimde ele alınabilir: Aktif boykot ve pasif boykot. Aktif boykot sadece düzenin resmi kurumları içinde yer almayı ve rol oynamayı reddetmek değildir. Siyasal düzene karşı doğrudan ve kitlesel bir saldırının parçası olmaktır. Bugünkü nesnel koşullarda, kitlesel bir başkaldırının bulunmadığı ortamda, aktif boykot politikası açıkça yanlıştır. 10 Ağustos halkoylamasının meşru olmayan niteliğine karşı içeriğiyle bir propaganda değeri taşısa bile, biçim olarak yanlıştır. Aktif boykot politikasını savunanlar (TKP’nin her iki kanadı, Proleter Devrimci Duruş, Mücadele Birliği) boykot sözünü aşındıran ve değersizleştiren bir taktiği savunmaktadır. Aktif boykot kitlesel başkaldırı, rejime doğrudan saldırı olarak uygulanmadığı sürece boş söz demektir. Lenin bu durumu, “büyük sözler sarfedip bu sözlerin gerçek anlamını kavramamak” olarak tarif ediyor.

Pasif boykot ise daha farklıdır, tarafsız kalmayı ifade eder, resmi adayların hiçbirini desteklemeyenler, pasif boykotu veya tarafsızlığı savunanlar (Halkevleri, Odak, Devrimci Hareket, Red Dergisi); oylama hakkında tutum belirlemeyen, seçimi görmezden gelen, “işimize bakalım” diyen veya oylama yokmuş gibi davranıp susanlar (Yürüyüş, Sorun) politika dışına düşmektedir.

Sonuç: Haziran ayaklanması 2013 yaz aylarından sonra sönümlenmiş, kitle hareketi gerilemiştir. 31 Mart 2014 yerel seçimleri ve sonuçları sonrasında bugün için boykot taktiğinin nesnel koşulları ortadan kalkmıştır. Buna karşılık devrimci kitle hareketlerinin yeni bir dalgasını davet edecek ön koşullar birikmeye devam etmektedir. Bugün için sosyalist hareketin görevi, siyasal düzene karşı yeni bir kitle hareketini doğuracak ve kitleleri örgütleyecek çalışmalara devam etmek, bir yandan da bugünkü nesnel koşulların dayattığı düzen içi siyasal kurumlarda bu siyasal kurumların meşru olmayan niteliğini teşhir etmek için yer alma görevini es geçmemek, bütün seçimlerde devrimci seçeneği ortaya çıkartmak için mücadele etmektir.

SOSYALİST CUMHURİYET İÇİN İKİ YOL: SEÇİM SANDIĞI VE BAŞKALDIRI

Tarihte hiçbir cumhuriyet, seçimlerle ve başkanlık oylamasıyla kurulmamıştır. Cumhuriyet  ancak ve sadece devrim yoluyla, iç ve dış savaşları da kapsayan büyük mücadelelerle kurulabilir, meşru siyasal otoritesini ancak ve sadece ayaklanan halktan alabilir ve tek adam rejimini ilke olarak reddeden bir meclis iktidarı ile temsil edilebilir. Plebisiter veya referandum benzeri oylamalar karşı-devrimlerin meşruiyet dayanağıdır, bu oylamalarda yer alan adaylar da karşı-devrimin oyuncaklarıdır. Demirtaş dahil hiçbir aday bunun istisnası değildir. Resmi muhalefet adaylarının açıklamaları da zat-ı şahanenin seçilmesine sözümona demokratik bir görünüm vermeye alet olduklarını, Demirtaş için bunun ötesindeki tek perspektifin ise Kürt halkının meşru demokratik talep ve hedeflerini Barzani-Öcalan milliyetçiliği ile ve bölgesel emperyalist çıkarlarla uzlaştırmaya yöneltmekten ibaret olduğunu göstermektedir.

10 Ağustos halkoylamasında bir cumhurbaşkanlığı seçimi söz konusu değildir. Adaylardan biri halka onaylatarak padişah olmaya hazırlanıyor. Öbür iki resmi aday ise bu onaylamanın figüran adayı durumundadır. Sosyalist hareket için meşru adaylar, Haziran ayaklanmasında toprağa düşen gençlerdir. Resmi adaylara karşı seçim sandığına Haziran adaylarımızı oy pusulası olarak atalım. Halk kitlelerine devrimci seçeneğimizi oylatmak için propaganda yürütelim. Yakın geleceğin devrimci fırtınalarını yönetmeye yetenekli bir Türkiye Halkları Komünist Partisi’ni (THKP) inşa etmek için çalışmayı sürdürelim.

6 Ağustos 2014 Çarşamba

10 AĞUSTOS SEÇİMLERİNDE HAZİRAN AYAKLANMASI ŞEHİTLERİNİ DESTEKLİYORUZ

Seçimlerde kullanılacak oy pusulasını aşağıdaki resimden indirerek kendi olanaklarınızla çoğaltabilirsiniz!

Seçim günü bu oy pusulasını zarfa koyup sandığa atalım