9 Kasım 2011 Çarşamba

FÜZE KALKANI: KİME NEDEN KALKAN OLACAK?













NATO Lizbon zirvesinde resmiyet kazanan “Füze Kalkanı” projesi, NATO’nun sözünden çıkmamayı düstur bellemiş Türk hükümeti tarafından uygulamaya sokuluyor. Türkiye’nin doğu bölgesine kurulacağı açıklanan “Füze Kalkanı”nın İran’dan ateşlenecek güdümlü füzelere karşı bir erken uyarı sistemi olarak tasarlanmış radar sistemini kapsadığı biliniyor. Bu NATO projesinin öbür ayağı ise, İran füzelerini ateşlendikten sonra havada vurması tasarlanan ve şimdilik Romanya’da ve seyyar NATO savaş gemilerinde konumlanacağı belirtilen füzesavar füzelerden oluşuyor. NATO savaş gemilerinin Karadeniz ve Doğu Akdeniz sularında bulunacağı da belirtiliyor.

Bu askeri projenin İran füzeleri dışında başka hedefleri de olabileceği, Irak’tan bu yıl sonunda çekilerek Güney Doğu Anadolu’da konumlanması öngörülen ABD askeri birliklerinin kışkırtılması mümkün bir Türk-Kürt iç savaşına müdahil olması durumunda olası hava saldırılarına karşı korumayı veya İran ile ittifak kurabilecek bölge ülkelerini de caydırmayı amaçladığı söyleniyor. İran’ın askeri savunma gücünü kırmayı ve yalıtmayı amaçlayan NATO kalkanının, bölgede olası merkezkaç gelişmeleri engellemek gibi niyetleri de temsil ettiği görüşü de yaygın olarak paylaşılıyor. Emperyalist güçlerin İran’a yönelik geniş çaplı bir askeri saldırıya girişmeleri durumunda, NATO Füze Kalkanı’nın, İran’ın mukabele yeteneğini kırmak, Orta-Doğu havzasındaki askeri hedefleri vurma kapasitesini sınırlamak gibi bir işleve sahip olacağı tahmin ediliyor. İran envanterindeki füzelerin 2000-2500 km. dolayında olduğu düşünülen menzili, Orta-Doğu coğrafyasının ötesini kapsamıyor. Dolayısıyla, Füze Kalkanı projesinin savunma değeri, aslında Türkiye haricindeki NATO üyeleri açısından pratik bir öneme sahip değildir. NATO üyesi olmayan ama Batı emperyalizminin bölgedeki çıkar ortakları ve işbirlikçileri arasında yer alan Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, İsrail, Kuzey Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi ve Gürcistan topraklarını kapsayan bir coğrafya açısından ise olası bir İran füze saldırısının hedefi olarak kurgulandıkları ölçüde pratik bir savunma değerine sahip olduğu düşünülebilir. Afganistan ve Irak’daki emperyalist işgal güçleri ve askeri üsleri açısından veya yakın coğrafyalarda emperyalist saldırganlığa sıçrama tahtası oluşturan Türkiye’deki İncirlik ve Kıbrıs’taki Akrotiri ve Dikelya gibi askeri üsler açısından da Füze Kalkanı’nın bir savunma değeri olduğundan sözedilebilir. Şu halde NATO Füze Kalkanı, NATO ülkelerini İran füzelerinin saldırısından korumak için değil, Orta-Doğu’da emperyalist saldırganlığın ve çıkarların temsilcilerine ve unsurlarına karşı İran ve diğer bölge ülkelerinin savunma araçlarını etkisiz kılmak için tasarlanmış ve uygulamaya sokulmuş olması akla yakın gözüküyor.
 
Orta-Doğu’da İran’a, Suriye’ye hatta Türkiye’ye yönelik askeri tehdit ve emperyalist saldırganlığın kuvveden fiile dönüşmesi olasılığı, Füze Kalkanı’nın politik ve askeri gerekçesini oluşturuyor. Bunun tersi, yani İran’ın bölgedeki emperyalist üslere ve Batı emperyalizminin ortaklarına işbirlikçilerine durup dururken bir füze saldırısına girişmesi olasılığı zaten mantıken mümkün değildir, zira ne İran sermayesinin çıkarları bölgeye yönelik yayılmacı bir tehdidin nesnel temellerine sahiptir, ne de aynı anda birden fazla kendinden güçlü ve saldırgan niyetler taşıdığı bilinen askeri hedeflere saldırmanın askerlik bilimi açısından inandırıcı bir sebebi varsayılabilir.
 
Nitekim “biz kediye kedi deriz” küstahlığıyla Abdullah Gül’ün NATO Lizbon zirvesindeki zavallı ikiyüzlü kıvırtma manevralarını elinin tersiyle iten Sarkozy’nin açıkça işaret ettiği üzere, NATO Füze Kalkanı projesinin görünür hedef tahtasında  İran halkı bulunuyor.
 
Füze Kalkanı’nın NATO emir ve komutası altında kurulması, bölge ülkelerini geniş çaplı bir savaşın içine çekebilecek gelişmelerin bölge devletlerinin ve halklarının iradesinden bağımsız olarak NATO tarafından tetiklenebileceği endişesini de ister istemez doğuruyor. Burada Türk hükümetinin tavrı ve konumu, Türkiye’yi bölge halkları aleyhine savaş ve saldırganlık tertiplerinin harekat merkezi haline getiren Batı emperyalizminin bekçi köpekliğine denk düşüyor. Türkiye benzer bir rolü en son 1914 Dünya Savaşı’nda üstlenmişti. Yavuz ve Midilli isimleri takılmış Alman zırhlı gemilerinin (Göben ve Breslau) Alman Genelkurmayı tarafından Karadeniz’de Rus limanlarını bombalamakla görevlendirilmesi, Alman komutanların yönetimindeki Osmanlı ordularının Afrika’dan Asya’ya ve Avrupa’ya çok geniş bir coğrafyada emperyalist paylaşım savaşlarına dahi edilmesinin, bu uğurda milyonlarca Osmanlı devleti uyruğu yoksul köylünün ölümüne yol açtığı, Osmanlı devletinin bu savaşta parçalandığı ve emperyalist büyük devletler tarafından paylaşıldığı, toplumsal belleğimizde hala canlı bir öykü olarak yaşamaktadır. Türkiye halklarının geleceği, 20. yüzyılın başlarında bozulan oyunun bir kez daha bozulmasıyla yazılacaktır.