Düzen Partisi'nin
Devrim Partisi'ne Rusçuluk Putin'cilik suçlamasıyla saldırma hastalığı: Ukrayna
savaşı sürecinde NATO'culuğun büyük basıncı histerik bir şovenizm dalgasına
dönüştü. Yakın geleceği bu dalgaya direncin başarısı belirleyecek
Fatih Yaşlı’nın yazısı NATO’cu şovenizm dalgasına
karşı Türkiye solunun direncini ele alıyor. Daha önemlisi, NATO’cu şovenizm ile
otokrasiye karşı ulusal-liberal Düzen muhalefetinin arasındaki bağlantıyı
sergilemiş.
Ancak bu değerli yazıya sol Portal yanıltıcı bir başlık atmış. Yazının içeriğinin tersine bir anlamı başlığa çıkartmış.
ABD’nin,
NATO’nun arkasında hizalandırmaya çalışan networkün aynı elemanlardan oluşması
basit bir tesadüf olarak görülebilir mi?
02.03.2022
Hayır, elbette ki böyle bir hastalık yok.
Türkiye solu bırakın bugün “Rusçu” olmayı, Sovyetler Birliği ayaktayken dahi
ona dair ciddi eleştiriler getirebilmiş, onunla arasına zaman zaman mesafe
koyabilmiş bir geçmişten geliyor. Şimdi ise Putin Rusya’sına bakışında herhangi
bir tereddüt taşımıyor, bugünkü Rusya’nın kapitalist bir devlet olduğunu ve
emperyal hevesler taşıdığını biliyor, bunu da açıkça dile getiriyor.
Peki nereden çıktı bu “Rusçuluk” meselesi,
bu iddia nereden kaynaklanıyor?
Bunun gerisinde, Türkiye solunun uzunca
bir süredir aşındırılmak istenen aklının ve reflekslerinin her şeye rağmen
solun temel ilkelerini unutmamasına duyulan öfke var. Evet, özellikle son
yirmi-otuz yılda solun “emperyalizm” kavramını lügatinden çıkarması için ciddi
bir ideolojik saldırı gerçekleştirildi, emperyalizm kavramının artık dünyayı
açıklamadığından tutun da komplo teorisyenliği anlamına geldiğine uzanan bir
genişlikte sola ideolojik girdiler yapılmaya çalışıldı, bunda kısmen de sonuç
alındı ama solun ana gövdesi bu kavramdan vazgeçmedi, anti-emperyalizmi
vazgeçilmez bir ilke olarak görmeye devam etti.
İşte sol, Rusya-Ukrayna (ABD/Batı/NATO)
krizine bir kez daha buradan, kendi aklı ve ilkelerine güvenerek ve emperyalizm
üzerinden bakınca, doğrudan emperyalizmi mahkûm edince, başta sola sözünü
ettiğim ideolojik girdiyi yapmaya çalışan kesimler olmak üzere, liberali,
milliyetçisi, İslamcısı, hatta bir kısım sosyal demokratı, koro halinde
“Rusçuluk” türküsünü söylemeye başladılar.
Sol, meseleyi “hür dünya” ile “despotizm”
arasındaki bir kavga olarak okumayı da, “yaşlanan bir diktatörün son
çılgınlığı” olarak görmeyi de reddetti; fakat bunu yaparken Putin’den
anti-emperyalist bir direnişçi, Putin Rusya’sından emperyalizme karşı savaşan
bir ülke çıkarmak gibi işlere de girişmedi.
Ancak sözünü ettiğim koroya bu yetmedi;
solun Putin’in ve Putin Rusya’sının ne olduğunu söylemesi yeterli değildi,
soldan Ukrayna vesilesiyle Amerikancılığa, NATO’culuğa, “hür dünya”cılığa
mutlak biat talep ediliyordu ve bunun kabul edilmeyeceği görülünce işte bu
Rusçuluk, Putincilik sopası sallanmaya başladı.
Türkiye soluna “siz Rusya’yı hala
sosyalist sanıyorsunuz” şeklindeki bütünüyle uydurulmuş bir argümanla
saldıranlar, aslında kendileri Rusya hala sosyalistmişçesine hareket ettiler ve
Sovyetler Birliği ile bugünkü Rusya arasında bir devamlılık ilişkisi olduğunu
öne sürerek mayalarındaki antikomünizmi bir kez daha toplumun üzerine boca
etmeye çalıştılar.
Bu noktada şunu çok net olarak söylemek
gerekiyor: Türkiye’de bırakın solun “Rusçuluğunu”, ciddi bir Rusya etkisinden
dahi söz etmek mümkün değildir. Rusya’nın Türkiye’de okulları, akademisyenleri,
kanaat önderleri, devasa şirketleri, markaları, burs mekanizmaları, askeri
üsleri, ciddi bir lobisi yoktur ama bu saydıklarımın hepsini de içeren bir
Amerikan varlığı, bu varlıktan kaynaklı bir Amerikan etkisi ve ciddi bir
Amerikancılık on yıllardır hüküm sürmektedir.
Zaten sola yönelik basıncın altyapısı da
buradan kaynaklanmaktadır; bugün Türkiye’de Amerikancılık ve buna paralel bir
şekilde NATO’culuk, düzen siyasetinin bütün aktörlerinin, sermayenin,
akademinin, düşünce dünyasının, medyanın başat, hegemonik ideolojisidir ve ne
kadar güçlü olduğu son yaşananlarla birlikte bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Türkiye Amerikancılığın merkez üslerinden biridir ve bu üste çok sayıda kişi
“istihdam” edilmektedir.
Öyle ki bu istihdam edilen zevat, bir
yandan “iyi ki NATO üyesiyiz” diye slogan atarken, “NATO üyesi olmasak biz de
Ukrayna’nın durumuna düşebilirdik” diye “analiz”ler yumurtlarken, Türkiye’deki
Amerikan/NATO üslerinden tutun da geçmişte ABD’nin gerçekleştirdiği sayısız
işgale karşı tek bir eleştirel tutum sergilememişken, Türkiye soluna “postal
yalayıcı” dahi diyebilmektedir.
Dün Afganistan işgaline dâhil olanların,
Irak işgali öncesi “at pazarlığı” yapanların, Suriye sınırında kurulan CIA
kamplarında cihatçı yetiştirenlerin, Yemen’de soykırıma girişenlerin peşinden
gidenlerin, bunların adamı olanların, bugün barıştan söz etmeleri ve solu savaş
yanlılığıyla, militarizmle, barış istememekle itham etmeleri sahtekârlıktan
başka bir şey değildir.
ABD ve NATO’nun genişleme politikalarına
tek laf etmeden, Yunanistan’a, Bulgaristan’a, Polonya’ya, Romanya’ya son birkaç
yıldır yapılan yığınağı görmeden, Rusya’ya yönelik çevreleme politikasını
dillendirmeden savaş karşıtlığı yapmak da bu sahtekârlığa dâhildir.
Ve elbette NATO’yu Kanarya Sevenler
Derneği gibi sunmak, onun sadece ve sadece bir savunma örgütü olduğunu,
üyeliğin gönüllülük esasına dayandığını, üye devletler arasında eşit ilişkiler
bulunduğunu söylemek de bu sahtekârlığın bir parçasıdır.
Ve belki de en büyük sahtekârlık, NATO’nun
demokrasinin teminatı olduğu yalanın koro halinde söylenebilmesidir. Oysa NATO,
bünyesindeki Glaido ile on yıllar boyunca hem Avrupa hem Türkiye’de “derin”
operasyonlar düzenlemiş, suikastlara, kitle katliamlarına imza atmıştır.
Türkiye’de 1960’lı yılların ortasından
itibaren başlayan toplumsal uyanışa karşı yürürlüğe konulan operasyon,
Gladio’nun ve içerideki uzantılarının eseridir. 70’li yıllardaki gazeteci,
yazar, akademisyen cinayetlerinden tutun da Maraş katliamına, 12 Mart’tan tutun
da 12 Eylül’e uzanan bir genişlikte ABD/NATO ve legal/illegal uzantıları, bu
ülkeye, bu halka karşı çok kanlı, çok kirli bir savaş yürütmüştür.
Bunlara dair söyleyecek tek sözü
olmayanların kendilerini demokrat ilan etmeleri de bugün yaşananları demokrasi
ile diktatörlükler arasındaki bir savaş olarak göstererek solu diktatörlükler
safında konumlandırmaya dair uğraşları da bir kez daha söylemiş olalım, büyük,
çok büyük bir sahtekârlıktır.
Bugün Rusya-Ukrayna savaşı da dâhil,
dünyada yaşanan eşitsizliklerin, adaletsizliklerin, krizlerin, savaşların
gerisinde uluslararası bir sistem olan kapitalizm ve onun işleyiş biçimi olarak
emperyalizm vardır.
Sadece ve sadece kâr elde etmek ve bir
grup azınlığın çoğunluğun yoksullaşması sayesinde zenginleşmesi üzerine kurulu
bir sistemin artık insanlığa savaşlardan, krizlerden, çevre felaketlerinden
başka verebileceği hiçbir şey kalmamıştır.
Bugün Türkiye’de AKP-sonrası konuşulurken,
daha şimdiden, Türkiye toplumuna kapitalizmden başka bir alternatif sunulmasının,
emek hareketinin ve sosyalist siyasetin etkin bir özne olmasının yolu
kapatılmak istenmektedir ve işte son günlerde yürütülen sol düşmanı kampanya,
biraz da bununla ilgilidir.
AKP-sonrası Türkiye’de düzeni restore etme
arayışının akıl hocalığına soyunan networkle, fırsat bu fırsat diyerek sola
saldıran ve onu emperyalizmin, ABD’nin, NATO’nun arkasında hizalandırmaya
çalışan networkün aynı elemanlardan oluşması basit bir tesadüf olarak
görülebilir mi?
Türkiye’nin büyük kırılma anlarında solun
rızasının alınması ya da sindirilmesi adeta bir toplumsal yasadır, bunun için
ise her türlü araca başvurulur. Bugünkü saldırı her şeyden önce bununla
ilgilidir; bu saldırıyı göğüsleyebilen bir sol, AKP-sonrası Türkiye’nin etkili
öznelerinden, güçlü aktörlerinden biri olma şansını da elinde tutacak demektir.