3 Nisan 2009 Cuma

TÜRKİYE’Yİ KİM YÖNETİYOR?

2008 yazında parlamentoda yaptığı bir basın toplantısında, Tunceli bağımsız milletvekili Kamer Genç “Meclis çalışmalarında iç tüzüğün uygulanmadığını ve rafa kaldırıldığını” ileri sürerek, “AKP hükümetinin uygulamalarıyla parlamentonun tasfiye edildiğine” dikkat çekmişti. Milletvekili Genç, komisyonlardan 2 madde halinde çıkan kanun tasarı ve tekliflerinin Genel Kurul’da 20-30 maddeye çıkarıldığını söyleyerek ''Getirilen kanunlar, ülkemize kurulan tezgahlar ve tuzaklar ortaya çıkmasın diye temel kanun olarak görüşülüyor. Maddeleri Mecliste tartışılmayan kanunun millete ne faydası olabilir?'' demişti. “Meclisteki bakanların bile kanunlardan haberdar olmadığını” anlatan milletvekili Genç’in bu eleştirileri kamuoyunda yankılanmadı.

Milletvekili Kamer Genç’in bu eleştirileri, ülkede siyasal karar odaklarının AKP hükümeti tarafından ülke dışına ve ülke içinde meclis denetiminin dışındaki dar bürokrasi ve sermaye mahfillerine kaydırıldığına dikkati çekiyordu. Ordu ile ilgili kararların NATO bürokrasisine ve MGK’ye kaydırıldığı 1950 ve 1960’lardan, siyaset ve sivil yönetim ile ilgili kararların YÖK, RTÜK, Hazine, IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlara kaydırıldığı 1980 ve 1990’lardan sonra, geriye kalan ekonomik ve siyasal karar mekanizmalarının da 2000’li yıllarda Brüksel’deki Avrupa Komisyonu, AİHM, BDDK, EPDK, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu vs. bürokrasi zümrelerine kaydırıldığı görülüyor.

Türkiye’nin ekonomik, askeri ve siyasal açıdan dışa bağımlılığı, sol eleştirinin 50 yıldır gündemde tuttuğu bir başlık. Sanayi, ticaret, hizmet, madencilik, enerji, tarım ve hayvancılık sektörlerinde önde gelen aktörlerin (büyük holdingler, bankalar, sigorta şirketleri, ihracat ve ithalat tekellerinin) yabancı sermaye çıkarlarının kibarca “ortağı”, dobra dobra ifade edilirse “işbirlikçisi” olarak davrandığı, bu işbirliğinin sonucu olarak ülke ekonomisini ve geçim kaynaklarını yabancı çıkarlara mahkum ettiği biliniyor.

Bu bağımlılığın ülke halkına meyvesi, tarlada hasadını alınterini karşılamayacak fiyattan dış ticaret tekellerine kaptırmak zorunda bırakılan çiftçinin yoksullaşmasıdır, kırsal alanda geçimini sağlayamayan yoksul köylü nüfusun büyük şehirlere göçetmesidir, sanayide ve diğer sektörlerde günün yarısında pestili çıkana kadar çalıştırılan işçilerin boğaz tokluğu ile işsizlik sınırında gidip gelmesidir, yaygınlaşan suç- şiddet- sadaka- hurafeye bağımlılık iklimidir.

Bağımlılığın semeresini toplayan büyük holdingler, bankalar, sigorta şirketleri, ihracat ve ithalat tekelleri ise “büyüme” yaygarasıyla zil takıp oynuyor. Bunların banka hesapları şişkinleşiyor, sermayeleri büyüyor, lüks tüketim tutkuları, arsız ve azgın yaşam tarzı şehvetleri sınır tanımıyor.

Ülkemizin geçim kaynaklarının yabancı sermaye çıkarlarına ve onların yerli ortaklarına bağımlı kılınması elbette kendiliğinden olmuyor. Bunun böyle devam etmesini sağlayan bir yönetim cihazı, bir siyaset mekanizması var. Bağımlılığın muhafızlığını bu mekanizma üstleniyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet mekanizmaları, yabancı büyük güçlerin topraklarımızı işgal ve paylaşma emellerine karşı verilmiş bir savaşla kuruldu. 80 yılı aşkın bir süre sonra, bugün, bağımsız cumhuriyetin yönetimindeki büyük güç ve servet sahiplerinin eski işgalci güçlerle, geçen yüzyıl sonunda düvel-i muazzama denilen, günümüzde G-8 diye anılan İngiltere, Almanya, Fransa, ABD gibi emperyalist devletlerle yeniden çıkar ortaklığına yöneldiğine, ülkeyi işgal öncesi günlere benzer bir ortama sürüklediğine tanık oluyoruz.

İşbirlikçi büyük servet ve güç sahiplerinin, bağımsız olarak kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’ni bir tür yarı-sömürgeleşmeye yöneltme çabalarında, yakın tarihin dört önemli dönüm noktası, 1953’te NATO’ya üyelik, 12 Mart ve 12 Eylül faşist askeri darbeleri ve AKP hükümetinin esas aktörlüğü ile yürütülen “ak darbe” rejimi değiştirme girişimidir.

NATO üyeliği yoluyla ABD tarafından denetim altına alınan Ordu, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle tamamen zaptedildi. Yükselen demokrasi mücadelesini ve toplumsal hareketlenmeyi durdurmak için yapılmış 12 Mart darbesini nasıl 12 Eylül tamamlamışsa, 12 Eylül’ün açtığı yoldan ilerleyen bugünkü “ak darbe” de 12 Eylül darbesinin ekonomik ve toplumsal programını tamamlamaya soyunuyor.

Ak darbe, ülkenin kuruluş iradesinde temsil edilen siyasi karar yetkisini, ulusun egemenliği ilkesinden uzaklaştırma nihai adımı peşindedir. Avrupa Birliği, Orta Doğu Birliği, bir tür federal “Büyük Birlik” (Neo-Osmanlı) gibi çeşitlenen siyasal seçenekler yelpazesiyle sunulan yeni rejim tasarısı, 1908-1923 devrim sürecinin gerisine, eski rejime dönüş hülyasını temsil ediyor. Eski rejim, ülkenin yönetimini ülke halklarının iradesine devreden bağımsız cumhuriyet ilkesine karşıt olarak, padişahlık- hilafet- yerel otoriteler görünümü ardında siyasal karar odaklarını ülke dışına taşıyan bir anlayışın hortlaması biçiminde beliriyor.

Eski rejimin restorasyonu, cumhuriyete sahip çıkmaya aday güçlerin direnişinin durdurulmasını gerektiriyor. Bunun araçları, Ergenekon operasyonu ve davaları gibi girişimlerle cumhuriyetçi direnişe aday güçlerin terörize edilerek susturulması, kriz ortamında işsizlik ve yoksulluğun çapraz ateşiyle geriletilmesi, özgürlük- demokrasi- etnik ve kültürel kimlik haklarının genişletilmesi- sivilleşme- zenginleşme- insan hakları- büyük devlet olma söylemleriyle süslenmiş kapsamlı bir ekonomik- siyasal ve ideolojik saldırıdır. Restorasyon sürecinin arka planında ise baskı- diktatörlük- milliyetçilik- şeriatçılık- gericilik- yoksullaşma- asimilasyon- militarizm- sömürgeleşme programı sırıtmaktadır.

Eski rejimin restorasyonu, Cumhuriyet rejiminin siyasal karar ilkelerinin tasfiyesi ile tamamlanabilir. Cumhuriyet rejiminin siyasal kurum ve katılım kanallarının kısıtlanması ve tasfiyesi, Ak darbenin inşasına giriştiği gerici- korporatist rejimin habercisidir. AKP'nin 29 Mart 2009 yerel seçim kampanyasındaki "Büyük Düşün" sloganı, bu rejimin kod adıdır.