28 Mayıs 2010 Cuma

BURJUVAZİNİN İSTİKRAR ARAYIŞI VE SİYASET YASAKÇILIĞI

Burjuvazinin yönetici sınıf olarak egemenliğini sürdürme ve sömürü düzenini kitlelerin başkaldırmasına izin vermeden devam ettirme ihtiyacının siyasal yol ve yöntemler arayışına dayandığı biliniyor. Emperyalizme karşı ülke toprakları üzerindeki egemenliğini tesis için mücadeleye, bağımsız cumhuriyet kuruculuğuna ve saltanatı devirmeye mecbur kalan Türk burjuvazisinin ilkel sermaye birikimi tamamlandığı ve büyüdüğü ölçüde, emperyalist sermaye ile yeniden bütünleşmeye yönelmesi, bugün bağımsız cumhuriyetin terk edilmesi, demokrasi düşmanlığının ve gericiliğin tahkim edilmesi siyasetine ebelik ediyor. İtiraz eden seslerin susturulması, toplumsal demokratik muhalefetin bastırılması olarak anlaşılması gereken istikrar söylemi, bugünkü koşullarda, büyük sermayenin siyasal araçlarla cebine el uzattığı bütün emekçi halk tabakalarına, işçi sınıfına, emekçi köylülere, kentli küçük burjuvaziye siyaset yasakçılığı biçiminde tezahür ediyor.

Siyaset yasakçılığının çeşitli görünüm ve biçimleri arasında, dünyanın hiçbir ülkesinde ve tarihin hiçbir döneminde örneği görülmemiş %10 seçim barajı ilk sırada yer alıyor. 12 Eylül rejiminin icadı bu seçim hilesi, bazı seçimlerde sayılan oyların yarıya yakınının parlamentoda temsilini engelleyerek, küçük partilerin oylarını büyük partilerin hesabına yazarak seçmen iradesi denilen göstergenin kabaca çarpıtılması şöhretine sahip. Seçmen iradesi denilen burjuva efsanesinin meşruiyetini zedelemesi nedeniyle, TÜSİAD tarafından son zamanlarda (elbette sadece lafzen ve çok ölçülü biçimde) eleştirilen bu hüküm, 1980’lerden bu yana faşist darbe hukuku temelinde kurulan bütün hükümetlerin iktidar güçlerine kaynaklık etti, siyasal uygulamalarını ve rejimin son 30 yıllık seyrini belirleyegeldi. Bugün 30 yaşına gelmiş kuşağın kaderini tayin etmiş bir suç aleti olan %10 seçim barajı, 1961 Anayasası’nın sermaye ve silah zoruyla tağyir, tebdil ve ilga edilmesinden sorumlu 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbecilerinin ve onlarla uzlaşarak bu suça 1970’lerden beri iştirak eden burjuva siyaset kadrolarının suç kanıtı, onların biçimsel burjuva hukuku açısından bile meşruiyet dışılığının belirtisidir. Oy hırsızlığının kılıfını oluşturan %10 seçim barajı, anti-demokratik seçim ve siyasal partiler yasasının ve ilgili anayasal ve yasal mevzuat buzdağının su üzerinde kalan tepesidir. Suyun altında kalan gerici mevzuat, yasal siyaset üzerindeki komünizm yasağına, devlet bütçesinden büyük burjuva partilerinin finanse edilmesine, partiler arasında eşitsizliğin gözetilmesine, devrimci ve sosyalist siyaset üzerindeki baskı ve engellemelere, temel hak ve özgürlüklerin (basın, toplantı, ifade, düşünce, örgütlenme özgürlüklerinin) kısıtlanmasına dayanıyor.

Siyaseti halka ve emekçilere kısıtlayan burjuva ideolojisi, burjuva özneleri birleştiren temel ilkedir. Burjuvazinin siyaset anlayışının, siyasetin dar ve seçkin mahfillerde yürütülmesini esas aldığı biliniyor. Monarşik ve otokratik rejimlerden nisbeten demokratik görünümlü rejimlere kadar bütün kapitalist ülkelerde, politikanın çalışan halk yığınları adına ama halk olmadan politikacılar tarafından yürütülmesi öngörülür. Ne var ki kaderleri ve hayatları hakkında karar verilen emekçi kitleler, siyaset yapma yani kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip çıkmaya çabaladığında, yani demokrasi talep ettiğinde, işler çatallaşır. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler için demokrasi, kendi kaderini tayin etme hakkının elde edilmesini istemekten, siyasete kendi sesini ve sözünü taşıma çabasından başka bir şey değildir. Tam da bu nedenle, işçiler için siyaset, dar ve seçkin mahfillere, parlamentoların kapalı kulislerine ve erişilmez duvarlarının ardına hapsedilemeyecek bir mücadele konusudur. İşçiler için siyaset, şu halde, bütün topluma maledilmesi gereken bir hakkın dile getirilmesidir.

Burjuva politikacılarının siyaset anlayışı, siyasetin topluma yasaklanmasını öngörür. Siyaset yasakçılığı bir burjuva ilkesidir. Tam da bu nedenle, Tayyip Erdoğan ve Deniz Baykal, kendi aralarında itişip kakışırken, “kışlaya-adliyeye” siyaset yasağını savunmakta birleşir (Cumhuriyet, 20.03.2010, sf.4). İşyerlerine, sendikalara, derneklere, sokak ve meydanlara, okullara, askere, polise siyaset yasakçılığı da burjuvazinin her daim savunduğu bir ilkedir. Genel ve eşit oy hakkına dayanan parlamenter demokratik cumhuriyet, burjuvazi için daima zoraki bir tercihtir, kitleler sessizce boyun eğdirildikleri sürece katlanılan, kitleler kendi kaderlerine sahip çıkmak için demokratik hak ve özgürlüklerden yararlanmaya yöneldikleri takdirde kısıtlanmak ve yasaklanmak istenen bir tercihtir. Faşist darbeler, şeriat ve saltanat rejimi özlemleri, siyasal gericilik eğilimleri, demokratik cumhuriyeti bu nedenle boğmak ve kurban etmek ister. İşçi sınıfı siyasal hareketinin tercihi ise başka türlüdür. İşçi sınıfı siyasal hareketi, siyaset hakkının genelleştirilmesini ve bütün topluma maledilmesini savunur. Siyaset yasakçılığına karşı çıkar. İşçilerin sınıf çıkarları, siyasetin bütün topluma, kışlalara, fabrikalara, okullara, devlet bürokrasisinin bütün kademelerine, sokaklara ve meydanlara, sendikalara ve derneklere girmesinden yanadır.

33 yıl sonra bugünkü koşullarda, Taksim 1 Mayıs alanında 1 Mayıs’ı kutlama hakkının kazanılması, işçi sınıfının siyaset yasakçılığına karşı dişediş mücadeleyle şehitler vererek elde ettiği bir kazanım olarak, bu nedenle büyük bir anlam taşıyor. Türkiye işçi hareketinin bu tarihsel kazanımı, burjuvazinin işçilere ve halka siyaseti yasaklama çabasına karşı devrimci bir meydan okumanın ifadesidir ve yakın geleceğe damgasını vuracaktır.

Emekçi kitlelere siyaseti yasaklamak isteyen burjuvazi, rüzgar ekerek fırtına biçecektir. Yasaklarla istikrar arayanlar, kendi meşruiyetlerinin altını boşaltarak işçi hareketinin meşruiyetine dayanan bir devrimci kaos ortamını kendi elleriyle davet ediyor.

25 Kasım kamu emekçileri genel grevinden Tekel işçilerinin Ankara’da zirveye varan büyük direnişine uzanan sürecin devamında, 1 Mayıs 2010’da yıllar sonra ilk kez Taksim 1 Mayıs alanını dolduran kitlelerin burjuvaziye devrimci bir meydan okuma fırsatını yakalaması, toplumsal siyasal taleplerini kitlesel bir biçimde dile getirme fırsatını kazanması, tarihsel bir olanakla yüzyüze olduğumuzu gösteriyor.

Burjuvazi yükselen kitle hareketini, bir süredir, devletin resmi polisiye baskı mekanizmalarını tamamlayan faşist sokak terörü ve provokasyonlarla tamamlamaya yönelmiştir. Sağda solda kör bombalama ve terör eylemleriyle, kürt-türk çatışmasını davet eden milliyetçi kışkırtma girişimleriyle yol alan sokak faşizmi, üniversite öğrencilerini ve mücadeleci işçileri hedef alan eylemlerle tırmanışa geçmektedir. Milliyetçi şoven Türk faşizminin sokakta yürüttüğü kampanya, sabıka kayıtlarında yer alan 6-7 Eylül-Sivas-Maraş-Çorum benzeri linç ve katliam tehditlerini içeriyor. DTP milletvekillerinin vurulması tehdidi yapan yerel Bolu gazetesinin aklanmasına ilişkin yerel mahkeme kararının Yargıtay’da onaylanması, sokaktaki faşist terör tehdidini hukuken tamamlıyor. Ankara’da Kent AŞ işçilerine BBP’lilerin saldırısı, Sarıgazi’de PKK yandaşlarının Kızıl Bayrak grubunun masasına saldırarak Sarıgazi şenliğini provoke etmesi ve iptaline yol açması, üniversitelerde PKK yandaşı öğrencilerin açılımı eleştiren pankartlar asan DHF yandaşlarına saldırısı, İstanbul'da 1 Mayıs Mahallesi'nde bulunan Anadolu Haklar Derneği ve Gülsuyu'nda bulunan Gülsuyu Haklar Derneği'ne yüzleri maskeli, sopalı, molotoflu ve silahlı kişiler tarafından yapılan saldırılar etnik çatışma tırmanışının tek taraflı olmadığını ve “açılımcı cephe”nin iki taraftan birden Türkiye solunun ve işçi hareketinin hiç de şoven olmayan kesimlerini hedef aldığını gösteriyor.

Türkiye’de son aylarda yükselen kitle hareketliliği, kapitalizmin dünya çapındaki krizinin kızıştırdığı ve Asya’dan Avrupa’ya yayılan işçi sınıfı eylemleri dalgasının bir parçasıdır. “Küresel ısınma” denen problem belki de ekolojik olmaktan öteye aslında toplumsal bir kapsama sahiptir. Dünyanın çeşitli bölgelerinde işçi sınıfı hareketinin büyümesi, eylemlerin canlanması dikkat çekiyor. Türkiye’nin yanı sıra Güney Kore’de, Bangladeş’te, Mısır’da, Hindistan’da, Yunanistan başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde, Rusya’da işçi eylemlerinin çoğalması ve büyümesi yer yer 1960-70’lerden bu yana tanık olunmamış ölçeklere ulaşıyor. Örgütlülük, birleşme ve siyasal gündeme ve hedeflere yönelme düzeyi bakımından henüz geri olmakla birlikte, hareketin gelişimi, 2010’lu yıllarda “küresel ısınma”nın yeni bir işçi sınıfı kuşağının eylem dalgası üzerinde gerçekleşiyor. Aralık 2009’un soğuk kış aylarından beri Türkiye’de işçi sınıfı eylemlerindeki büyüme ve siyasallaşma süreci de bu dalganın bir parçasıdır.

Göstericilere, mevsimlik işçilere ya da bildiri dağıtan gençlere yönelik sokak şiddeti, burjuva basını ve hükümet tarafından “vatandaş tepkisi” olarak meşru gösterilmeye çalışılırken, yükselen kitle hareketinin hedef alındığı belli olmaktadır. Göstericilere “tepki” adı altında saldıran, döven, linç etmeye kalkan, hatta silah çekerek kalabalıklara ateş edenler, “vatandaş” ya da “esnaf” olarak sahipleniliyor. Hükümet ve burjuva basını tarafından ısrarla “sabrı taşan, sade vatandaşın ölçüsüz tepkisi” gibi sunulsa da, bu örgütlü ve silahlı saldırganlığın arkasında, polisle bir biçimde bağlantılı milliyetçi grupların bulunduğu gözüküyor. Devletin, her durumdan vazife çıkaran, “hassas vatandaşların” eylemlerinin sıklıkla “suç” içerdiği ve “önceden planlanmış olduğu” görülürken, çoğu zaman duruma müdahale eden güvenlik güçlerinin saldırganları “yatıştırmayı” yeterli saydığı izleniyor. Muş ve Samsun’da gerçekleşen saldırılar bu sürecin son örnekleridir. AKP hükümetinin ve medyasının olayları tanımlarken “vatandaş tepkisi” ifadelerini kullanması dikkat çekiyor.