1
MAYIS 2013
DÖNEMECİNDE
TÜRKİYE,
BÖLGE
VE DÜNYA
1 Mayıs
yıldönümleri, ülke ve dünyada siyasal ve toplumsal durumun değerlendirilmesi ve
işçi sınıfı hareketinin gündemindeki siyasal görevlerin tartışılması açısından
elverişli zamanlardır. Durumun vaat ettiği nesnel olanaklar ve tehlikeler,
buradan türetilecek siyasal ve toplumsal talep ve hedefler, meydanlara çıkan
işçi kitlelerinin sıcak hareketliliği içinde tartışılarak bir yıla yayılacak
toplumsal enerjinin devşirilmesi umulur.
1 Mayıs 2013
bu açıdan özel bir dönemeç olarak görülmelidir. Ülke, bölge ve dünya
koşullarında birbirine dolanan pek çok düğüm, bu yıldan başlayarak zincirleme
sonuçlara yol açacağa benzemektedir.
Dünya
koşullarından hareket edilirse, ilk vurgulanması gereken, kapitalist sistemin
(kısa erimde istikrarın geçici ve kısmi de olsa geri dönüşüyle aşılamayacak)
tarihinin en derin ekonomik krizlerinden birine gömülmekte olduğu gerçeğidir.
Görünür geleceğin ufkunda sermaye sahipleri açısından karlılık ve büyüme, işçi
sınıfı ve emekçi kitleler açısından ise refah ve sosyal güvenlik umudu en
azından bir kuşak için kaybolmuş görünmektedir.
Kapitalizmin
ekonomik krizinin böylesine olağan dışı derinleştiği koşullarda, sermayenin büyüme yetersizliğinin büyük
sermayelerin tahribiyle aşılabildiğini ileri süren teoriler, 20. yüzyılın büyük
küresel savaşlarıyla doğrulanmış gibidir. Gerçekten de son aylarda hızlanan
olaylar, bir kez daha tek tek kapitalist devletler ve devletlerarası ittifak
grupları arasında eşitsiz gelişmelerin doğurduğu savaş risklerinin hızla
büyüdüğünü gösteriyor. Savaş ve siyasal zor seçeneklerinin hem
ulusal hem de uluslararası ölçekte sahne önüne çıkması, zora dayanan gasp ve
açık soygun girişimlerinin ekonomik mekanizmaların yerini almakta olduğunu bir
kez daha kanıtlıyor. Emperyalizm çağında kapitalizmin artı-değer sömürüsü ve ve
sermaye birikim mekanizmalarının savaşları ve uluslararası ilişkileri de içeren
“siyasal zor” tarafından tayin edilmesinin kurala dönüştüğü, işletme ve ülke
pazarı düzeyindeki örtülü ekonomik sömürü mekanizmalarının ise istisnai ve
ikinci dereceden bir önem düzeyine
düşmekte olduğu anlaşılıyor. Ekonomik sömürünün kısıtlanması için savaşım veren
sendikaların açmazı ve güçten düşüşü bu gözlemlerin bir başka açıdan
doğrulanmasıdır.
Bölge koşullarına
bakıldığında, dünya çapındaki gelişmelerin doğrulandığı düşünülmelidir. “Büyük
Orta-Doğu” coğrafyasında, “Uzak Asya”da, Arktik dairesinde, Latin Amerika’da ve
nihayet Avrupa’da, tarihin akışı hızlanmış görünmektedir. Latin Amerika’da
emperyalizmin çatışmalı fay hatlarından nisbeten uzaklığın sağladığı kısmi ve
geçici muafiyet sayesinde, sol ve anti-emperyalist yükselişin emperyalizmin
direnciyle tam boy bir sınanma yaşamadan ileri adımlarını atmaya devam ettiği
gözleniyor. Avrupa’da işçi sınıfı, istisnalar bir yana bırakılırsa, yakın
tarihinin en geniş ölçekli ancak en apolitik seferberliğini bir arada
sergiliyor, bu durum ise sermayedar sınıfların yönelişlerinde sergilenen ve
yukarda açıklanan “zamanın ruhu” ile açıkça çelişiyor. Emperyalist tekeller
siyasallaşırken ve militan bir militarizme yönelirken, Avrupa işçi sınıfı
pasifist, politik iktidar seçeneğinden uzak duran bir konuma yerleşiyor. Uzak
Asya coğrafyasında Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Çin Halk Cumhuriyeti
hızla silahlanmakta ve Batı Emperyalizmi’nin askeri politik tehditleri
karşısında zaman kazanmaya çalışmaktadır. Sosyalist sistemin bu eski
kalıntıları, sosyalizmin toplumsal ilerlemenin bayrağı olduğu bir çağın
meşruiyetinden yoksun duruşlarını milliyetçi siyasetle dengelemeye çalışmaktadır.
Çin kapitalizmin ekonomik restorasyonu siyasetiyle kendi rejiminin toplumsal
temellerinin zayıflamasına mahkumdur ve milliyetçiliğin bu zayıflamayı ne
ölçüde telafi edeceği belirsizdir. Kore DHC ise askeri gücü ile ideolojik
siyasal önderliği arasında bir dengesizliğin zaafını taşımaktadır.
Ülke
koşullarına bakıldığında ise, dünya ve bölge koşullarına sadece Batı
Emperyalizminin çıkarları açısından yaklaşan, gericiliğin ve yobazlığın
temsilcisi bir otokratik rejim tehdidiyle yüzyüze olduğumuz anlaşılıyor.
Türkiye sermayesi, son Uludağ Ekonomik Zirvesi’nden yansıdığı üzere, ülke
içindeki artı-değer sömürüsünden sermaye birikimi yaratma umudunu yitirmiş,
beklentisini Batı emperyalizminin büyük Orta-Doğu coğrafyasında kendisine vaat
ettiği petrodolar ve kara para sermayesiyle bütünleşerek yeni yağma ve pazar
arayışları doğrultusunda otokratik rejim arayışı arkasında saf tutma biçiminde
kurgulamıştır. Bu beklenti, Uludağ Ekonomik Zirvesi’nde ve AKP yandaşı medya
çevrelerinde “barış”, “Kürt sorununun çözümü”, “istikrar”,
“refah”, “zenginleşme” gibi ışıltılı söylemlerle propaganda
edildi. Yeni otokratik rejimin gölgesinde bu beklentinin sınırları ötesinde
büyüyen bir Türkiye biçiminde satışa çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Sabancı
Holding’in şefi Güler Sabancı’nın yeni rejimde Kürtlere “yatırım” ve “kardeşlik”
vaadi yanı sıra İsrail ile ilişkilerin resmen düzelmesinden duyduğu sevinci
dile getirmesi ve Büyük Orta-Doğu coğrafyasında herkese barış müjdelemesi,
Türkiye İhracatçılar Meclisi sözcüsünün “iç siyasi istikrar” ve otokrasi
liderliğinde Orta-Doğu’ya huruç söylemini tamamlamaktadır. Bu söylemler, büyük
sermayenin Türkiye gerçekliğinden koptuğunu doğrulamaktadır. Ülke içinde baskı
rejimi ve diktatörlük, ülke içinde ve dışında savaş, kan ve gözyaşı vadeden bir
siyasetin böylesine tersyüz edilerek sunulması, bu siyasetin taşıyıcısı olan
sınıfın, işbirlikçi sermayedar sınıfının toplumsal temellerine yönelik bir
saldırının meşrulaşmasının ön koşullarını da bir araya getirmektedir.
1 Mayıs 2013
barışın, bağımsızlığın, sömürüsüz ve
savaşsız bir dünyanın ülkede ve
dünyada emperyalizme ve işbirlikçilerine meydan okuyarak gerçekleşebileceğini,
işçi sınıfının ve halk güçlerinin bu doğrultuda harekete geçmeye hazır olduğunu
kitlesel biçimde göstermenin dönüm
noktası olmalıdır.