24 Ekim 2011 Pazartesi

ANTİ-EMPERYALİST SAFLAR NEDEN BİRLEŞMELİ?


Geç kapitalizmin son yıllarının genel görünümü, emperyalizmin dizginlerinden boşanmış bir saldırganlık, savaşa dayalı yayılmacılık ve ekonomik buhranlarla içiçe geçmiş kutuplaşmalar ekseninde kızışan paylaşım çatışmalarıyla belirleniyor. Kapitalizmin büyük patronu ABD, Bush döneminde dış politikasına damgasını vuran yayılmacı, stratejik bölgeleri egemenliği altına almayı amaçlayan ve çok taraflı uluslararası hukuka dayanan mutabakat yerine tek taraflı güce dayanan bir çizgiyi dayatıyordu. AB içinde öne çıkan Fransa-Almanya mihveri, Rusya, Çin gibi büyük güçler de görünüşte farklı ama özünde benzer bir dış politikayı daha sinsi biçimlerde izliyor. Nihayet Türkiye, Gürcistan ve Polonya gibi ikinci dereceden aktörler de emperyalist kutuplara yanaşma yarışında aynı dış politikaların dümen suyunda yol alıyor. Emperyalist devletlerin ve dümen suyundaki işbirlikçilerinin son dönem dış politikaları, Balkan, Kafkas, Ortadoğu ve Asya halklarına kan ve gözyaşı ile bedel ödetiyor.

Solda özellikle liberalizmin etki alanındaki çevrelerde son zamanlara dek yaygın olarak paylaşılan ve savunulan bir analiz, yürürlükteki emperyalist dış politikayı ABD’de yönetimi ele geçirdiği varsayılan ve Bush-Cheney ikilisinde temsil edilen bir “çete” ile ilişkilendiriyordu. Bu analizin bir uzantısı olarak Türkiye’de de emperyalist saldırganlığın işbirlikçisi olarak tebarüz eden AKP hükümeti, ülkeyi emperyalist bir savaşa sürüklemenin başlıca sorumlusu olarak gösteriliyordu.

Bu analizin başlıca handikapı, emperyalist savaş taraftarlığının, ABD’de olsun Türkiye’de olsun, egemen sınıfta ve temsilcisi olan politik-askeri zümrede yatan çıkar ve mutabakat ortaklığını gözardı etmesidir. Kapitalist sistem içinde İkinci Büyük Savaş sonrası elde ettiği ekonomik hegemonya ile kıyaslandığında bugün aslında daha geri bir ekonomik konum işgal eden ABD’de yönetici sınıfın askeri-siyasal gücüne yaslanarak olası rakiplerine karşı emperyalist paylaşım emellerini korumak ve geliştirmek istemesi doğrultusunda stratejik bir mutabakata sahip olduğu gözlerden kaçmıyor. Türkiye’yi yönetenlerin kah acze düşmüş devletlerin ve halkların başı üstünde uçuşan bir akbaba rolüne soyunarak, kah sille yemiş, köşeye sıkışmış veya yere düşmüş mağdur komşularına yardım ediyor pozları atarak bu emperyalist stratejiyle ortaklığı gözetmesi ise, Türkiye’deki egemen büyük sermaye sınıfının ve temsilcisi askeri-siyasal zümrenin görünüşteki gergin ve çatışmalı ilişkilerinin arka planında, çıkar ortaklığına dayanan bir mutabakat sağlandığına ve AKP hükümetini aşan bir sınır-ötesi role soyunduğuna işaret ediyor. Rolün önde gelen adayı AKP’dir ancak başta Ordu üst bürokrasisi olmak üzere diğer adayların da yedek kulübesinde ısındırıldıkları ve sahaya ABD adına çıkmak için can attıkları bellidir. Yedeklerin tımar edilmesi ve hizaya getirilmesi ise bu gibi işlerde adetten olmaktadır.

İnşaat şirketleri, projelerini hayata geçirirken malzeme, işçiler gibi lojistik ihtiyaçları için bir şantiye alanına ihtiyaç duyar. Benzer biçimde devletler de büyük askeri operasyonlar için elverişli bir harekat üssüne ihtiyaç duyar. Napoleon Bonaparte’ın feodalizmi yıkan Fransız burjuvazisi adına Doğu Avrupa, Rusya ve Doğu Akdeniz seferlerine hazırlanırken harekat alanı olarak henüz ulusal birliğini sağlamamış İtalya’yı seçtiği bilinir. Orta ve Doğu Avrupa’ya ve Akdeniz’e açılan konumuyla İtalya, 1800’lerin başında Napoleon Bonaparte’ın sefer harekat alanı olarak hedef alınmış, Fransız orduları Roma üzerine yürüyerek İtalya’yı işgal etmiştir.

Büyük sermaye şirketlerinin ve orduların kolkola büyüyen “sınır ötesi rolleri”, ABD ile Türkiye’nin sıkça sözü edilen “stratejik ortaklığının” maddi temelidir. Bu temel, dünyayı ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu yakın bölgeleri devasa yıkımların eşiğine getirmeye adaydır. Türkiye, İran üzerinden Asya seferine hazırlanan ABD emperyalizminin işgal şantiyesi ve harekat alanı olarak hedeftedir. Bu koşullarda, emperyalizme karşı devrimci bir başkaldırıyı hedefleyecek örgütlü bir barış hareketinin inşa edilmesi her zamankinden fazla önem ve aciliyet kazanmaktadır.

Bugün ittifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikalar, tutarlı bir barış hareketine olan ihtiyacın önünde engel olarak dikilmektedir. Bu yanlış politikaların bir yanında, Kürt ulusal demokratik hareketinin belirleyiciliği altındaki lafta barış söylemli siyaset bulunuyor. PKK siyasetinde ve kuyrukçularında ifadesini bulan bu yanlış çizgi, barış siyasetini emperyalist büyük güçlerin hakemliğine emanet etmeye meylediyor, Kürt ulusal demokratik hareketinin esas hasmını Türk Arap ve İran halkları ve devletleri düzleminde tanımlıyor, Batı emperyalizminin ana mihraklarını potansiyel veya fiili müttefik gibi değerlendiriyor. Emperyalist güçlerin ve NATO’nun himayesinde barış siyaseti izlenemeyeceği, emperyalist güçlere karşı dünya halklarıyla birleşmeyi gözetmeyen bir halkın kendi geleceğini belirleme hakkından vazgeçmiş sayılacağı, kendi ayağına kurşun sıkmış olacağı aşikardır. Orta-Doğu coğrafyasında halkların özgürlüğü emperyalizme karşı komşu halklarla birleşmekten geçer. Silahının namlusunu birbirine yükseltenlere karşı çağrımız, “silahlarınızın namlusunu emperyalist güçlere doğrultun!” olmalıdır.

İttifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikaların diğer yanında, Türk devleti yanında saf tutan ve kürt-düşmanı şoven-milliyetçi siyaseti sürdüren lafta anti-emperyalist söylemli siyaset bulunuyor. Kürt ulusal-demokratik hareketine karşı saldırgan ve şoven bir çizgiyi savunan bu siyasetin destekçileri arasında Düzen Partisi’nin Kemalist kalıntıları, milliyetçi-faşist ordu ve devlet bürokrasisi temsilcileri, MHP, DSP, CHP unsurları bulunuyor. Emperyalizme yaranma ve büyük güçlerle ortaklık arayışı çabalarında Kürt ulusal-demokratik hareketi ile rekabeti esas alan Düzen Partisi bu nedenle anti-emperyalist bir ittifak siyasetinin ve bu siyasetin kaçınılmaz gereği olan adil ve demokratik bir barış hareketinin önünde engeldir. Düzen Partisi güçleriyle ittifak arayışından vazgeçemeyen ve Türk-şoven-milliyetçiliğinin yedeğine düşen İşçi Partisi, bu siyasetin bukağısını parçalamadığı sürece aynı engelin bir parçası olarak kalacaktır.

İttifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikaların bir başka köşesinde ise, işçi hareketi, demokrasi güçleri ve Türkiye sosyalist hareketi yer alıyor. Sendikalar ve işçi hareketi gündelik öz çıkarlarının savunulması düzleminde bile olsa (kıdem tazminatlarının gasbedilmesi, sendikal hakların baskı altına alınması vs.) emperyalizme karşı saf tutma bilincinden uzak gözüküyor. Demokrasi güçleri (işçi sınıfı, küçük-burjuvazi, ordu orta alt kademeleri) anti-emperyalist safların birliği ve hedefleri konusunda berraklıktan uzak gözüküyor. Türkiye sosyalist hareketinin bugün için ağırlıklı unsurları da (TKP, ÖDP, EMEP, Halkevleri, BDP etrafındaki unsurlar vs.) emperyalizme karşı bir ittifak cephesinin kurulması için gerekli siyasal hedef ve ilkelerden (ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı, NATO, AB, ABD karşıtı tutum vs.) uzak gözüküyor.

Anti-emperyalist safları birleştirme zorunluluğu tutarlı bir barış hareketine olan ihtiyacın gerçeğe dönüşmesinin temel koşuludur.