28 Haziran 2010 Pazartesi

İLHAN SELÇUK’A VEDA YAZISI

KİM DAHA İLERİ GİTMEK İSTİYOR?

İlhan Selçuk devrim öncesi Türkiye’nin sefil alacakaranlığında, “güneşi tutulmuş bir Haziran gününde” aramızdan ayrıldı. Uzun ömrü boyunca, sarsıcı toplumsal değişikliklerin ve mücadelelerin hem tanığı hem de tarafı olduğu iyi biliniyor.

İlhan Selçuk’un ölümü, burjuva medyasında, aldırışsız bir kayıtsızlıktan mide bulandırıcı bir ikiyüzlülüğe, yer yer ölüme karşı her türlü toplumsal edep ve terbiyeden yoksun düpedüz alçakça bir düşmanlığa kadar uzanan tepkilerle yansıtıldı. Bu yaklaşımın farklı biçimlerini büyük sermaye medyasının geleneksel ve İslamcı kanatlarında, hatta İlhan Selçuk’un kendi gazetesi Cumhuriyet’te bile gözlemek mümkündü.

Sol yayın organlarında ve buralarda yansıyan okur yorumlarında ise İlhan Selçuk’a dair çelişkili değerlendirmeler ağır basıyordu. Bu farklı bakışlar ve çelişik değerlendirmeler ne anlama geliyor?

İlhan Selçuk’un adının (Lenin’in zamanında Tolstoy için yazdığı gibi), “kendisini pek uzak tutmamış olsa bile, derinden kavramadığı bir devrimle yan yana yazılması ilk bakışta tuhaf ve yapay gelebilir.” Son yıllarda, TÜPRAŞ özelleştirmesinde Koç Holding’i savunduğu, Demirel’e ve MHP’ye övgü satırlarıyla hitab ettiği söylenen İlhan Selçuk’un “devrimci” olarak nitelendirilmesi, pek çok solcu için bu nedenle anlaşılması güç bir durumdur.

Devrimimizin örgütleyicisi ve taraftarı geniş bir kitlenin ve bu devrime husumet besleyen bir zümrenin mensuplarının, İlhan Selçuk’a kayıtsız kalması mümkün olmadıysa, göklere çıkaranlardan yerin dibine sokanlara kadar birbiriyle çelişen bir dolu fikir sahibinin görüşleriyle medya organları dolup taştıysa, nihayet bu satırların yazarı da kendini bu konuyla ilgilenmek zorunda hissediyorsa, bunun nedeni, İlhan Selçuk’un “devrimimizin en azından birkaç önemli yönünü yansıtması”dır.

İlhan Selçuk’un devrimimizin çelişkilerini yansıtan bir ayna olduğu söylenebilir. Yaşamıyla ve yazdıklarıyla pek çok çelişkiyi yansıtıyordu. Onun çelişkileri, kendi kişisel tutarsızlıklarının değil, devrimimizin karmaşıklığının bir göstergesiydi. Devrim hareketine katılan geniş kitle ve çok sayıda aydın “olayları berrakça kavrayamadığı halde, tarihsel gidişatın dışında kalamadığı için tarihsel görevlerine de uzak kalamayan pek çok toplumsal unsuru”(1) kapsıyordu.

İlhan Selçuk’un Yön ve Devrim dergilerinin yayıncılığında, daha sonra Uğur Mumcu ile birlikte Cumhuriyet gazetesinin kurumlaşmasında oynadığı tarihsel rol, 27 Mayıs hareketinin anti-emperyalist doğrultuda derinleşmesine yönelik jakoben devrimci bir iradeyi yansıtıyordu. Bu iradenin küçük-burjuva sosyalizmine denk düşen niteliğiyle 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, son olarak Ergenekon operasyonunda emperyalizmin ve işbirlikçilerinin hedefi olduğu biliniyor. İlhan Selçuk’un 12 Mart’ta işkenceli sorgulara maruz kalması, Ergenekon operasyonunda 83 yaşında sabah karşı evinden gözaltına alınması, yönettiği Cumhuriyet gazetesinin 12 Mart ve 12 Eylül’de defalarca kapatılması, Evren-Özal diktatörlüğü döneminde Özal tarafından Babıali’nin Pravda’sı olarak suçlanması, tesadüf sayılamaz.

Aynı İlhan Selçuk’un cenaze törenlerinde bir araya gelen yelpazede yer alanlar arasında yurtsever-ilerici unsurlarla yan yana bulunan Düzen Partisi mensuplarının, liberal yazarların, Rahmi Koç türünden sermayedarların varlığı da tesadüf sayılamaz. Benzer görüntüler, Hrant Dink’in cenaze töreninde de izlenmişti.

Lenin, “Tolstoy’un görüş ve öğretisindeki çelişkiler rastlantı değil, Rus toplumunun 19. yüzyılın son çeyreğinde içinden geçtiği uzlaşmaz çelişkilerin bir yansımasıdır” diye yazmıştı. İlhan Selçuk için de benzer bir saptama yapmamız mümkündür: İlhan Selçuk’un görüş ve öğretisindeki çelişkilerin günümüz Türkiye toplumunun uzlaşmaz çelişkilerinin bir yansıması olduğunu savunabiliriz. İlhan Selçuk, Türkiye’nin geniş küçük-burjuva kitlelerinin emperyalizme karşı duyduğu nefretin, bağımsız ve özgür bir cumhuriyet özleminin, aydınlanma felsefesinin tarihsel bakımdan gecikmiş temsilcisi olarak, fikirleriyle ve siyasal iradesiyle, özgün bir Türkiye aydınıydı. Hitab ettiği kentli küçük-burjuva kitleler, bugün dahi emperyalizme karşı başkaldırmanın emperyalizmin ülkedeki başlıca dayanağı olan büyük sermayeye karşı başkaldırmaktan geçtiğini anlamış olmaktan uzak duruyor. İlhan Selçuk, onlara Cumhuriyet gazetesindeki Pencere’sinden bu soruların gerçek yanıtlarını öğretememişti, öğretmesi de mümkün değildi.

Küçük-burjuva kitlelerin büyük kesimi, yakınıyor, yalvarıyor, eleştiriyor, hayal kuruyor, Cumhuriyet rejimini kuran ordunun generallerinden yeni bir kurtuluşu gerçekleştirmesini bekliyor, ama harekete geçen, örgütlenen işçi sınıfı sosyalizmini temsil eden siyasal mihraklardan uzak duruyordu. Karşı-devrimin her baskı ve sindirme operasyonu sonrasında, İlhan Selçuk’çu eğilimin yandaşları politikadan el çekiyor, politik duyarlılığın azaldığı bu dönemeçlerde işçi sınıfı sosyalizmini küçük bir azınlık izliyor, büyük çoğunluk ise Düzen Partisi’nin farklı fraksiyonlarının, CHP’nin, Demirel’in, MHP’nin peşine takılıyor ve “bir asker çizmesi onları kapı dışarı edene kadar”(1) barışma umuduyla bekleşmeyi tercih ediyordu.

İlhan Selçuk’un Pencere’sinden yansıyanlar, dolayısıyla küçük-burjuva kitlelerin, cumhuriyeti kuran bağımsızlık yanlısı yurtsever dinamiklerin zayıflığının, siyasal korkaklığının, bizzat harekete geçme cesaretsizliğinin de ifadesi oluyordu. 1960’larda ve 1970’lerde işçi sınıfı ve gençlik hareketlerinin büyük yükselişi, devrimci-demokrat grupların düzene ve emperyalizmin temsilcilerine şamar indiren eylemleri, ordu içindeki ilerici-yurtsever unsurların başkaldırma eğilimlerinin de kaynağı olmuştu. İşçi sınıfı ve gençlik hareketlerinin yenilgi ve geri çekilme dönemleri ise, pes etme, teslimiyet ve sermaye güçleriyle ve emperyalist iradeyle uzlaşma eğilimlerini destekliyordu. Emekçi kitlelerin ve küçük-burjuva tabakaların yükselen mücadele dalgasının, işçi sınıfı hareketinin örgütlü öncülüğünde ilerleyişini, emperyalizme karşı başkaldırının, aydınlanmanın, cumhuriyetin büyük sermayeye karşı başkaldırı sürecinde işçi sınıfı öncülüğünde sahiplenilmesini görmeye İlhan Selçuk’un ömrü yetmedi. Yetseydi, Pencere’sinde bu yükselişi de yansıtacağından şüphe etmek için bir neden bulunmuyor(2). Cumhuriyet gazetesinin yönetiminde etkili olduğu yarım yüzyıla yakın süre boyunca kendi kendisiyle tutarlı bir hayat sürmesi, eksiklerinin ve çelişkilerinin kişisel zaafları değil, devrimci hareketimizin eksiklerini ve zaaflarını yansıttığını itiraf etmemizi gerektiriyor. Herhalde İlhan Selçuk’a veda ederken söylenecek en anlamlı söz, devrimci hareketimizin zaaf ve çelişkilerini giderme, örgütlü mücadelesini büyütme, hareketimizi onun bıraktığı yerden daha ileri götürme sözünü vermek olacaktır.

Biyolojik evrim süreçlerinde olduğu gibi, toplumsal ilişkilerde ve siyasal-ideolojik akımların ortaya çıkışında da tarihsel materyalizmin açıklamaya çalıştığı bir toplumsal evrim teorisine sahibiz. Siyasal-ideolojik akımların, biyolojik türlerin ortaya çıkışına benzer bir evrimsel türeyiş sürecinden geçerek doğup geliştiği biliniyor. İşçi sınıfı sosyalizminin bugün durduğu yerden bakarak, İlhan Selçuk gibi kişiliklerle tarihsel ve toplumsal bir ortak kökenden geldiğimiz söylenebilir. Köken ortaklığımız veya “genetik” yakınlığımız, biyolojik bilimlerde olduğu gibi benzerliklere veya benzemezliklere bakarak izi sürülebilen bir siyasal toplumsal evrim sürecinin kanıtlarını taşıyor. Benzemezliklere bakanlar, bağnaz evrim düşmanlarını andırıyor. Benzerlikleri görebilenlerin tavrı ise iki çeşit olabiliyor: Benzerlikleri mutlaklaştırıp İlhan Selçuk’u dokunulmazlık ve eleştirilmezlik mertebesine yerleştirmeye gayret edenler ilk yaklaşımı temsil edenlerdir; benzerlikleri gören ama abartmayan, gözünü evrim sürecinin ilerisine dikenler, ikinci yaklaşımı temsil edenlerdir. Biz bu yaklaşımı doğru buluyoruz. İlhan Selçuk’un bıraktığı yerde kalmayı değil daha ileri gitmeyi düşünüyoruz.

Can Kayabal

1. Lenin, Devrimin Aynası Tolstoy, YGS yayınları, 2003
2. İki kişisel notu burada aktarmak istiyorum. İlki İlhan Selçuk’un 12 Mart’ta maruz bırakıldığı işkenceyi, ilkgençlik yaşlarımda kapı komşusu olarak yaşadığımız İstanbul’daki evimizde kızkardeşi Ülfet hanımın anlatımlarından dinlediğimi anımsıyorum. Başkalarını bilemem, ama o dönemde ilkgençlik duygularıyla kulak kabarttığımız Mahir’lerin, Sinan’ların öldürülmesi, Deniz’lerin idamı gibi olayların ve kendi gözlerimle tanık olma bahtına eriştiğim 16 Haziran işçi gösterilerinin yanı sıra, komşumuz Ülfet hanımlardan dinlediğim İlhan Selçuk’a yapılan işkenceler, o sıralar ortalığı kasıp kavuran haksızlıklara ve işkencelere duyduğum nefretle devrimci olmamda belirleyici olan birkaç kişisel sebepten biriydi. İkinci notum ise 12 Eylül sonrasına ait. Darbe sonrası Kenan Evren’in katılımıyla İstanbul’da üniversitede düzenlenen İslam Tıbbı kongresinde bir tepsi içinde tıp bilgini ve hekim Paracelsus’un kitaplarının yakıldığı bir ortaçağ ayini yapılması fakültede genç tıp öğrencileri olarak kanımızı dondurmuştu. 12 Eylül’ün askeri faşist baskı ve şiddet uygulamalarının en karanlık döneminde ve herkesin çekindiği bir ortamda, darbe sonrası kapatılmış Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrenci Derneği (HÜTFÖD) yerine oluşturduğumuz ve gizli gizli buluşmalarını yürüttüğümüz öğrenci çevresinde bu barbar ortaçağ ayinini protesto eden, bilimi ve aydınlanmayı savunan bir metni kaleme aldık ve imzaya açtık. Basit gözüken ama riskli bir işti. Ele verilirsek içeri girmemiz işten değildi. Metnin altına onlarca tıp öğrencisinin imzasını toplamayı başardık. İstanbul’a gittik, Cumhuriyet gazetesinde İlhan Selçuk’tan randevu aldık. Yaptığımız işi ve amacımızı açıkladık. Pencere’de yayınlamasını istedik. Bizi çok sıcak karşıladı. İmzaları kendisine güven duyarak teslim ettik. İmzaları imha edeceğini açıkladı ve metni yayınlayacağına söz verdi. Dediğini yaptı. Kenan Evren’in kalkıştığı cahil ve barbar ortaçağ ayinine hep birlikte küçük ama etkili bir şamar indirmiş ve yakayı ele vermemiştik.