10
AĞUSTOS HALKOYLAMASINDA NE YAPMALI?
SOSYALİST CUMHURİYET İÇİN İKİ YOL: SEÇİM SANDIĞI VE BAŞKALDIRI
10
Ağustos halkoylamasında politik deli gömleğine sığdırılmak istenen halkın,
zat-ı şahane ve gölgeleri arasından seçim yapması bekleniyor. 12 Eylül mevzuatı
kıskacında oluşturulmuş ve halk iradesinin çarpık yansımasını temsil etmekten
öteye gidemeyen meşruiyet-dışı bir sözde
meclis içinden çıkma oligarşik zümre, aynı politikanın suretlerini temsil eden üç adayı dayatıyor.
Adayların
biri malum, 10 Ağustos günü alacağı oy toplamına dayanarak suçlarını aklamayı ve
açık İslamcı-faşist diktatörlüğünü ilan etmeyi umuyor. Haziran günleri boyunca
sokaklara dökülen kitlelerin dilinde “hırsız
ve katil” olduğu açıklanmış bu suç zanlısı tutuklanıp mahkemeye çıkarılması
gerekirken cumhurun başına reis
olmaya hazırlanıyor. İkinci aday, cüretkar diktatör adayının “altın vuruş”
hamlesini dehşetle izleyen küçük-burjuvazinin korkularını, olası direncini
yatıştırmak için aday gösterilmiş, işler sarpa sardığı takdirde yedek senaryo
olarak planlanan, yakın geleceğin olası “laik-cumhuriyetçi” görünümlü askeri
darbesinin sivil ara yüzü olarak tasarlanmış, İslamcı faşizmin silik ve kibar
bir kopyası izlenimi veriyor. Üçüncüsü İslamcı-faşizmin siyasi ve ideolojik
rehini durumuna düşmüş Kürt ulusal demokratik hareketinin sözcüsü…
ADAY DEĞERLENDİRMELERİ HANGİ GÖZLE
YAPILMALI?
Hangi
oylama veya seçim söz konusu olursa olsun, yürürlükteki siyasal ve toplumsal
düzende adaylar ve oylama hakkında yapılan değerlendirmeler öncelikle ve esas
olarak adayların politik kimliği ve bu kimliğin temsil ettiği varsayılan
politik çizginin ve ilkelerin kapsamı bakımından ele alınmalıdır. Burjuvazinin
kalem erbabı ve medyadaki sözcüleri ise, tartışmayı adayların bireysel
kişilikleri ve özel hayatları üzerine çekmeye pek heveslidir. Bu
bireyselleştirme tercihi, seçimlere ilişkin burjuva ideolojisinin yaklaşımıdır.
Adayların bireysel özellikleri, bedensel yapıları, konuşma tarzı, oturup
kalkmaları, aile yapıları, mesleki ünvanları vs. sakız gibi çiğnenerek, temsil
ettikleri politik ve toplumsal kimlik bununla örtülmeye çalışılır. Milyonlarca
seçmenin yapacağı toplumsal ve sınıfsal tercihler böylece bireysel bir seçim
gibi sunulur. Oysa adayların bireysel özellikleri milyonlarca seçmen için
milyonlarca farklı seçimin konusu olabilir, sonuçta bunun seçimin esas konusu
olmadığı ortadadır. Ancak adayların hangi politik ve toplumsal programın
sözcüsü oldukları, farklı sınıflardan kitlelere nasıl bir gelecek vaat
ettikleri tartışması seçimin esas konusu olmakla birlikte, seçim kampanyasının gürültüsü
içinde genellikle boğulmak istenir. Büyük servet sahiplerinin gücüyle yürütülen
ve eşit olmayan propaganda çalışmaları sırasında seçimin esas tartışma
başlıklarına karartma uygulanır. Örnek olarak, 10 Ağustos Halkoylamasında halka
dayatılan resmi adaylardan ikisi (İhsanoğlu ve Demirtaş) bireysel özellikleri
bakımından Erdoğan’dan belirgin olarak farklıdır. İhsanoğlu'nun kibar, eğitimli,
sakin görünümü, Demirtaş’ın emekçi halktan gelen içtenlikli ve alçakgönüllü
halleri, bireyselleştirilmiş bir seçim propaganda sürecinde pek çok ilerici,
cumhuriyetçi yurtsever ve devrimci seçmen adayına sempatik gözükebilir; hele
ceberut, nobran, lumpen, yobaz ve edep sınırlarını zorlayan bir söylemin sahibi
üçüncü adaya kıyasla Demirtaş ve İhsanoğlu’nun bu üstünlükleri yadsınamaz. Ama
oylamanın asıl konusu bu değildir ki! Tarih, bireysel özellikleri bakımından
tercihe şayan gözüken adayların seçildikleri takdirde halk düşmanı siyasetlerin
en tehlikeli uygulayıcıları olduğuna tanıktır. En iyi ihtimalle, böyleleri en
tehlikeli düşmandan daha tehlikeli akılsız dostlar olabilir. Kaldı ki
yürürlükteki düzen, hiçbir adaya toplumsal ve sınıfsal ilişkilerden, siyasal ve
toplumsal güçler dengesinden bağımsız bir etkinlik alanı tanımaz. Siyasal
özneler, geçmiş çağlardan günümüze gelen tarihsel ve toplumsal koşullar
tarafından belirlenmiş bir düzlemde rollerini oynar. Bu nedenle, hiçbir
seçimde, adaylar esas olarak kişisel dürüstlük, güzellik, boy pos, hitabet
yeteneği, inanç, aile yapısı, eğitim düzeyi gibi bireysel nitelikleri açısından
ele alınamaz. Esas olan şu soruyu sormaktır: Aday hangi toplumsal ve siyasal
programın, hangi sınıfın ve halk güçlerinin temsilcisidir?
ALTIN VURUŞ PEŞİNDEKİ ZAT-I ŞAHANE
Altın
vuruş için hazırlanan zat-ı şahane, propaganda kampanyasında dağıtılan seçim
broşürlerinde “Eski Türkiye’nin bu seferki direnişi en cilız ve son direnişi olacak”
diye açıkça tehdit ediyor! Cumhuriyet rejiminin ipinin 10 Ağustos’ta
çekileceğini duyuruyor. İslamcı renklerde bir yeni-faşist rejimin “zaferini ilan etmeye” hazırlanıyor. 10
Ağustos’ta alacağını umduğu oylara dayanarak “sonuçlarını en kısa zamanda vermeye başlayacak” bir siyasi fetih
operasyonu doğrultusunda dişlerini gösteriyor. Zat-ı şahane, resmi düzen
partisi (CHP-MHP-kuyruğuna takılan diğerleri ve Genelkurmay) saflarındaki
sözümona direncin cılızlığı, kişiliksizliği ve yenilgiye mahkumiyeti ile alay
ediyor, çünkü bu direncin faşizmin küstahlığıyla çatışmayı seçtiği takdirde
halkın başkaldırmasına yol açma olasılığından duyduğu korkuya güveniyor. Zat-ı
şahane, propaganda broşürlerinde emperyalist haydutlarla kolkola girmiş
olmasıyla övünüyor. “Eski Türkiye’ye dönüş yolunu kapatalım” çağrısı yapıyor. Hitler’in
1933 seçimleriyle açık diktatörlüğünü ilan etmeye hazırlandığı nihai darbeye
benzer bir tehlikeyle yüzyüzeyiz!
İslamcı-faşist
bir darbe hazırlığının karşısında tek gerçek direniş yolu, Haziran 2013’te başlayan
ve bütün Türkiye’ye yayılan halk başkaldırısıdır. Gezi isyancılarının sokakta
seslendirdiği sloganlar, TOMA’lara ve polis güçlerine karşı haykırılan “Gel
gel” nidaları, altın vuruş peşindeki diktatör adayının önümüzdeki dönemde
karşılaşacağı gerçek direnişin yolunu gösteriyor.
“ÖLÜMLERDEN
ÖLÜM BEĞEN” SEÇENEĞİ
Düzen
Partisi’nin (CHP-MHP-kuyrukçuları-Ordu bürokrasisi-Fethullah cemaati)
saflarında ise diktatöre karşı başkaldırıdan ve iç savaş olasılığından ürken
küçük-burjuvazinin kapıldığı dehşet ve kafa karışıklığı hüküm sürüyor. Haziran
ayaklanmasına tanık olmuş bu kesimler, emekçi halkın kitlesel
hareketlenmesinden duydukları ürküntüyle, bugüne dek zatı-ı şahanenin yolunu
açmış gericiliğin temsilcilerine sığınmayı seçiyor. 1930’larda Hitler’in
işbaşına gelişini kolaylaştırmış siyasi gericiliğin peşinden gitme aymazlığına
benzer bir boyun eğiş sergiliyor. 10 Ağustos’ta Ekmelettin İhsanoğlu seçeneğini
desteklemek bundan öteye anlamlar da taşıyor. El-Kaide ve IŞİD çizgisinde bir
İslamcı aşırılığın yaratacağı tepkilerin emperyalizmin ve büyük sermayenin
çıkarlarını tehlikeye düşürecek ölçüde rejimin otokratik inşasını zora sokması
durumunda ise, yedek senaryonun sözümona
laik ve cumhuriyetçi görünümlü bir askeri darbe olacağı anlaşılıyor. Bugünden
mevzilenen bazı güçlerin, restorasyoncu bir darbe hazırlığında oldukları,
Mısır’da Mursi’yi deviren Sisi örneğini tekrarlamaya yönelebilecekleri, İslamcı
faşizmi askeri diktatörlük yöntemleriyle tesise kalkışabilecekleri olasılığı
ihmal edilmemelidir. Ekmelettin İhsanoğlu böyle bir darbenin sivil ara-yüzü
olmaya adaydır. Fethullah hareketi bugünden bu cephenin arkasında saf tutmuş
bulunuyor. İP ve Perinçek tayfası, Ergenekon operasyonunda tutuklanmış bazı
subaylar, zamanında 12 Eylül’ü desteklediği bilinen bazı Kemalistler, MHP ve
CHP’nin çoğunluğu böyle bir darbeyi meşrulaştıracak politik konuma bugünden yerleşmiş
gözüküyor. Laikliği ve cumhuriyetçiliği Ekmelettin İhsanoğlu’nun kişiliğinde kurgulayan
Amerikancı bir İslamcılık (Aramco-Rabıta çizgisi) olası bir darbenin ideolojik
politik yörüngesini tayin edecektir. Kendi jargonlarında buna “ılımlı İslam” dendiği biliniyor!
Esas
olarak ABD ve Anglosakson emperyalizmi, kısmen Almanya ve Rusya, hatta Çin, 10
Ağustos ve sonrasında görünür hale gelecek bütün seçeneklerin arkasında
duracaktır. Kendi aralarındaki itiş kakış ve denge değişiklikleri destek
verdikleri odak seçimini değiştirebilir, ancak bu seçeneklerin hiçbiri
Türkiye’deki halk güçlerinin bağımsız tercihi değildir. Türkiye işçi sınıfının
ve halk güçlerinin çıkarları emperyalizmin desteklediği bütün adayların
reddedilmesindedir.
HALKOYLAMASINDA
SELAHATTİN DEMİRTAŞ SEÇENEĞİ DESTEKLENEBİLİR Mİ?
Kürt ulusal demokratik hareketinin adayı olarak ortaya çıkan
Selahattin Demirtaş’ın desteklenmesi, bu ortamda bir seçenek olabilir mi?
Sosyalist ve devrimci saflarda hüküm süren kargaşa, sol içi çatışmalar ve
bölünmeler bazılarına bu seçeneği anlamlı ve mecburi bir çıkış yolu gibi
gösteriyor. ÖDP başkanı, sol liberal bazı yazarlar, yapacak başka bir şey
olmadığı çaresizliğinden hareketle Demirtaş lehine tutum belirlemeyi öneriyor. Selahattin
Demirtaş seçeneği, Ekmelettin İhsanoğlu seçeneğinden bazı açılardan farklı olsa
bile, seçimin esas konusu bakımından özü itibarıyla farklı tutulamaz. Demirtaş
Haziran ayaklanması günlerinde ayaklanmaya mesafeli durmayı önermiş olmasıyla,
propaganda sürecinde tıpkı zat-ı şahane gibi “90 yıllık Cumhuriyet ile hesaplaşmayı” öne çıkartmış olmasıyla, AKP
hükümetiyle ve emperyalist odaklarla gizli pazarlıkları esas alan Kürt
milliyetçiliğini temsil eden politik platformu ile dikkat çekiyor. Kürt ulusal
demokratik hareketinin bugününe damga vuran gerçeklik, Kürt halkının pazarlık
yoluyla rehin statüsünden kurtulabileceğini ve kendisini yaklaşan kasırgadan
esirgeyebileceğini zannetmesinden ibarettir. Türkiye emekçi halk kitlelerinin ve işçi sınıfının kaderinden bağımsız
bir Kürt kurtuluşu varsayımı, bu kesimin tarihsel ve trajik bir yanılgısı
olarak beliriyor.
Cumhurbaşkanlığı halkoylamasında resmi adaylardan biri olan
Selahattin Demirtaş, ikinci tura kalmadığı takdirde, seçmenlerinin ikinci turda
serbest olacaklarını duyuruyor. Bu açıklama, birinci turdaki adaylığının
politik hedefleri bakımından belirsizlik içerdiğini ve ikinci turda pazarlığa
tabi olduğunu, dolayısıyla sosyalist sol açısından bu bakımdan ele alınması
gerektiğini gösteriyor. Birinci turdaki adaylığının politik kapsamı ve hedefi
eğer ikinci tur olasılığı açısından net bir açıklama içermiyorsa, burada
ikiyüzlülük ve gizli bir hesap sözkonusudur denebilir. Birinci turda eğer
emekçi halk güçlerinin, işçi sınıfının, ilerici safların hedef ve talepleri
için adaylığı söz konusu ise, Demirtaş’tan ikinci tur için de bu hedef ve
talepler açısından kendisini bağlayıcı bir açıklama yapması beklenmelidir.
Böyle bir açıklama yapılmıyorsa, bunun anlamı, ilk turda kendisine verilecek
desteğin kendi asıl hesap ve gündemine ait bir kazanç olarak kaydedilmesi,
ikinci turda ise bu desteğin “elde var bir” kabul edilerek pazarlık unsuru sayılmasıdır.
İşçi sınıfının ve halk güçlerinin,
ikinci turda kazanacak aday ile yani halkoyuyla seçilerek olağanüstü bir güç
kazanacağı varsayılan şu ya da bu zat-ı şahane ile yapacağı bir pazarlık
yoktur. Halkoylamasını ilk veya ikinci turda kazanacak Erdoğan böyle bir
oylamada ancak cumhuriyet karşıtı ve gerici İslamcı-faşist rejimin öznesi
olacaktır. İşçi sınıfı ve halk güçleri açısından, bu özne, yıkılması gereken
bir iktidarın temsilcisi olacaktır. Haziran 2013 ayaklanmasının akim kalmış ve
hala yürürlükte olan başka bir hedefi yoktur.
Demirtaş’ın adaylığı, hem ilk turda hem de olası ikinci turda,
işçi sınıfının ve halk güçlerinin kendi bağımsız hedef ve gündeminin bu nedenle
dışında ve uzağındadır. Sosyalist sol açısından desteklenebilecek bir adayın
daha ilk tur öncesinde işçi sınıfının ve halk güçlerinin talep ve hedefleri
hakkında belirsiz ve suskun bir konumu seçmesi, genel ve yuvarlak sözler
dışında bir şey söylememesi, ikinci turda bu talep ve hedeflerin karşısında ve
uzağında duracağını ima etmesi kabul edilemez. Şu halde Demirtaş işçi sınıfının
ve halk güçlerinin adayı değildir, cumhuriyetçi safları temsil edemez, 10
Ağustos halkoylamasının demokratik temsil açısından problemli ve meşru olmayan
niteliğine rağmen resmi adaylığı içine sindirmesi bile bunun doğrulamasıdır.
İkinci tura ilişkin yaptığı açıklaması da bu saptamayı bir kez daha
doğrulamaktadır. Bazı aklı-evvel yazarların ilk ve ikinci seçim turlarında
farklı adayı destekleme çağrıları da tutarsızlığın zirve yapmasıdır: Bazılarına
göre ilk turda Demirtaş kaybederse, ikinci turda bazılarına göre seçim boykot
edilmeli, bazılarına göre Ekmelettin İhsanoğlu desteklenmelidir. Seçim turuna özgü boykot politikasını
boykot seçeneğini tartışırken ele alacağız, ama ilk turda Demirtaş’tan ikinci
turda Ekmelettin İhsanoğlu’na tercih kaydırmanın ehven-i şer siyasetinin
yansıttığı kafa karışıklığının örneği olduğu belirtilmelidir. ÖDP
eşbaşkanlarının bireysel tutum olarak Demirtaş’a oy vereceklerini açıklamaları
ama ÖDP’nin parti olarak böyle bir tutumu benimsediğini duyurmaktan geri
durması, düşük profilli desteğe örnektir. “Çaresizlikten
Demirtaş’a Evet!” anlamındaki bu tutumun ÖDP’nin parti olarak ne işe
yaradığını sorgulatması kaçınılmazdır. ÖDP’nin Ufuk Uras taraftarlarıyla yolunu
ayırmasından bu yana politikasızlığı politika olarak benimsemeye devam ettiği,
bir tür tartışma kulübünden hallice olduğu söylenebilir. Apolitizm, ÖDP’nin
müzminleşen iflasının göstergelerinden biridir. İkinci tuhaf Demirtaş
destekçiliği örneği de yine ÖDP çevresindeki bazı Birgün yazarları tarafından
dile getirilmektedir. İlk turda kişiliği ve politikaları nedeniyle Demirtaş’ı
desteklemeye çağıran bu yazarlar, ikinci tura özgü olarak da Ekmelettin
İhsanoğlu destekçiliği çağrısı yapmaktadır.
Peki sosyalist solun her zaman desteklediği ve en zor zamanlarında
yanında durduğu Kürt halkının meşru talep ve hedefleri açısından başkanlık
halkoylamasında Demirtaş’ın desteklenmesi önerilemez mi? Kürt halkına karşı
baskı ve asimilasyon siyasetinin geriletilmesi açısından Demirtaş’ın bu
oylamada alacağı oy oranının yükseltilmesi somut bir siyasal hedef olamaz mı? HDP
etki alanındaki EMEP, ESP, SDP, SYKP gibi çevrelerin bu tutumda olduğu
biliniyor.
Tartışmanın bu yanında önemli olan, Kürt ulusal demokratik
hareketi ile sosyalist sol arasındaki açının bizzat Kürt siyasal öznelerinin
seçtiği siyasal yol nedeniyle kapanamayacak biçimde açılmış olması, hatta karşı
karşıya gelmiş olmasıdır. Sosyalist hareketin Kürt sorununa dair siyasal
programının ve hedeflerinin “Kürt halkının kendi geleceğini belirleme hakkının
tanınması” merkezinde olduğu biliniyor. AKP yıllarına kadar bir siyasal devrim
programının parçası olan bu hedef Kürt ulusal demokratik hareketi tarafından
artık terk edilmiş bulunuyor. Kürt siyasal hareketi Öcalan’ın üzerinden rehin
alınmış durumdadır, AKP hükümeti ile yürütülen açılım görüşmeleri bir tür
rehine pazarlığıdır. Kürt halkının geleceğini belirleme hakkı, bu rehine
pazarlığı üzerinden emperyalizme ve bölgesel ortağı zat-ı şahaneye teslim
edilmiştir. Hiçbir ulusal demokratik hareket bu tür bir pazarlık üzerinden
kendi halkının geleceğini güvence altına alamaz. Pazarlık masasının karşı
tarafındakiler bugün İslamcı faşist yobazlık, Siyonizm ve emperyalist
güçlerdir. Buradan Orta-Doğu’yu kasıp kavuran kan deryasının Anadolu’ya da yayılması
dışında bir şey çıkmaz. Türkiye halklarının geleceğini esir almış 12 Eylül
faşist diktatörlüğünün İslamcı-faşizm biçiminde restorasyonu koşullarının davet
edeceği baskı ve zulüm rejiminde Öcalan’ın rehine statüsünün ne olacağı sorusu
artık önemini yitirmiştir. Türkiye’yi 12 yıldır yöneten zat-ı şahanenin
sırtından bıçaklamadığı yol arkadaşının bulunmadığı hatırlandığında, rehine
pazarlığının da olası sonuçları tahmin edilebilir ama sosyalist hareketin
farklı sözcüleri bugüne kadar bu konuda yeterince uyarıda bulunmuş olduğuna
göre, bu pazarlık artık işçi sınıfının ve halk güçlerinin ilgi konusu değil, “dost
acı söyler” mealindeki son hatırlatmasıdır. Demirtaş’ın 10 Ağustos’ta
desteklenmesi bu nedenle de söz konusu edilemez. Kürt meselesinde barışçıl
denilen emperyalist-politik çözüm gündemi, yakın gelecekte sosyalist hareket
açısından yeni baştan bir değerlendirmenin konusu olmak zorundadır, güncel önemi
Orta-Doğu kan deryasının ülkeye sıçramasının engellenmesi ile sınırlıdır.
Demirtaş’ın adaylığının desteklenmemesi, bu kan deryasını engellemek açısından
da önemlidir.
BOYKOT SEÇENEĞİ DEVRİMCİ BİR DİRENİŞ ANLAMINA GELEBİLİR Mİ?
Dayatılan resmi adayların
hiç biri 10 Ağustos oylamasında
desteklenemeyeceğine göre, sosyalist hareket ne yapmalı? Tarafsız kalmak, pasif
boykot, aktif boykot geriye kalan tutumlar olarak gözüküyor. Bu seçenekleri
kısaca ele alalım ve “Ne yapmalı?” sorusunu yanıtlamaya çalışan cumhuriyetçi,
ilerici, yurtsever, sosyalist çevrelerin tutumunu tartışalım.
İP ve Perinçek çevresi, TSİP’in bazı yöneticileri, CHP kuyruğundan
ayrılamamanın bedeli olarak “Yetmez ama
Ekmelettin’e Evet!” tercihini savunma konumuna sürüklenmiş bulunuyor. Boykot
politikasının yanlışlığından hareketle ve CHP kuyruğundan ayrılamamaları
nedeniyle benimsedikleri bu tercih, bu gibilerin politik iflası demektir. Lenin,
aslında bir liberal olan ama kendisini sosyalist addeden eski ekonomist akım
mensuplarından Akimov’un liberal gazetelerde sosyalistler adına yazdıklarını
istisnai olmayan ve benzerleri çok görülen tutumlara örnek göstererek Akimov’un
önerilerinin anlamını şöyle dile getirmektedir: “Beni liberal blok listesine dahil etmeniz için her şeyi yapabilirim,
kabul edebilirim!” Lenin’e göre Akimov’culuk örnekleri çokça görülen
bir olgudur ve liberal burjuvazinin gericilikten çok devrimden korkmasıyla
ilgilidir. Ekmelettin İhsanoğlu blok listesinde 14 parti arasında adının
sayılmasını içine sindirenlerin ilkesi, “ilerici
güçlerin kabul edebileceklerinden daha fazla amaç ve talebin savunulmasının liberal
blok davasını dağıtabileceği korkusu”dur. Mustafa Balbay, Kılıçdaroğlu ve
peşindekilerin korkusu da budur.
İnce-ayarlı dahiyane siyaset önerilerinin ikinci turda boykot gibi garip örnekleri de mevcuttur. Boykot
siyasetinin belirli toplumsal ve siyasal ön koşullarını görmezden gelen bu “2.tur boykotçuluğu” çaresizliği ve
politikasızlığı siyaset diye sunmaktadır. Seçim ya tümden boykot edilir veya
iki turda da belirlenen seçeneklere oy desteği verilir. Seçime katılanlar için
seçim koşulları baştan kabul edilmiş demektir, ikinci turda istediği seçenek
yok diye boykot önermek saçmadır, mantıklı olan kendine en yakın seçeneği
desteklemek olabilir. İkinci tur boykotçuluğu işaretleri ÖDP ve HDP
çevrelerinden alınmaktadır. Bu apolitik görünümlü siyaset ya tarafsızlığı ya da
tarafsızlık görünümü altında ikinci tura kalma ihtimali olan iki adaydan birini
tarafsız kalarak pasifçe desteklemeyi öngörür. İkinci tur adayları arasında açıkça
seçim yapmamak ve tarafsız kalmak, ÖDP çevresinde ve HDP kuyruğundaki “sollar”
arasında çaresizlik ve apolitizm, HDP merkezindeki Kürt hareketi saflarında ise
AKP ile gizli pazarlığın işareti sayılmalıdır.
Sosyalist ve devrimci basının geri kalanında dile getirilen 10
Ağustos oylaması politikaları şöyle tasnif edilebilir: Resmi adayların
hiçbirini desteklemeyen, pasif boykotu veya tarafsızlığı savunanlar
(Halkevleri, Odak, Devrimci Hareket, Red Dergisi); oylama hakkında tutum
belirlemeyen, seçimi görmezden gelen, “işimize bakalım” diyen veya oylama
yokmuş gibi davranıp susanlar (Yürüyüş, Sorun); aktif boykot politikasını
savunanlar (TKP’nin her iki kanadı, Proleter Devrimci Duruş, Mücadele Birliği);
resmi adayların hepsini reddeden ancak seçimlere katılıp bağımsız bir seçeneği
desteklemeyi savunanlar (Kızıl Bayrak). Bu tasnif, 10 Ağustos halkoylaması
öncesinde sosyalist harekette derin bir kafa karışıklığının ve bölünmelerin
olduğunu gösteriyor. Nitekim İstanbul’un Gazi mahallesinde meydana gelen HDP-Halk
Cephesi çatışmaları ve TKP’de meydana gelen bölünme de bu süreçten bağımsız
değildir.
Seçimlerde boykot siyaseti ne demektir? Boykot tartışması devrimci
taktikler meselesine ilişkin bir tartışmadır. Sosyalist hareketin köken
itibarıyla halkçı-devrimci diye nitelendirilebilecek kesimlerinde bu meselenin
bir ilke sorunu, bir devrimcilik ölçütü gibi ele alınması dikkat çekicidir, bu
kesimlerde seçimlere katılma, sandığı gitme bir reformizm belirtisi olarak
görülmektedir. Bu nedenle seçimlere katılmayı öngören ve ciddiye alan yasal
örgütlenmeden halkçı-devrimci akım daima uzak durmuştur. Önemseyen unsurları
bile (örneğin ÖDP) bu konuda elindeki olanaklara rağmen beceriksiz ve yetersiz
kalmıştır. Oysa işçi sınıfı sosyalizmi geleneğinde boykot taktiği bir ilke
sorunu değil, bir devrimcilik ölçütü değil, tarihsel ve toplumsal koşullara
bağlı bir tutum seçimidir. Siyasal koşullar somut olarak şu veya bu tutumu
seçmeyi gerektirebilir. Burada boykot taktiğinin uygulanabilir olup olmadığı
konusunda karar verilmesi önemlidir. İşçi sınıfı sosyalizmi açısından boykot
taktiği konusunda verilecek kararın belirlenmesinde seçim mevzuatının ve
seçimle belirlenecek kurumların gerici niteliği dikkate alınmalıdır ama tek
başına ölçüt olamaz. Devrimci hareketin seyri, devrimci deneyim asıl önemli
husustur. Boykot taktiğini ilke olarak reddeden Menşevikler, tıpkı boykot
taktiğini ilke olarak benimseyen eğilimler
gibi hayattan kopuk doktriner yaklaşımlardır. Lenin’in her ikisiyle de
savaştığı bilinir. Boykot tartışmalı ve çoğu zaman riskli bir taktiktir. Mesele
devrimci hareketin seyrinin bu taktiğe başvurulduğu takdirde düzen karşıtı
mücadeleyi büyütmeye hizmet edip etmeyeceği veya tersine devrimci halk
hareketinin düzen kurumlarını restore etmesine yardımcı olup olmayacağına dair
bir meseledir. Lenin’e göre devrimci kitle hareketinin büyüdüğü koşullarda,
düzen kurumlarının meşruiyetinin geniş kitleler tarafından sorgulandığı
koşullarda, boykot doğru bir taktik olabilir. Tersine devrimci dalganın ve
kitle hareketinin gerilediği, emekçi kitlelerin sandığın meşru bir yol olduğuna
inandığı koşullarda ise boykot taktiği yanlıştır. Sosyalist hareket bu durumda
siyasal hedefleri için seçim ve oy kullanma mekanizmasını dikkate almayı,
devrimci politikaları seçim koşullarına uyarlamayı önemser. İkinci durumda, en
gerici düzen kurumları içinde bile yer almak, tavır belirlemek, seçenek
göstermek devrici mücadeleyi sürdürmek için mümkündür ve zorunludur. Kitlelerin
seçim politikalarına ilgi gösterdiği, sandığa gitmeye eğilim gösterdiği bir
ortamda oylamaya ve seçim sandığına tarafsızlık ve ilgisizlik tutumu
devrimcilik değil apolitizm belirtisidir. 2013 Haziran günlerinde, kitlelerin
başkaldırdığı ve düzen kurumlarına itaatsizlik gösterdiği koşullarda bir
iktidar boşluğu (interregnum) ortamı
doğmuştu, halk hareketi mıntıka temizliği yapmış, AKP otoritesi sarsılmıştı.
2013 yaz aylarında bir seçim olsaydı, boykot anlamlı bir taktik olabilirdi.
2013 sonbahar aylarında halk hareketinin kısmen durulduğu ancak Tayyip
Erdoğan’ın kan dökülmesi emrini bizzat verdiği öğrenildikten sonra bu kez büyük
yolsuzluklara karıştığının anlaşılması halk hareketinde yeni bir ivme yarattı.
Ancak yolsuzluk söylentilerinin medyada peşpeşe gelen kaset ifşalarıyla
büyümesi halkı medyanın pasif izleyicisi konumuna itti, böylece pasifize
etti. Tarih inişli çıkışlı seyreder ve
Marksizm bunu bilerek politik taktiklerini belirler. Gerektiğinde uzlaşmaları
benimsemek de buna dahildir.
Boykot taktiği düzen kurumları çerçevesinde bir mücadeleyi değil,
düzen kurumlarının karşısında bir mücadeleyi öngörür. Şu halde boykot
taktiğinin başarıyla örgütlenmesinin koşulu düzen karşıtı doğrudan kitle
hareketinin, kitlesel itaatsizlik seferberliğinin varlığıdır. Boykot siyasal
düzenin toptan ve doğrudan reddedilmesidir, ama sadece lafta değil fiiliyatta!
Boykot taktiğinin geçerliliği ifadesini örgütlerin slogan ve çağrılarında değil
iktidara meydan okuyan kitle hareketinin kabarışında bulur. Boykot iktidarın
temsil ettiği siyasal düzene karşı doğrudan bir savaş çağrısıdır. Eğer eski
düzene karşı kitlesel bir başkaldırı yoksa, eğer eski düzenin yasal çerçevesi
hüküm sürmeye ve halka sınırlar koymaya devam ediyorsa, boykot taktiğinin
başarılı olması beklenemez. Devrimci kabarışın en önemli belirtisi örgütlerin
çağrılarının halkta yankı bulması, karşılık yaratması, devrimci örgütlerin
slogan ve çağrılarının halk hareketinin gerisinde kalmasıdır. Haziran
ayaklanmasının belirgin özelliklerinden biri bu olmuştur. Bu koşullarda
ülkedeki gerilime boykot çağrısı eklemlenir. Boykot çağrısı kendi başına yeni
bir atılım yaratmaz, sadece kitle hareketinin dinamizmine denk düşer. Olayların
nesnel seyrinden hükümetin boş vaadlerine ve pazarlık tekliflerine yanaşma dersi
çıkaranlar, öznel olarak devrimci niyetlerden yoksun olanlar değil, gelişen
nesnel devrimci durumu doğru kavrayamayanlardır.
Boykot politikası iki biçimde ele alınabilir: Aktif boykot ve
pasif boykot. Aktif boykot sadece düzenin resmi kurumları içinde yer almayı ve
rol oynamayı reddetmek değildir. Siyasal düzene karşı doğrudan ve kitlesel bir
saldırının parçası olmaktır. Bugünkü nesnel koşullarda, kitlesel bir
başkaldırının bulunmadığı ortamda, aktif boykot politikası açıkça yanlıştır. 10
Ağustos halkoylamasının meşru olmayan niteliğine karşı içeriğiyle bir
propaganda değeri taşısa bile, biçim olarak yanlıştır. Aktif boykot
politikasını savunanlar (TKP’nin her iki kanadı, Proleter Devrimci Duruş,
Mücadele Birliği) boykot sözünü aşındıran ve değersizleştiren bir taktiği
savunmaktadır. Aktif boykot kitlesel başkaldırı, rejime doğrudan saldırı olarak
uygulanmadığı sürece boş söz demektir. Lenin bu durumu, “büyük sözler sarfedip bu sözlerin gerçek anlamını kavramamak”
olarak tarif ediyor.
Pasif boykot ise daha farklıdır, tarafsız kalmayı ifade eder,
resmi adayların hiçbirini desteklemeyenler, pasif boykotu veya tarafsızlığı
savunanlar (Halkevleri, Odak, Devrimci Hareket, Red Dergisi); oylama hakkında
tutum belirlemeyen, seçimi görmezden gelen, “işimize bakalım” diyen veya oylama
yokmuş gibi davranıp susanlar (Yürüyüş, Sorun) politika dışına düşmektedir.
Sonuç: Haziran ayaklanması 2013 yaz aylarından sonra sönümlenmiş,
kitle hareketi gerilemiştir. 31 Mart 2014 yerel seçimleri ve sonuçları
sonrasında bugün için boykot taktiğinin nesnel koşulları ortadan kalkmıştır.
Buna karşılık devrimci kitle hareketlerinin yeni bir dalgasını davet edecek ön
koşullar birikmeye devam etmektedir. Bugün için sosyalist hareketin görevi,
siyasal düzene karşı yeni bir kitle hareketini doğuracak ve kitleleri
örgütleyecek çalışmalara devam etmek, bir yandan da bugünkü nesnel koşulların
dayattığı düzen içi siyasal kurumlarda bu siyasal kurumların meşru olmayan
niteliğini teşhir etmek için yer alma görevini es geçmemek, bütün seçimlerde
devrimci seçeneği ortaya çıkartmak için mücadele etmektir.
SOSYALİST CUMHURİYET İÇİN İKİ YOL: SEÇİM SANDIĞI VE BAŞKALDIRI
Tarihte hiçbir cumhuriyet, seçimlerle ve başkanlık oylamasıyla kurulmamıştır.
Cumhuriyet ancak ve sadece devrim
yoluyla, iç ve dış savaşları da kapsayan büyük mücadelelerle kurulabilir, meşru
siyasal otoritesini ancak ve sadece ayaklanan halktan alabilir ve tek adam
rejimini ilke olarak reddeden bir meclis iktidarı ile temsil edilebilir. Plebisiter veya referandum benzeri
oylamalar karşı-devrimlerin meşruiyet dayanağıdır, bu oylamalarda yer alan
adaylar da karşı-devrimin oyuncaklarıdır. Demirtaş dahil hiçbir aday bunun
istisnası değildir. Resmi muhalefet adaylarının açıklamaları da zat-ı
şahanenin seçilmesine sözümona demokratik bir görünüm vermeye alet olduklarını,
Demirtaş için bunun ötesindeki tek perspektifin ise Kürt halkının meşru
demokratik talep ve hedeflerini Barzani-Öcalan milliyetçiliği ile ve bölgesel
emperyalist çıkarlarla uzlaştırmaya yöneltmekten ibaret olduğunu
göstermektedir.
10 Ağustos halkoylamasında bir cumhurbaşkanlığı seçimi söz konusu
değildir. Adaylardan biri halka onaylatarak padişah olmaya hazırlanıyor. Öbür
iki resmi aday ise bu onaylamanın figüran adayı durumundadır. Sosyalist hareket
için meşru adaylar, Haziran ayaklanmasında toprağa düşen gençlerdir. Resmi
adaylara karşı seçim sandığına Haziran adaylarımızı oy pusulası olarak atalım.
Halk kitlelerine devrimci seçeneğimizi oylatmak için propaganda yürütelim. Yakın
geleceğin devrimci fırtınalarını yönetmeye yetenekli bir Türkiye Halkları
Komünist Partisi’ni (THKP) inşa etmek için çalışmayı sürdürelim.