16 Mayıs 2013 Perşembe


 
TAYYİP ERDOĞAN’IN
ALTIN VURUŞ HAZIRLIĞI

 
AKP hükümetinin rejim değişikliği siyasetinin “altın vuruşu” anayasa değişikliği adımına bağlanmış görünüyor. AKP’nin önde gelen sözcülerinin uzun bir süredir başkanlık rejimi olarak dillendirilen siyasal hedefe işaret ederek, “laikliğe”, “cumhuriyete”, “parlamenter demokrasiye”, “hukuk devletine” öldürücü nihai darbeyi indirme peşinde olduğu anlaşılıyor.
 
Karşı-devrimci rejim değişikliği siyasetinin yaklaşan bu son hamleleri, uzun bir gericilik dönemini izleyerek gündemimize geldi. Bu siyasal gericilik dönemini belirleyen özellikler ise, “sosyal devlete”, “temel hak ve özgürlüklere”, “ulusal egemenlik ilkesine” vurulan tırpanlarla halkın ezilen ve emekçi çoğunluğuna boyun eğdirilmesi, güvencesiz, gelecek kaygısı içinde yaşayan ve çalışan, sesi boğulmuş, örgütlü gücü kırılmış kitlelerin muktedir ideolojik ve siyasal odaklara sığınmak zorunda bırakılmasıdır.
 
Kadın cinsinin çocuk yaşlardan başlayarak toplumsal hayattan, üretim  ve eğitim sürecinden dışlanması, erkek egemenliğindeki eve (bugünkü biçimiyle burjuva evliliğe) köle olarak kapatılması, peşpeşe üç ila beş çocuk doğuracak bir kuluçka makinesine çevrilmesi, ezilmesi, susturulması, öldürülmesi, dövülmesi bu gericilik döneminin tezahürlerinden biridir.
 
İşçi sınıfının hiçbir sınırlayıcı ve düzenleyici kayıt ve koşula bağlı olmaksızın tamamen sermayedarların iki dudağı arasından çıkacak keyfi söz ve kararlara göre çalıştırılması, yönetilmesi, işe alınıp işten çıkarılması, çalışamayacak olduğu hallerde (hastalık, sakatlık, emeklilik gibi durumlarda) varlığını korumaya ve sürdürmeye yetecek insanca bir ücret hakkından yoksun bırakılması, yıpratıcı ve tehlikeli çalışma koşullarına, uzun mesai saatlerine, öldürücü veya sakatlayıcı iş kazalarına maruz bırakılması sendikal örgütlenme ve hak arayışı isteklerinin sistematik biçimde engellenmesi aynı gericilik döneminin başka tezahürleridir.
 
İçlerinde aydınların, gazetecilerin, öğrencilerin, sendikacıların, avukatların, örgütlü devrimci siyasal aktivistlerin ve başka toplum önderlerinin yer aldığı binlerce siyasal tutuklunun mahpushanelere doldurulduğu, binlerce siyasal tutukluyu dört duvar arasına hapseden toplama kamplarının peşpeşe açıldığı ülke manzarası, arkada bıraktığımız gericilik döneminin bir başka tezahürüdür. Yazarların, gazetecilerin, karikatüristlerin, ressamların, heykel sanatçılarının yazı, çizi ve eserlerinin yasaklanması ve imha edilmesi, kendilerinin ise işten atılması, hatta içeri atılması gericilik döneminin kenar süsü olmaktadır.
 
Ordunun üst düzey subaylarından alt düzey kadrolarına kadar NATO-ABD denetimine sığmayan bütün yönetici çekirdeğinin tasfiye edilmesi, polis operasyonlarıyla hapsedilmesi,  itibarsızlaştırma ve psikolojik harp saldırılarına maruz bırakılması, eşzamanlı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik alanını çizen sınırlarının ve devlet olarak kimliğinin belirsizleştirilmesi ve karartılması, ülke topraklarına yabancı askeri birliklerin ve silah sistemlerinin davet edilmesinin ve üslendirilmesinin hızlanması, bir yandan da ordu mensuplarına gösterilen  savaş hedeflerinin ve ülkede hakim kılınan savaş ikliminin ülke içinde yaşayan Kürt halkını veya komşu coğrafyalardaki  Türk-Sünni Müslüman olmayan başka etnik-dinsel kökenli halk ve devletleri düşman olarak belletmesi gericilik döneminin çarpıcı bir özetini sunmaktadır.
 
AKP’nin “altın vuruş” hedefli siyaseti, önümüzdeki aylar içinde, anayasa değişiklikleriyle, bir dizi seçim ve referandum oylamalarıyla, hükümet vesayetindeki “özel” mahkemelerin “özel” kararlarıyla, örgütlü halk önderlerine ve toplum kesimlerine yönelik yeni polisiye operasyonlar ve toplu tutuklamalarla, her boydan ve soydan faşistin, ırkçının, İslamcı yobazın dahil olduğu linç ve katliam girişimleriyle, suikast ve imha operasyonlarıyla seyredeceğe benzemektedir. Kürt sorununda sözümona barış süreci yaklaşımı, Tayyip Erdoğan’ın “altın vuruş” hedefli siyasetinin tamamlayıcı bir parçasıdır.
 
Bizi ilgilendiren ise, “sol” adına muhalefeti temsile aday olanların altın vuruş hazırlığına nasıl yaklaştığı olmalıdır.
 
Üç eğilim hemen ayırt ediliyor: İlki AKP’nin kuyruğunda solculuğu ve liberalizmi bağdaştırma peşinde koşanlar, Taraf gazetesi çizgisinde duranlardır. Bu grup, barış, Kürt sorununun çözümü, derin devlet ile hesaplaşma görünümü arkasında saklanan bütün emperyalist ve gerici gündemi sahiplenme ve aklama çabası içindedir. “Solculukları” ise, örneğin akil adamlar sofrasında kadınların temsilinin yetersizliği  nedeniyle tasalanmaktan ibarettir.
 
İkinci eğilim, KESK başkanından BDP ve PKK yönetici çevrelerine kadar çoğu Kürt kökenli politik aktivist nezdinde etkili olduğu gözlenen Kürt halkı için ayrı bir barış ve hak talebinin mümkün ve gerçekçi olduğu düşüncesinin öne çıkarılmasıdır. Bu eğilimin de AKP kuyruğunda gerici ve emperyalist gündem sahipleriyle saf tutma olasılığı güçlenmektedir. Fabrikalarda, tarlalarda ve siyasal iktidar düzleminde hak kazanma mücadelesini ilerletemeyenlerin dağlarda barışı kazanabileceği görüşü tehlikeli bir yanılsamadır, yaşayarak görülecek!
 
Üçüncü eğilim, burjuvazinin ve emperyalizmin farklı kanatları arkasında saf tutan ve hesaplaşmayı buradan geliştirme peşinde koşanlardır. Bu  eğilimin “altın vuruş” siyasetinde Tayyip Erdoğan’ın işini kolaylaştırma riski yüksektir.
 
Bu siyasetten zincirleme çatışmalar dışında bir sonuç çıkmayacaktır. Tayyip Erdoğan’ın “altın vuruş” hedefi, Yurtta Savaş Dünyada Savaş ilkesine dayanmaktadır. Otokrat olmaya soyunan Erdoğan ve peşine takılmış bu üç eğilimin temsilcileri, politik ve kişisel sonlarına doğru  denetimsiz sürüklenen amok koşucularını andırmaktadır.
 
İşçi sınıfı sosyalizmi ve ilerici yurtsever halk güçleri kendilerini bu üç eğilimden ayrı ve bağımsız bir çizgi üzerinde örgütlemek, amok koşusuna dahil olmaktan kaçınmak zorundadır.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

1 MAYIS 2013 TARTIŞMALARI





1 MAYIS’IN
BUGÜNKÜ ANLAMI VE KAPSAMI ÜZERİNE

 

1 Mayıs’lar Türkiye’de sosyalist hareketin ve işçi sınıfının gündeminde her zaman toplumsal ve politik açıdan önemli günler oldu. Uluslararası hareketle birleşerek oradan güç devşirme, politik ve ideolojik kimlik beyanı üzerinden sosyalist kadroların ve etkiledikleri kitlelerin örgütlü irade etrafında konsolidasyonu, burjuva hükümetlerle ve devletle siyasal hesaplaşma, sınıf mücadelesinin gündemini kitlelere taşıma, sınıf mücadelesine sosyalist siyaseti aşılama, propaganda, devrim provası gibi nitelikler 1 Mayıs’lara yakıştırıldı.
 
Dünya çapında en büyük 1 Mayıs gösterilerinin yapıldığı merkezlerin başında İstanbul Taksim 1 Mayıs alanının gelmesi bu açıdan dikkat çekicidir. Sosyalist ve devrimci hareketimizin görünür politik ve toplumsal etkinlik düzeyini kat kat aşan, belki de gizilgücünü (potansiyel kapsamını) gösteren bu durum, Türkiye’nin emperyalist zincirin zayıf halkalarından biri olduğu ve devrimci durumun baş gösterebileceği ülkeler arasında ön sıralarda yer aldığı tezlerini doğrular gibidir.
 
Türkiye 1 Mayıs’larının gelenekselleşmiş  özelliklerinden biri, İstanbul Taksim alanına egemen olma çabalarının her 1 Mayıs günü zirveye çıkmasıdır. Bu boşuna değildir, zira Taksim İstanbul’un hatta Türkiye’nin siyasal akropol (siyasal iktidarın simgesel zirvesi) haline dönüşmüş meydanıdır ve tarihte binlerce kez tanık olunmuş akropolü ele geçirme kavgası burjuvazinin devlet güçleriyle girişilen şiddetli bir mücadeleye sahne olan bu meydan çevresinde de 37 yıldır devam edegelmiştir. Taksim alanına egemen olma kavgası, alanın isminin 1 Mayıs Alanı olarak konulması dahil ideolojik ve siyasal bütün cephelerde sürmüştür.
 
Burjuvazinin farklı hükümetlerinin on yıllardır 1 Mayıs gösterileri karşısında kapıldığı telaş, yasaklamalar, baskı ve tutuklama kampanyaları, toplu katliam, polis şiddeti ve provokasyon denemeleri işe yaramamış, tersine her engelleme girişimi bir sonraki 1 Mayıs’ın daha büyük bir meydan okumaya dönüşmesini engelleyememiştir.
 
2010’lu yıllar itibarıyla varılan bugünkü aşamada, Taksim Meydanı “1 Mayıs Alanı” olarak işçi sınıfı hareketinin ve solun kazanımları hanesine yazılmış bulunuyor. Bu kazanımın 37 yıllık zorlu bir mücadele ve onlarca can fedası pahasına gerçekleştiği unutulmamalıdır.
 
Öte yandan, burjuvazinin siyasal egemenliği süregitmektedir. Bu tarihsel koşullardan hareketle yaklaşıldığında, 1 Mayıs’a ilişkin kazanımlarımızın gözleri karartmaması, bugünkü görevlerimize ilişkin tutarlı bir bakışa engel olmaması beklenir. Nitekim burjuvazinin siyasal egemenliğinin devam ettiği koşullarda ülkenin siyasal akropol simgesi meydanını bir günlüğüne ele geçirmiş olmamızın önemi olsa da, bu önem esasen akropolü fethetmenin kapsamı, kalıcılığı ve ülke çapındaki sınıfı mücadelesinin nihai zaferine kadar yaygınlaştırılabilme niteliği tarafından belirlenecektir. Aksi takdirde burjuvazinin karşı saldırıya geçmek için duraksamayacağı, bütün fırsatları kullanacağı, her türlü yönteme başvuracağı bellidir.
 
Bırakalım bir günlüğüne Taksim Alanı’nı ele geçirmeyi, dünyanın üçte birinde sosyalizmin bayrağının muzaffer yükselişinin üzerinden daha 40 yıl geçmeden, sosyalist sistemin bile burjuvazinin uluslararası saldırısı karşısında nasıl tutunamayıp yıkıldığını ve ele geçirilen iktidar mevzilerini yitirdiğini unutmuş olamayız.
 
İşçi sınıfı hareketi ve örgütlü sosyalist siyasal güçler hem dünyada hem ülkemizde 37 yıl öncesine göre daha geriye düşmüş bulunmaktadır. Şu halde, bugünkü tarihsel koşullarda, 1 Mayıs’a ilişkin görevlerimizin anlamı ve kapsamı üzerine yeniden düşünmeye başlamamızın zamanıdır.
 
1 Mayıs 2013’de işçi sınıfı hareketinin ve devrimci sosyalist siyasal güçlerin yeni bir başlangıç yapması zorunludur. 38 yıl önce kitlesel toplantılarla ve mitinglerle başlatılan süreç 1 Mayıs Alanı olarak Taksim’in kazanılmasıyla son bulmuş olsa da bu kazanım işçi hareketinin gündemindeki ağır sorunların ve zorlu görevlerin üstünü örtmemelidir. İşçi hareketi bugün ağır bir saldırı altındadır. Üstelik bu saldırı halkın tamamını, ülkeyi ve bölgeyi hedef alan büyük bir emperyalist saldırıyla kolkola yürümektedir. Sendikaların tabanı ve örgütlü mücadele güçleri aşınmıştır, tavanları ise işçi düşmanlarının (ve en iyimser değerlendirmeyle işçi sınıfının akılsız titrek dostlarının) elindedir. İlerici yurtsever sol güçler, işçi sınıfı sosyalizmi, siyasal gücünden ve toplumsal etkisinden çok şey yitirmiştir. Bugünkü tarihsel koşullarda görev, işçi sınıfı hareketinin diri ve örgütlü odaklarına, mücadeleci işçi havzalarına güç vermek, işçi sınıfı hareketinin acil gündemine sahip çıkmak, ilerici yurtsever sol güçlerin ve işçi sınıfı sosyalizminin buralardan hareketle taş taş örülmesine öncülük etmektir.
 
1 Mayıs 2013’de yeni bir 1 Mayıs geleneğini başlatmak üzere kolları sıvama çağrısı yapmalıyız!
 
Kıdem tazminatı hakkının gasbedilmesine karşı, işsizliğe karşı, taşeron düzeninde çalıştırılmaya karşı, iş güvenliği için, çalışma saatlerinin kısaltılması için, sendikal örgütlenme hakkına sahip çıkmak için, emeklilik haklarımızın korunması ve geliştirilmesi için, işçi düşmanı–halk düşmanı–ülke düşmanı AKP hükümetinin acilen yıkılması için 1 Mayıs bayraklarımızı işçi havzalarından yükseltelim!
 
1 Mayıs geleneğini görev savma ve kolaycılık şampiyonlarının elinden kurtaralım!

1 MAYIS 2013

DÖNEMECİNDE

TÜRKİYE,

BÖLGE VE DÜNYA

 

1 Mayıs yıldönümleri, ülke ve dünyada siyasal ve toplumsal durumun değerlendirilmesi ve işçi sınıfı hareketinin gündemindeki siyasal görevlerin tartışılması açısından elverişli zamanlardır. Durumun vaat ettiği nesnel olanaklar ve tehlikeler, buradan türetilecek siyasal ve toplumsal talep ve hedefler, meydanlara çıkan işçi kitlelerinin sıcak hareketliliği içinde tartışılarak bir yıla yayılacak toplumsal enerjinin devşirilmesi umulur.
 
1 Mayıs 2013 bu açıdan özel bir dönemeç olarak görülmelidir. Ülke, bölge ve dünya koşullarında birbirine dolanan pek çok düğüm, bu yıldan başlayarak zincirleme sonuçlara yol açacağa benzemektedir.
 
Dünya koşullarından hareket edilirse, ilk vurgulanması gereken, kapitalist sistemin (kısa erimde istikrarın geçici ve kısmi de olsa geri dönüşüyle aşılamayacak) tarihinin en derin ekonomik krizlerinden birine gömülmekte olduğu gerçeğidir. Görünür geleceğin ufkunda sermaye sahipleri açısından karlılık ve büyüme, işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından ise refah ve sosyal güvenlik umudu en azından bir kuşak için kaybolmuş görünmektedir.
 
Kapitalizmin ekonomik krizinin böylesine olağan dışı derinleştiği koşullarda,  sermayenin büyüme yetersizliğinin büyük sermayelerin tahribiyle aşılabildiğini ileri süren teoriler, 20. yüzyılın büyük küresel savaşlarıyla doğrulanmış gibidir. Gerçekten de son aylarda hızlanan olaylar, bir kez daha tek tek kapitalist devletler ve devletlerarası ittifak grupları arasında eşitsiz gelişmelerin doğurduğu savaş risklerinin hızla büyüdüğünü gösteriyor. Savaş ve siyasal zor seçeneklerinin hem ulusal hem de uluslararası ölçekte sahne önüne çıkması, zora dayanan gasp ve açık soygun girişimlerinin ekonomik mekanizmaların yerini almakta olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Emperyalizm çağında kapitalizmin artı-değer sömürüsü ve ve sermaye birikim mekanizmalarının savaşları ve uluslararası ilişkileri de içeren “siyasal zor” tarafından tayin edilmesinin kurala dönüştüğü, işletme ve ülke pazarı düzeyindeki örtülü ekonomik sömürü mekanizmalarının ise istisnai ve ikinci dereceden bir önem  düzeyine düşmekte olduğu anlaşılıyor. Ekonomik sömürünün kısıtlanması için savaşım veren sendikaların açmazı ve güçten düşüşü bu gözlemlerin bir başka açıdan doğrulanmasıdır.
 
Bölge koşullarına bakıldığında, dünya çapındaki gelişmelerin doğrulandığı düşünülmelidir. “Büyük Orta-Doğu” coğrafyasında, “Uzak Asya”da, Arktik dairesinde, Latin Amerika’da ve nihayet Avrupa’da, tarihin akışı hızlanmış görünmektedir. Latin Amerika’da emperyalizmin çatışmalı fay hatlarından nisbeten uzaklığın sağladığı kısmi ve geçici muafiyet sayesinde, sol ve anti-emperyalist yükselişin emperyalizmin direnciyle tam boy bir sınanma yaşamadan ileri adımlarını atmaya devam ettiği gözleniyor. Avrupa’da işçi sınıfı, istisnalar bir yana bırakılırsa, yakın tarihinin en geniş ölçekli ancak en apolitik seferberliğini bir arada sergiliyor, bu durum ise sermayedar sınıfların yönelişlerinde sergilenen ve yukarda açıklanan “zamanın ruhu” ile açıkça çelişiyor. Emperyalist tekeller siyasallaşırken ve militan bir militarizme yönelirken, Avrupa işçi sınıfı pasifist, politik iktidar seçeneğinden uzak duran bir konuma yerleşiyor. Uzak Asya coğrafyasında Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Çin Halk Cumhuriyeti hızla silahlanmakta ve Batı Emperyalizmi’nin askeri politik tehditleri karşısında zaman kazanmaya çalışmaktadır. Sosyalist sistemin bu eski kalıntıları, sosyalizmin toplumsal ilerlemenin bayrağı olduğu bir çağın meşruiyetinden yoksun duruşlarını milliyetçi siyasetle dengelemeye çalışmaktadır. Çin kapitalizmin ekonomik restorasyonu siyasetiyle kendi rejiminin toplumsal temellerinin zayıflamasına mahkumdur ve milliyetçiliğin bu zayıflamayı ne ölçüde telafi edeceği belirsizdir. Kore DHC ise askeri gücü ile ideolojik siyasal önderliği arasında bir dengesizliğin zaafını taşımaktadır.
 
Ülke koşullarına bakıldığında ise, dünya ve bölge koşullarına sadece Batı Emperyalizminin çıkarları açısından yaklaşan, gericiliğin ve yobazlığın temsilcisi bir otokratik rejim tehdidiyle yüzyüze olduğumuz anlaşılıyor. Türkiye sermayesi, son Uludağ Ekonomik Zirvesi’nden yansıdığı üzere, ülke içindeki artı-değer sömürüsünden sermaye birikimi yaratma umudunu yitirmiş, beklentisini Batı emperyalizminin büyük Orta-Doğu coğrafyasında kendisine vaat ettiği petrodolar ve kara para sermayesiyle bütünleşerek yeni yağma ve pazar arayışları doğrultusunda otokratik rejim arayışı arkasında saf tutma biçiminde kurgulamıştır. Bu beklenti, Uludağ Ekonomik Zirvesi’nde ve AKP yandaşı medya çevrelerinde “barış”, “Kürt sorununun çözümü”, “istikrar”, “refah”, “zenginleşme” gibi ışıltılı söylemlerle propaganda edildi. Yeni otokratik rejimin gölgesinde bu beklentinin sınırları ötesinde büyüyen bir Türkiye biçiminde satışa çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Sabancı Holding’in şefi Güler Sabancı’nın yeni rejimde Kürtlere “yatırım” ve “kardeşlik” vaadi yanı sıra İsrail ile ilişkilerin resmen düzelmesinden duyduğu sevinci dile getirmesi ve Büyük Orta-Doğu coğrafyasında herkese barış müjdelemesi, Türkiye İhracatçılar Meclisi sözcüsünün “iç siyasi istikrar” ve otokrasi liderliğinde Orta-Doğu’ya huruç söylemini tamamlamaktadır. Bu söylemler, büyük sermayenin Türkiye gerçekliğinden koptuğunu doğrulamaktadır. Ülke içinde baskı rejimi ve diktatörlük, ülke içinde ve dışında savaş, kan ve gözyaşı vadeden bir siyasetin böylesine tersyüz edilerek sunulması, bu siyasetin taşıyıcısı olan sınıfın, işbirlikçi sermayedar sınıfının toplumsal temellerine yönelik bir saldırının meşrulaşmasının ön koşullarını da bir araya getirmektedir.
 
1 Mayıs 2013 barışın, bağımsızlığın, sömürüsüz ve  savaşsız bir dünyanın  ülkede ve dünyada emperyalizme ve işbirlikçilerine meydan okuyarak gerçekleşebileceğini, işçi sınıfının ve halk güçlerinin bu doğrultuda harekete geçmeye hazır olduğunu kitlesel biçimde göstermenin  dönüm noktası olmalıdır.