30 Ekim 2011 Pazar

HİKMET KARAHAN HAYATINI KAYBETTİ

Hamburg - DİSK-Kimya-İş genel yönetim kurulu eski üyesi, TSİP kurucusu ve TKP (B) eski MK üyesi Hikmet Karahan hayatını kaybetti.

12 Eylül darbesi sırasında yoğun işkence gören ve sergilediği direnişle de bilinen Hikmet Karahan (Süleyman) 19 Ekim 2011 akşamı Hamburg kentinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.

Hamburg Kürt Halk Meclis Başkanlığı yürüten Karahan’ın ölüm haberini duyanlar Hamburg Kürt-Alman Kültür merkezine akın etti. Karahan’ın naşı yapılacak olan cenaze töreninin ardından doğum yeri Karakoçan’a gönderilecek. Karahan için Kürt-Alman Kültür Merkezinde de hafta boyu toplantılar, taziye ve anma etkinlikleri düzenlenecek.

ANF NEWS AGENCY

GÖZALTINA ALINANLAR SERBEST BIRAKILSIN !




ANKARA DÜŞÜNCEYE ÖZGÜRLÜK GİRİŞİMİ
BASIN ACIKLAMASINA CAGRI
Yüksel Caddesi
İnsan Hakları Anıtı Önü
29 Ekim Ctesi Saat:17.30
Ankara
YETTİ ARTIK!
Adına “KCK Operasyonu” denilen garabet zirvesinde, oglu Cihan Deniz’den 24 gun sonra Ragıp’ı da gozaltina aldilar.
Ayşe’yi gozaltina alamadılar. Çünkü Ayse’yi çoktan yitirdik. Ama öyle gözüküyor ki, mümkün olsa, onu da tutuklayacaklardı !
Cunku bu ulkenin sosyalistlerini sindirmeye yonelen “Devrimci Karargâh”, Kürtleri ve onların özgürlük talepleriyle dayanisma içerisinde olanları sindirmeye yönelen “KCK” harekâtları gösteriyor ki iktidar, bu ülkede haksızlıklara “Hayır” diyen herkesi er ya da geç demir parmaklıkların gerisine tıkarak ve mümkün oldugu kadar çok orada tutarak susturmaya, sindirmeye kararlı.
Ragıp Zarakolu… Yayıncı, yazar, insan hakları savunucusu, arkadaşımız, yoldaşımızdır… Ve O, “terör” kavramı ve çağrıştırdıklarıyla ilintilendirilebilecek son kişidir…
Ragıp Zarakolu’nu gözaltına aldılar… Büşra Ersanlı Hoca’nın hemen ardından…
Recep Tayyip Erdoğan’ın cebinde 1400 kişilik bir “tutuklanacaklar” listesinin bulunduğundan söz ediliyor. Her bir şehit cenazesinin ardından, gerekçe dahi gösterilmeksizin gözaltına alınacak, tutuklanacak, uzatmalı bir yargılama süreci boyunca hücrelerde tutulacak 1400 kişi. İktidarın elinde 1400 rehin.
Boynumuzun borcu olsun: İlan ediyoruz ki, sizler en sonuncumuzu tutuklayana dek bu meydanlarda baskılara, haksızlıklara, hak ihlallerine karşı tepkimizi haykırmaya devam edecegiz…
En sonuncumuzu aldiktan sonra susturabileceksiniz bu sesi ancak.
O zaman alın “İleri demokrasi”nizi, yakanıza iliştirin.
Bütün muhalif seslerin susturuldugu bir “ileri demokrasi”, olsa olsa bakanlarınızın, bürokratlarınızın, müteahhitlerinizin, ideologlarınızın, “yaka süsü” olur ancak…
İşte bu kararlılıkla ve Cemal Süreya’nin dizeleriyle avazımız çıktığınca haykırıyoruz:
“Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek degil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
iste o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”
TUTUKLAMA TERÖRÜNE SON!
YA İNSAN AVINA SON VERİN YA DA HEPİMİZİ TUTUKLAYIN!
RAGIP ZARAKOLU VE BÜŞRA ERSANLI İLE DİGER TÜM TUTUKLANANLAR DERHAL SERBEST BIRAKILMALIDIR!

29 Ekim 2011 Cumartesi

DÜNYA DEVRİMCİ SÜRECİNDEN

PARTİSİZ İSYANCILIK VE KOMÜNİST SOL:
YUNANİSTAN ÖRNEĞİ

Yunanistan’da yürütülen kitle mücadelelerinin Mücadeleci İşçiler Cephesi (PAME) tarafından savunulması sayesinde, devlet mahfillerinde örgütlenmiş bir provokasyon planı engellendi. Halkın mücadelesinin devlet tarafından denetim altına alınmasını öngören provokasyon planı Yunanistan Komünist Partisi (KKE) tarafından teşhir edildi.

KKE Merkez Komitesi organı günlük “Rizospastis” gazetesinde açıklanan plana göre “Hükümet, Syntagma meydanında sıradan yurttaşların katıldığı bir hareketi, bu amaçla kullanmaya yeltendi”. ‘Partisiz İsyankar Yurttaşlar’ olarak anılan bu hareket, Yunan işçilerinin grev ve gösterilerini şiddet yanlısı olarak suçluyor ve kendi hareketlerini barışçıl bir mücadele biçimi olarak ayırt ediyordu. Öngörülen senaryoya göre maskeli bireylerden, futbol taraftar gruplarından, gece kulüplerinden kiralanmış serserilerden ve benzer lumpen mekanizmlardan devşirilmiş toplulukların sözümona ideolojik nedenlerle PAME ile çatışması tasarlanıyordu. 48 saatlik genel grev öncesi haber alınan bu plan uyarınca polis zor kullanmaya mecbur bırakılmış izlenimi yaratılarak grevcilere ve göstericilere karşı şiddete başvurma fırsatını kullanacaktı. Polisin amacı PAME örgütünü şiddetle özdeşleştirmek, böylelikle sıradan örgütsüz isyancı hareketin sınıf hareketinden ve siyasal partilerden özellikle de KKE muhalefetinden uzak durmak istediklerini göstermekti. “Rizospastis” gazetesinde yayınlanan bir yazıya göre Europol (Avrupa polisi) muhbirlere yaklaşımı ele aldığı 2002 tarihli bir belgede, provokatif muhalif gösterilerin örgütlenmesini ve gösterilere polis tarafından sızmayı öngörüyordu. Bu plan Yunan polisi için de geçerliydi.

KKE parlamento grubu hükümete verdiği bir soru önergesinde, medya tarafından kullanılan bir video bandının görüntüleri üzerinde durdu: Görüntülerde, ellerinde demir çubuklar bulunan bazı bireylerin ayaklanma bastırmayla görevli polis birlikleriyle müzakereler yürüttüğü, daha sonra aynı kişilerin ellerinde demir çubuklarla polis eşliğinde parlamento bahçesine girdikleri görülüyordu. Video görüntüleri, güvenlik örgütlerinde işleyen bazı mekanizmalarla belirtilen olaylarda yer alan bazı unsurların arasındaki ilişkilerin kanıtıydı. KKE milletvekilleri, soru önergelerinde hükümet üyelerinin anılan olaylar ve kişiler hakkında bildiklerini sorgulayarak, örgütlü halk hareketine karşı polisin baskı kurmasına yönelik mekanizmaları açıklamasını ve parlamentoya bu konularda bilgi vermesini talep etti.

30 Haziran 2011’de KKE Merkez Komitesi Genel Sekreteri Aleka Papariga bu konuda bir basın toplantısı düzenleyerek, anılan provokasyon planları konusunda hükümeti suçladı.

Papariga’ya göre planın politik hedefi, beşinci kol faaliyetleriyle bir yandan halkı korkutarak taleplerinden vazgeçirmek, direnmekten alıkoydurmak, öte yandan işçi-halk hareketini ezmek için gerekli koşulları yaratarak özellikle mücadele biçimi olarak grevlere saldırmaktı. Bu planın belgesel kanıtlarının ve video görüntülerinin altını çizen KKE Genel Sekreteri, polis tarafından örgütlenmiş görünen ve polis mekanizmalarına dahil olduğu anlaşılan maskeli bireylere, lumpen unsurlara, serserilere, aşırı sağcı sendikacılara işaret ediyordu. Papariga’ya göre, burjuva devleti elbette bu tür unsurları içerir ve benzer başka özel mekanizmalara ve servislere de dayanır, devletin ve devlete paralel mekanizmaların varolduğu komünistler tarafından iyi biliniyor; devletin resmi organları bu mekanizmaların işlerine yaradığını düşünüyor ve gizli tutmayı tercih ediyor.
 
Hükümet Syntagma meydanındaki çok sesli ama politik hedefleri belirsiz hareketi kendi amaçları için kullanmayı uygun buluyordu. Bu hareketin çok sayıda sıradan, partisiz ve gerçekten mevcut kriz koşullarına tahammülü tükenmiş isyankar eğilimleri olan yurttaşları kendine çektiği kabul edilmelidir. Hükümet Syntagma meydanındaki bu zeminin barışçıl bir mücadele biçimini temsil ettiğini ve grevlerle birleşen devrimci gösterilerin “şiddet eğilimine” karşı bir seçenek olduğu görüşünü alttan alta yaymaya çalışıyordu.

Provokasyon planından 48 saatlik genel grev öncesi haberdar olduklarını açıklayan KKE Genel Sekreteri, Genel Grev sırasında yürüyüş kollarının Syntagma meydanında buluşmasının amaçlandığını, bu buluşma sırasında PAME üyeleriyle “İsyankar Yurttaşlar” arasında bir çatışma senaryosunun konuşulduğunu, maskeli unsurların, serserilerin PAME üyeleriyle karşı karşıya getirilmesi yoluyla bir çatışma çıkarılacağını, böylece polisin çatışan grupların arasına girme bahanesiyle Syntagma meydanına müdahale etme fırsatını bulacağını, bu sayede meydanda buluşan emekçi kitleleri kırıma uğratacağını öğrendiklerini açıkladı. Planlanan provokasyon, PAME örgütünü şiddetle özdeşleştirmeyi, “partisiz isyankar yurttaşların” işçi sınıfı hareketinden özellikle de KKE gibi partilerden uzak durmayı istediğini kanıtlamak amacını gözetiyordu. PAME eğer provokasyon yoluyla kan dökülmesinden uzak durmayı seçerse, bu defa da salon entelektüeli bazı sol-kanat aydınlar tarafından “düzenle bütünleştiği” suçlamasına hedef olacaktı. Plandan haberdar olan KKE, PAME içindeki taraftarlarını durumdan haberdar etti. Hep beraber Syntagma alanında olma hakkının savunulması veya hükümetin provokasyon planına boyun eğilmesi arasında seçim yapılması gerekiyordu.

Genel grev hareketlerinde başarının greve başlama saatlerinde değil, bir gece önce işyerleri ve limanlarda gerçekleşen eylemlerde garantilendiği biliniyordu. PAME eylemlerinde kitlesel katılımın, gösterici kitlenin büyüklüğünün, işçi sınıfının geleneksel mücadele taktiği olduğunu bilerek davrandı. Düzenle mücadele eden işçi sınıfının gücü ve silahları, kitleselliğinde yatar. İşçi sınıfı, düşman için elverişli silah ve yollara başvurma tuzağına düşmekten uzak durmayı daima tercih eder, grev, örgütlü eylem ve politik hedefleri gözetme araçlarına yaslanarak kitlesel mücadeleyi öne çıkarır. PAME bunu yaptı.
 
Papariga provokasyonlara karşı kitle hareketini savunduğu konuşmasında şu görüşleri savundu:

"KKE provokatörlerle ve polis mekanizmalarıyla nasıl mücadele edileceğini iyi bilmektedir. Polisten ve provokatörlerden korkmuyoruz. Bizi ilgilendiren, polisin planlarına alet olmamaktır. En önemlisi, provokasyon planlarının teşhir edilmesidir. Bundan böyle, gösterilerin kimlerle ve nasıl yürütüleceğine karar verecek olan halkın kendisidir. Provokasyon belgelerini burada açıklıyoruz. Her yerde provokasyon gördüğümüzü ve halkın girişkenliğini görmezden geldiğimizi iddia edenleri bu belgelerle yanıtlıyoruz. Provokatörler için elkitabı yayınlayan Europol (Avupa Polisi) belgelerine dikkat çekiyoruz. Bu belgeler, muhbirliği ve provokatörlüğü meşrulaştırmaktadır, maskeli polis görevlilerinin devrimci eylem ve gösterilere kışkırtıcı ajan olarak sızmasından sözetmektedir. Provokatör ajanların rolü, deneyimsiz ve iyi niyetli gençlerin kışkırtıcı ve politik hedefleri bakımından zararlı eylemlere çekilmesidir. Emekçi halk, “ya terörizm ya pasifizm” dayatmasına boyun eğmeyecektir. İşçi sınııfına, bütün mücadele biçimlerine başvurarak sınıf hareketini geliştirmeye devam etmeleri çağrısını yapıyoruz. Sermayenin saldırısını kitlesel işçi sınıfı mücadelesini büyüterek göğüslemeyi başaramazsak, mücadele düzeyimiz geriye düşecek ve bu gerileme yıllar boyu devam edecektir.”

24 Ekim 2011 Pazartesi

ANTİ-EMPERYALİST SAFLAR NEDEN BİRLEŞMELİ?


Geç kapitalizmin son yıllarının genel görünümü, emperyalizmin dizginlerinden boşanmış bir saldırganlık, savaşa dayalı yayılmacılık ve ekonomik buhranlarla içiçe geçmiş kutuplaşmalar ekseninde kızışan paylaşım çatışmalarıyla belirleniyor. Kapitalizmin büyük patronu ABD, Bush döneminde dış politikasına damgasını vuran yayılmacı, stratejik bölgeleri egemenliği altına almayı amaçlayan ve çok taraflı uluslararası hukuka dayanan mutabakat yerine tek taraflı güce dayanan bir çizgiyi dayatıyordu. AB içinde öne çıkan Fransa-Almanya mihveri, Rusya, Çin gibi büyük güçler de görünüşte farklı ama özünde benzer bir dış politikayı daha sinsi biçimlerde izliyor. Nihayet Türkiye, Gürcistan ve Polonya gibi ikinci dereceden aktörler de emperyalist kutuplara yanaşma yarışında aynı dış politikaların dümen suyunda yol alıyor. Emperyalist devletlerin ve dümen suyundaki işbirlikçilerinin son dönem dış politikaları, Balkan, Kafkas, Ortadoğu ve Asya halklarına kan ve gözyaşı ile bedel ödetiyor.

Solda özellikle liberalizmin etki alanındaki çevrelerde son zamanlara dek yaygın olarak paylaşılan ve savunulan bir analiz, yürürlükteki emperyalist dış politikayı ABD’de yönetimi ele geçirdiği varsayılan ve Bush-Cheney ikilisinde temsil edilen bir “çete” ile ilişkilendiriyordu. Bu analizin bir uzantısı olarak Türkiye’de de emperyalist saldırganlığın işbirlikçisi olarak tebarüz eden AKP hükümeti, ülkeyi emperyalist bir savaşa sürüklemenin başlıca sorumlusu olarak gösteriliyordu.

Bu analizin başlıca handikapı, emperyalist savaş taraftarlığının, ABD’de olsun Türkiye’de olsun, egemen sınıfta ve temsilcisi olan politik-askeri zümrede yatan çıkar ve mutabakat ortaklığını gözardı etmesidir. Kapitalist sistem içinde İkinci Büyük Savaş sonrası elde ettiği ekonomik hegemonya ile kıyaslandığında bugün aslında daha geri bir ekonomik konum işgal eden ABD’de yönetici sınıfın askeri-siyasal gücüne yaslanarak olası rakiplerine karşı emperyalist paylaşım emellerini korumak ve geliştirmek istemesi doğrultusunda stratejik bir mutabakata sahip olduğu gözlerden kaçmıyor. Türkiye’yi yönetenlerin kah acze düşmüş devletlerin ve halkların başı üstünde uçuşan bir akbaba rolüne soyunarak, kah sille yemiş, köşeye sıkışmış veya yere düşmüş mağdur komşularına yardım ediyor pozları atarak bu emperyalist stratejiyle ortaklığı gözetmesi ise, Türkiye’deki egemen büyük sermaye sınıfının ve temsilcisi askeri-siyasal zümrenin görünüşteki gergin ve çatışmalı ilişkilerinin arka planında, çıkar ortaklığına dayanan bir mutabakat sağlandığına ve AKP hükümetini aşan bir sınır-ötesi role soyunduğuna işaret ediyor. Rolün önde gelen adayı AKP’dir ancak başta Ordu üst bürokrasisi olmak üzere diğer adayların da yedek kulübesinde ısındırıldıkları ve sahaya ABD adına çıkmak için can attıkları bellidir. Yedeklerin tımar edilmesi ve hizaya getirilmesi ise bu gibi işlerde adetten olmaktadır.

İnşaat şirketleri, projelerini hayata geçirirken malzeme, işçiler gibi lojistik ihtiyaçları için bir şantiye alanına ihtiyaç duyar. Benzer biçimde devletler de büyük askeri operasyonlar için elverişli bir harekat üssüne ihtiyaç duyar. Napoleon Bonaparte’ın feodalizmi yıkan Fransız burjuvazisi adına Doğu Avrupa, Rusya ve Doğu Akdeniz seferlerine hazırlanırken harekat alanı olarak henüz ulusal birliğini sağlamamış İtalya’yı seçtiği bilinir. Orta ve Doğu Avrupa’ya ve Akdeniz’e açılan konumuyla İtalya, 1800’lerin başında Napoleon Bonaparte’ın sefer harekat alanı olarak hedef alınmış, Fransız orduları Roma üzerine yürüyerek İtalya’yı işgal etmiştir.

Büyük sermaye şirketlerinin ve orduların kolkola büyüyen “sınır ötesi rolleri”, ABD ile Türkiye’nin sıkça sözü edilen “stratejik ortaklığının” maddi temelidir. Bu temel, dünyayı ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu yakın bölgeleri devasa yıkımların eşiğine getirmeye adaydır. Türkiye, İran üzerinden Asya seferine hazırlanan ABD emperyalizminin işgal şantiyesi ve harekat alanı olarak hedeftedir. Bu koşullarda, emperyalizme karşı devrimci bir başkaldırıyı hedefleyecek örgütlü bir barış hareketinin inşa edilmesi her zamankinden fazla önem ve aciliyet kazanmaktadır.

Bugün ittifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikalar, tutarlı bir barış hareketine olan ihtiyacın önünde engel olarak dikilmektedir. Bu yanlış politikaların bir yanında, Kürt ulusal demokratik hareketinin belirleyiciliği altındaki lafta barış söylemli siyaset bulunuyor. PKK siyasetinde ve kuyrukçularında ifadesini bulan bu yanlış çizgi, barış siyasetini emperyalist büyük güçlerin hakemliğine emanet etmeye meylediyor, Kürt ulusal demokratik hareketinin esas hasmını Türk Arap ve İran halkları ve devletleri düzleminde tanımlıyor, Batı emperyalizminin ana mihraklarını potansiyel veya fiili müttefik gibi değerlendiriyor. Emperyalist güçlerin ve NATO’nun himayesinde barış siyaseti izlenemeyeceği, emperyalist güçlere karşı dünya halklarıyla birleşmeyi gözetmeyen bir halkın kendi geleceğini belirleme hakkından vazgeçmiş sayılacağı, kendi ayağına kurşun sıkmış olacağı aşikardır. Orta-Doğu coğrafyasında halkların özgürlüğü emperyalizme karşı komşu halklarla birleşmekten geçer. Silahının namlusunu birbirine yükseltenlere karşı çağrımız, “silahlarınızın namlusunu emperyalist güçlere doğrultun!” olmalıdır.

İttifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikaların diğer yanında, Türk devleti yanında saf tutan ve kürt-düşmanı şoven-milliyetçi siyaseti sürdüren lafta anti-emperyalist söylemli siyaset bulunuyor. Kürt ulusal-demokratik hareketine karşı saldırgan ve şoven bir çizgiyi savunan bu siyasetin destekçileri arasında Düzen Partisi’nin Kemalist kalıntıları, milliyetçi-faşist ordu ve devlet bürokrasisi temsilcileri, MHP, DSP, CHP unsurları bulunuyor. Emperyalizme yaranma ve büyük güçlerle ortaklık arayışı çabalarında Kürt ulusal-demokratik hareketi ile rekabeti esas alan Düzen Partisi bu nedenle anti-emperyalist bir ittifak siyasetinin ve bu siyasetin kaçınılmaz gereği olan adil ve demokratik bir barış hareketinin önünde engeldir. Düzen Partisi güçleriyle ittifak arayışından vazgeçemeyen ve Türk-şoven-milliyetçiliğinin yedeğine düşen İşçi Partisi, bu siyasetin bukağısını parçalamadığı sürece aynı engelin bir parçası olarak kalacaktır.

İttifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikaların bir başka köşesinde ise, işçi hareketi, demokrasi güçleri ve Türkiye sosyalist hareketi yer alıyor. Sendikalar ve işçi hareketi gündelik öz çıkarlarının savunulması düzleminde bile olsa (kıdem tazminatlarının gasbedilmesi, sendikal hakların baskı altına alınması vs.) emperyalizme karşı saf tutma bilincinden uzak gözüküyor. Demokrasi güçleri (işçi sınıfı, küçük-burjuvazi, ordu orta alt kademeleri) anti-emperyalist safların birliği ve hedefleri konusunda berraklıktan uzak gözüküyor. Türkiye sosyalist hareketinin bugün için ağırlıklı unsurları da (TKP, ÖDP, EMEP, Halkevleri, BDP etrafındaki unsurlar vs.) emperyalizme karşı bir ittifak cephesinin kurulması için gerekli siyasal hedef ve ilkelerden (ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı, NATO, AB, ABD karşıtı tutum vs.) uzak gözüküyor.

Anti-emperyalist safları birleştirme zorunluluğu tutarlı bir barış hareketine olan ihtiyacın gerçeğe dönüşmesinin temel koşuludur.

18 Ekim 2011 Salı

AKP NEDEN KAPATILMALI?



AKP şaibeli bir parti. Düzen Partisi (Ordu ve Yargı yüksek bürokrasisi, CHP ve MHP, geleneksel Kemalist akım mensupları) AKP aleyhine birkaç yıl önce Anayasa Mahkemesi’nde bir kapatma davası açmıştı. İddianamenin özü ve sınırı, bu partinin cumhuriyet rejiminin temellerinden biri olan laiklik ilkesine karşı faaliyet yürüttüğü suçlamasından ibaretti. AKP’nin kapatılmasına dair dava, zamanlaması bakımından gecikmiş, AKP’nin şaibe kaynaklarının bütününü dikkate almaması bakımından eksik bir iddianame ile gündeme gelmişti. Düzen Partisi’nin tutarsız, mütereddit, korkak girişimi, Anayasa Mahkemesi’nin hukuksal açıdan aynı ölçülerde tutarsız, mütereddit, korkak kararıyla sonuçlandı: AKP rejimin temellerinden biri olan laiklik ilkesine karşı faaliyetlerin odağı olarak mahkum edildi ancak bu mahkumiyetin gerektirdiği yaptırım uygulanmadı, para cezasıyla yetinildi.

Düzen Partisi’nin gecikmiş, eksik, ürkek ve ikircikli girişimi, hükümet partisi AKP’nin kapatılmasıyla doğacak rejim krizinin emperyalizme ve gericiliğe karşı kitlesel muhalefeti tetiklemesinden duyulan egemen sınıf korkusunu yansıtıyordu. Kitle mücadelesinin gelişmesinden ve siyasal bunalımın derinleşmesinden hep çekinmiş olan Düzen Partisi, AKP’nin temsil ettiği halk düşmanı emperyalist çıkarlarla uzlaşmayı gözeten, hukuksal açıdan ucube görünüşlü bir kararla yetinmeyi seçti.

Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olarak tescil etmesi bir yana, bu partinin cumhuriyet rejiminin temel ilkelerinden birine karşı olmasına rağmen kapatılmaması, son birkaç yılda AKP’nin Bonapartist bir diktatörlük rejimini tesis etmeye yönelik karşı saldırısının yolunu açtı. Karşı saldırı bugün rejimin tepe noktalarının, Cumhurbaşkanlığı’nın, yargı, polis, akademi ve ordu üst bürokrasisinin AKP tarafından ele geçirilmesine, Anayasal rejimin temel ilkelerinin değiştirilmesi aşamasına vardı. Rövanşist güçler, 2011 yaz sonunda artık 1908-1923 burjuva demokratik devrim sürecinin temel kazanımlarını, laik burjuva cumhuriyetini tasfiye etmeyi hile ve zor dahil bütün yöntemlerle dayatıyor.

“AKP neden kapatılmalı?” sorusu ise güncelliğini korumaya devam ediyor. Bu sorunun sahibinin bundan böyle Düzen Partisi olmadığı anlaşılmıştır. AKP kapatılmalıdır! Ancak kapatma kararı, Yargıtay Başsavcısının iddianamesindeki sınırlı suçlamayla yetinilerek değil, AKP’nin Türkiye halklarına ve cumhuriyet rejimine karşı işlediği bütün suçların dökümünün yapıldığı devrimci bir iddianameyle hayata geçirilebilir. Böyle bir iddianameyi yazacak, takip edecek ve sonuçlandıracak irade, Türkiye halklarının devrimci- cumhuriyetçi- yurtsever iradesi olacaktır.

AKP kapatılmalıdır, çünkü işçi sınıfına karşı işlenmiş ekonomik ve sosyal suçların sorumlusudur: İşsizlik Sigortası Fonu’nun sermayeye peşkeş çekilmesi, Ulusal İstihdam Stratejisi başlığı altında işçi sınıfının bugünkü ve gelecek kuşaklarının yarım yüzyılının çalınması, Özelleştirme Yönetmeliği’nin kapalı kapılar ardında hazırlanması, cumhuriyetin iki üç kuşağı boyunca emekçi halkın alınteriyle kurulmuş ve çalıştırılmış devlet işletmelerinin özelleştirilerek emperyalist yabancı sermayeye ve işbirlikçi ortaklarına peşkeş çekilmesi, Türkiye’nin bugünkü sermaye birikimini yaratmış işçi kuşaklarının kazanılmış emeklilik ve sosyal güvenlik haklarının gasbedilmesi, işçi ücretlerinin düşürülmesi, güvenceli ve insanca çalışma taleplerine karşı kölelik koşullarının dayatılması, sendikal hak ve özgürlüklerin baskı ve zor kullanılarak çiğnenmesi gibi uzayan bir suç listesi, AKP’nin işçi düşmanı sabıka kayıtlarını oluşturuyor.

AKP kapatılmalıdır, çünkü emeğiyle üreten geniş halk kitlelerine karşı işlenmiş ekonomik ve sosyal suçların sorumlusudur: Eczacıların, hekimlerin, mühendislerin, fındık, şeker pancarı, tütün, süt, çay vs. onlarca tarımsal ürünün üreticisi küçük ve orta köylülerin alınterinin gasbedilmesi gibi uzayan bir suç listesi, AKP’nin emekçi halk düşmanı sabıka kayıtlarını oluşturuyor.

AKP kapatılmalıdır, çünkü emperyalist sömürüye aracılık ederken kendi cebini de dolduran bir siyasal arsızlığın, ahlaksızlığın ve çürümenin temsilcisidir.

AKP kapatılmalıdır, çünkü ülkenin doğal ekolojik değerlerinin, ormanlarının, su kaynaklarının, kıyılarının, kentsel ve tarihsel sit alanlarının tahribinden, yağmasından, sermayeye peşkeş çekilmesi girişimlerinden sorumludur.

AKP kapatılmalıdır, çünkü ülke halklarını birbirine düşürme, Kürt düşmanlığı gütme, Kürt halkının ulusal demokratik isteklerini ve kendi geleceğini belirleme hakkını şiddete başvurararak çiğnemekten sorumludur.

AKP kapatılmalıdır çünkü bu partinin, şeriatçı bağnazlığı ve cumhuriyet düşmanlığını temsil ettiği resmen tescil edilmiştir. AKP’nin bonapartist-faşist bir siyaset güttüğü, demokratik hak ve özgürlükleri, laikliği yok etmeyi hedeflediği son gelişmelerle açıkça ortaya çıkmıştır.

AKP kapatılmalıdır, çünkü bu partinin ABD tarafından kurdurulduğu, Washington ve Brüksel siyasal mahfilleri tarafından yönlendirildiği, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda evlatlarımızı yabancı ülkelere savaşmaya gönderdiği, yakın coğrafyalardaki komşu ülke halklarına ve devletlerine karşı emperyalist tertiplere alet olduğu, emperyalist işgallere yataklık ettiği bilinmektedir.

AKP’nin sabıka kaydı kabarıktır. Vatan hainliğinden yolsuzluğa, emek ve halk düşmanlığından diktatörlük niyetlerine uzanan suç listesi, bu “özel” partinin yöneticilerinin, akıl hocalarının, yardakçılarının, siyasal tabanının bir suç şebekesi oluşturduğunu açıkça gösteriyor. Demokratik Halk İktidarı’nın ilk adımı, bu suç şebekesini tasfiye etmek ve ülke tarihindeki kara gölgesini silmek olacaktır.