28 Mayıs 2011 Cumartesi

"ONUR'UMUZU SAVUNUYORUZ"

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'na destek amacıyla başlatılan "ONUR'UMUZU SAVUNUYORUZ" kampanyası çerçevesinde 26 Mayıs 2011 tarihinde Ankara Tabip Odası’nda bir basın toplantısı düzenlendi.

TTB Merkez Konseyi, Ankara Tabip Odası, SES Ankara Şube, Eğitim Sen Ankara 5 No’lu Şube, DİSK Ankara Bölge Temsilciliği, Hacettepe Öğretim Üyeleri Derneği (HÖDER), Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER), KESK Ankara Şubeler Platformu, Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği (NÜSED), Ortadoğu Öğretim Elemanları Derneği, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Türkiye Biyoetik Derneği, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Hemşireler Derneği, Türk Veteriner Hekimler Birliği, Üniversite Konseyleri Derneği ve Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği’nin imzasının bulunduğu basın açıklaması metnini tüm destekleyen kurumlar adına Ankara Tabip Odası Başkanı Bayazıt İlhan okudu.

BASIN AÇIKLAMASI

26 Mayıs 2011

Onur’umuzu Savunuyoruz!

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu Soruşturuluyor

Yargılanmak ve Susturulmak İsteniyor

Bir bilim insanı, Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu soruşturuluyor.

Ne için? İnsan, hekim ve akademisyen olarak topluma karşı temel görevini yerine getirdiği için!

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu uzun yıllardır Kocaeli bölgesinde yaşanan ciddi çevre ve sağlık sorunları ile uğraşmaktadır.

2005 yılında “Endüstri Yoğun Bölgelerde Yaşayanlarda Ölüm Nedenleri: Dilovası Örneği” isimli çalışmasının sonuçlarını yayınladı ve kansere bağlı ölümlerdeki aşırılığı gözler önüne serdi. Bu çalışmasını yerel ve ulusal bilim çevreleri ve siyasi otoriteler ile paylaştı. Çözüm önerilerini 2006’da TBMM’ye sundu.

O günden bugüne ne değişti? Hiçbir şey!

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu geçtiğimiz günlerde yürütücüsü olduğu yeni bir çalışmanın sonuçlarını basın aracılığı ile kamuoyuna sundu.

Soruşturma ve yargılama talepleri de bu açıklamadan sonra başladı.

Kocaeli Üniversitesi’nde Halk Sağlığı, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ile Tıbbi Genetik Anabilim Dallarından akademisyenler ile birlikte yürüttüğü, üniversitenin bilimsel araştırma fonu tarafından desteklenen araştırmada annelerin ilk sütünde ve bebeklerin ilk kakalarında bazı ağır metaller ve eser elementler saptandı.

Sorumluluk sahibi bir bilim insanı olarak Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu bu bilgiyi kamuoyuna açıkladı.

Bu açıklamadan kısa bir süre sonra “Kan ve dışkıları bırakın, doğum yapıp çocuk emziren annelerin sütünde bile çinko, demir, alüminyum, kurşun, kadmiyum tespit ettik, tehlike büyük” dediği, basın yoluyla bu bilgileri açıkladığı ve bu vesileyle “haberin geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağladığı, araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı” iddiasıyla yargılanması için Büyükşehir Belediye Başkanı ve Dilovası Belediye
Başkanı Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı’na şikayet dilekçesi verdi. Savcılık hazırladığı dosyayı, söz konusu fiilin incelenmesi amacıyla Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’ne gönderdi.

Üniversite izin verdiği takdirde Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, TCK’nin 213. maddesi uyarınca 2 ila 4 yıl arasında hapis istemiyle yargılanacak...

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu hakkında Kocaeli Üniversitesi tarafından bu gerekçe ile ceza soruşturması yürütülmektedir.

Bununla birlikte, Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı tarafından yukarıdaki gerekçelerle YÖK’e yazılan yazının, YÖK tarafından Kocaeli Rektörlüğü’nün bilgisine sunulması ve gereğinin rica edilmesi üzerine Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü tarafından disiplin soruşturması açıldı.

Onur Hamzaoğlu ne araştırdı ve ulaştığı sonuçlar nelerdi? Neden rahatsızlık yarattı?

Dilovası Organize Sanayi Bölgesi nedeniyle Kocaeli bölgesinde ciddi çevre ve sağlık sorunları yaşanmakta olduğu bilinen bir gerçektir. Kocaeli’de kurulması planlanan yeni organize sanayi bölgeleri bu konu hakkındaki tartışmaları kamuoyunun gündemine taşımıştır.

Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ile Tıbbi Genetik Anabilim Dallarından öğretim üyelerinin katılımı ile hazırlanan ve Prof. Hamzaoğlu'nun yürütücüsü olduğu ve KOÜ Bilimsel Araştırma Destek Birimi tarafından desteklenmekte olan son araştırma projesi ile "Kocaeli'nin Dilovası ve Kandıra İlçelerinde Yaşayan Gebelerden Doğan Bebeklerde Ağır Metal Maruziyeti İle Büyüme ve Gelişme Durumu" araştırılmaktadır.

Araştırma projesi kapsamında elde edilen kesin sonuçlara göre annelerin ilk sütü (kolostrum) ve bebeklerin ilk kakalarında (mekonyum) bazı ağır metaller ve eser elementlerin bulunduğu saptanmıştır.

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, bu sıra dışı ve ürkütücü bulguları kamuoyuna açıkladı ve tüm dünyada dürüst, sorumlu, cesur bilim insanlarının başına gelen onun da başına geldi: Taciz!

Aslında bilim insanlarına yapılan bu tacizleri çok iyi biliyoruz.

Dr. Irving Selikoff, 1964’te asbestoz insan sağlığına zararlıdır dediğinde aynı tacize maruz kaldı.

Dr. Herbert Needleman 1970’de kurşunun çocuk sağlığına zararlarını açıkladığında aynı tacize maruz kaldı.

Dr. Takeshi Nirayama 1981’de pasif sigara içiciliğinin akciğer kanserine neden olduğunu açıkladığında aynı tacize maruz kaldı.

Dr. Benjamin Santer, 1996’da iklim değişikliği ile ilgili bulgularını raporladığında aynı tacize maruz kaldı.

Dr. Ignacio Chapela, 2000 yılında genetiği ile oynanmış Meksika mısırının tehlikesini açıkladığında aynı tacize maruz kaldı.

Şimdi de sıra Onur Hamzaoğlu’nda…

Bir tarafta siyasi ve ekonomik çıkarları insan sağlığının üstünde tutanlar var, diğer tarafta toplum sağlığı, onurlu bilim insanları ve Onur Hamzaoğlu var.

Bizim tarafımız belli.

Dilovası halkı canımızdır.

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu onurumuzdur.

TTB Merkez Konseyi
Ankara Tabip Odası
SES Ankara Şube
Eğitim Sen Ankara 5 No’lu Şube
DİSK Ankara Bölge Temsilciliği
Hacettepe Öğretim Üyeleri Derneği (HÖDER)
Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER)
KESK Ankara Şubeler Platformu
Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği (NÜSED)
Ortadoğu Öğretim Elemanları Derneği
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Ankara Şubesi
Türkiye Biyoetik Derneği
Türk Diş Hekimleri Birliği
Türk Hemşireler Derneği
Türk Veteriner Hekimler Birliği
Üniversite Konseyleri Derneği
Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği
------------------------------------

Onur’umuzu Savunmaya Gidiyoruz…

Uzun yıllardır Kocaeli bölgesinde yaşanan ciddi çevre ve sağlık sorunlarıyla ilgilenen bir bilim insanı; Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu bu konuda yaptığı son bilimsel çalışmayı kamuoyuyla paylaştığı için soruşturuluyor. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu hakkında açılan soruşturmanın bilimsel gerçekleri örtmeye, akademik özgürlüğü engellemeye dönük olduğunu, sürecin kaygı verici olduğunu 24 Mayıs 2011 tarihinde yaptığımız ortak basın açıklamasında dile getirmiştik.  Aynı açıklamada; bir tarafta siyasi ve ekonomik çıkarları insan sağlığının üstünde tutanların, diğer tarafta ise toplum sağlığı ve onurlu bilim insanlarının olduğunu belirtmiş ve tarafımız bellidir demiştik: Onur'umuzu savunuyoruz, savunmaya devam edeceğiz.

Halk ve çevre sağlığını, bilimsel gerçekleri, akademik özgürlüğü, meslek onurunu, Onur'umuzu savunmak için; 31 Mayıs Salı günü saat 09:00’da Kocaeli Adliyesi’nde görülecek duruşmaya İstanbul’dan geniş bir hekim katılımıyla gidiyoruz. İstanbul Tabip Odası; duruşmaya ve sonrasında yapılacak olan “Akademik Özgürlük ve Toplumsal Sorumluluklar” forumuna katılacak olan meslektaşlarımız için bir program hazırlamıştır.

Katılmak isteyen meslektaşlarımızın isim ve iletişim bilgilerini en geç 27 Mayıs Cuma 17.00'ya dek aşağıda belirtilen telefona bildirmelerini rica ediyoruz.

Otobüs kalkış noktaları ve saatleri katılımcı sayısının belli olmasının ardından Cuma akşamı internet sitemiz üzerinden duyurulacaktır.
İSTANBUL TABİP ODASI
ULAŞIM İÇİN BAŞVURU : Yılmaz Bozkurt
(İstanbul Tabip Odası Danışma)
Telefon : 0212 514 02 92 / 111-112
e-posta: istabip@istabip.org.tr

PROGRAM

31 Mayıs 2011 Salı
BASIN AÇIKLAMASI VE DURUŞMA saat 09:00
Kocaeli Adliyesi Önü ve Adliye Mahkeme Salonu

FORUM: Akademik Özgürlük ve Toplumsal Sorumluluklar saat 10.30-13.30
Kocaeli Üniversitesi Anıtpark Yerleşkesi

1 Mayıs 2011 Pazar

12 HAZİRAN 2011 SEÇİMLERİNE GİDERKEN

İKİ DÜNYA, İKİ TÜRKİYE
12 Haziran 2011 seçimlerine Türkiye iki ayrı dünyaya keskin biçimde bölünmüş olarak gidiyor. Sarsıntılı kutuplaşmaların ve çatışmaların bulandırdığı bu bölünmüşlüğü doğru kavramak, 12 Haziran seçimlerine giden süreçte işçi sınıfı sosyalistlerinin takınacağı tavrı anlamak ve anlatmak bakımından büyük önem taşıyor. Hem kendi içimizde, hem yakın irtibat halkalarımızda, hem de kitleler nezdinde, Türkiye’yi iki dünyaya bölen mevcut toplumsal çelişkilerin ve siyasal-ideolojik izdüşümlerinin bilimsel ve somut kavranışının derinleştirilmesi, seçim sürecindeki politikalarımızın iyi anlaşılmasının ve anlatılmasının koşuludur.
12 Haziran 2011 seçimleri öncesinde Türkiye sınıfsal çelişkilerin toplumsal düzeyde keskinleştiği bir iklim ile damgalanmıştır. İşçi sınıfı ve kentli köylü küçük burjuva kitleler, büyük sermaye tekellerinin 31 yıldır devam eden faşist diktatörlüğünün açık ve parlamenter biçimleri altında ezilmekte ve sömürülmektedir. Geç-kapitalizmin küresel pazarlarına bağımlı olarak yapılandırılan Türk kapitalizminin egemen sınıf ve zümreleri, baskıyla, zulümle, uyuşturma ve aldatma taktikleriyle susturdukları ve yönettikleri emekçi halk kitlelerini insanca hayat özlemlerinden koparmış, çaresiz, zavallı, bencil, teslimiyetçi, daha iyi bir hayat ve gelecek umudu besleyemez hale getirmiştir. Geniş kitleler, günü kurtarmak ve yürürlüğü değişmez gözüken mevcut düzen içinde hayatta kalabilmek dışında bir şey düşünemez hale getirilmiştir. Aynı egemen sınıf ve zümreler, ülke pazarı ve kaderiyle bağları zayıfladığı, küresel sermaye ve pazarlarla bütünleşmek dışında bir çıkara sahip olmadıkları için, ülkeyi ve kaderini sırtlarında bir yük olarak görmeye başlamış, ülkenin yönetimi için gerekli siyasal ve yönetsel karar mekanizmalarını bütünüyle bağımlı oldukları yabancı emperyalist güç odaklarına teslim etmeye açık bir eğilim gösterir hale gelmiştir. Ülkenin yönetimi Beyaz Saray, NATO karargahları, Brüksel üçgeninde belirlenen politik tercihlere teslim edilmiştir. Bundan daha elim ve vahim olarak, hükümet dışındaki muhalif güç odakları da hükümetin temsil ettiği egemen çıkarların ve egemen ideolojinin peşinden sürüklenmekte, toplumsal beklenti ve itirazları emperyalist iradenin doğrultusunda sönümlendirmektedir. 12 Haziran seçimleri, işte böyle bir çıkmaz sokakta emekçi halk kitlelerini esir almayı ve 12 Eylül’de kurulan diktatörlük rejimini restore etmeyi hedeflemektedir.
İşçi sınıfı sosyalizmi, 12 Eylül 1980 faşist darbesine teslim olmadı. 12 Haziran seçimleriyle kurulması hedeflenen yeni rejime de boyun eğmeyecek. Direncin sağlıklı ve doğru politikalarla örgütlenmesi için çalışacak. Sosyalist direnç ve eylemin seçimlerde karşı karşıya gelen iki ayrı dünyanın talep ve hedeflerinin berrak biçimde anlaşılmasıyla hayata geçirilebileceğini kavramadan ve kavratmadan halkın “boyun eğmemesi” sağlanamaz. İki “dünyanın” karşıt ve uzlaşması mümkün olmayan çıkarlarının berrak ve gerçek zeminlere dayanan siyasal ifadelerini geliştirmek ve örgütlemek, siyasal temsilini sağlamak gerekiyor. Bu netleşmeyi engelleyen, yavaşlatan veya bulandıran bütün eğilim ve arayışlarla mücadele gereği de bahsettiğimiz siyasal temsilin bir koşulu olarak beliriyor. Bu yazımızda, seçim sürecinde ana siyasal ve toplumsal mihrakların ve muhalefet cephesindeki kimi odakların siyasal söylemlerinin ve seçim bildirgelerinin teşrihini deneyeceğiz.
EMPERYALİST ODAKLAR, YERLİ İŞBİRLİKÇİLERİ VE 12 HAZİRAN SEÇİMLERİ
Türkiye’nin 12 Haziran 2011’de yeni bir siyasal rejim yörüngesine oturtulması için gereken yolun düzlenmesi, 12 Eylül rejiminin restorasyonunu amaçlayan 28 Şubat yarı-darbesiyle başlatıldı ve AKP’yi işbaşına getiren 3 Kasım 2002 seçimleriyle açılan dönemin yılları boyunca taş taş döşenerek sağlandı. Netaş greviyle, 1989 Bahar eylemleriyle ve Zonguldak işçilerinin Büyük Ankara Yürüyüşüyle, Kürt ulusal demokratik hareketinin ilerleyişiyle yükselen toplumsal muhalefetin 12 Eylül rejimini delik deşik etmesi, cıvatalarını gevşetmesi, 12 Eylül’de susturulan işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin darbe hükümetleri tarafından gaspedilmiş bazı haklarını parça parça da olsa geri almaya başlaması, darbenin doğrudan uzantısı Özal-ANAP iktidarının işbaşından uzaklaştırılması, demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlı biçimlerde de olsa tek tek vuruşarak kazanılması, 1994 ekonomik çöküntüsü ve 1. Körfez savaşı arka planı üzerinde faşist rejimin ideolojik, politik bir krize sürüklenmesini hızlandırdı. Faşist rejimle uzlaşmaktan başka bir siyaset gütmeyen burjuva özneler (SHP, DYP, RP, MHP) krizin burjuvazinin egemenliğini sarsmasını önleyecek biçimde nöbetleşe devreye girerek faşist rejimin imdadına koştu, çürüyerek devamı doğrultusunda büyük sermayeye hizmet etti. Türk kapitalizminin mevcut işleyişi ve yapısıyla emperyalizmin ve büyük sermayenin çıkarlarını korumayı ve geliştirmeyi sürdüremeyeceği anlaşıldığı ölçüde, rejimin ideolojik, politik ve ekonomik bakımdan topyekun bir yeniden yapılanması ihtiyacı kendini dayattı. Cem Boyner’in YDH girişimi, ordu içindeki generaller zümresinin 28 Şubat müdahalesi, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın uluslararası bir operasyon ile yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesi, 1999’da Türkiye’nin AB üye adaylığının resmen tescil edilmesi, yeni rejim arayışlarının erken belirtileriydi. 1999-2001 ekonomik krizi, Ecevit hükümetinin tasfiyesi ve 1990’lardan beri yedek kulübesinde ısındırılan Tayyip Erdoğan ve şürekasının öncülüğünde Milli Görüş hareketinin bölünmesi, 2002 seçimlerinde AKP’nin yolunu açtı. 1990’lardan bu yana sürecin bütünü, pek çok yanıyla, günümüzde Arap dünyasında yaşanan rejim krizlerine emperyalizmin müdahalesinde gözlenen gelişmelere benziyordu: “Devlet yetmezliği” krizlerinden sorumlu eski işbirlikçilerin ve merkezkaç İslamcı unsurların eşzamanlı tasfiyesi, egemen sermaye rejiminin toplumsal meşruiyet tabanının İslamcı politik çizgilerin desteğiyle takviyesi, İslamcı hareketlerin bu amaçla bölünerek Amerikancı pro-emperyalist unsurların yönetiminde “demokratik yeni rejim” görünümü altında iktidara taşınması, devrimci ve denetim dışı muhalif unsurların aynı süreçte şiddet ve sönümlendirme dahil bütün yöntemler kullanılarak tasfiyesi dikkate alındığında, Türkiye’de izlenen yolun, Arap dünyasındaki gelişmelerin erken habercisi bir laboratuar deneyi olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Emperyalist ideologların ve siyaset liderlerinin her fırsatta Türkiye’nin Arap coğrafyası için bir model oluşturmasından sözetmesi bu gerçeğe  denk düşüyor olmalıdır.
Arap coğrafyasındaki devletlerin büyük emperyalist strateji çerçevesinde, emperyalist mihraklar tarafından yönetimini kolaylaştıracak daha küçük ölçeklere etnik ve mezhepsel temeller üzerinden bölünmesi, süreci tamamlayacak bir adım olarak Türkiye’nin yakın geleceğine ilişkin başlıca tehdittir. TÜSİAD’ın son kongresinde Boyner’in Türkiye’nin bölünmesini benimsediğini açıkça telaffuz etmiş olması, bu erken öten büyük sermaye horozunun Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderiyle bağlarını kopardığını kanıtlamakla kalmıyor, diğer işbirlikçi büyük sermayedarların utangaç ve mütereddit itirazlarıyla da Türkiye’nin bölünmesinin bir emperyalist proje olduğunu doğruluyor. Sudan’da, Libya’da, Suriye’de, işgal altındaki Irak’ta, Afganistan’da ve Filistin’de de aynı bölünme dinamiklerinin eşzamanlı güçlenmesi, bölünme olasılığının laboratuarının Arap coğrafyası olacağını ve bu konuda Arap coğrafyasının Türkiye’ye model oluşturduğunu, İran’a yönelik bir emperyalist saldırı olasılığının da gerçekleşmesi durumunda, Orta-Doğu ve Türkiye’nin büyük ölçekli bir kan ve gözyaşı deryasının eşlik etmesi kaçınılmaz bir kaosa gebe olduğunu düşündürüyor. Öngörülen yeniden yapılanma sonrasında, emperyalizmin ve işbirlikçi egemen sermaye zümrelerinin hedefinin etnik ve mezhepsel bakımdan arındırılmış sahte demokratik görünümlü küçük devletlerden oluşan siyasal rejimler kurmak, bu rejimler eliyle Orta-Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasının işgücü kaynaklarına ve doğal kaynaklarına el koymak, pazarlarını emperyalist şirketlerin ve uzantılarının çıkarları doğrultusunda birleştirmek olduğu düşünülebilir. TÜSİAD, MÜSİAD, TUSKON ve benzerlerinin akla yatkın bularak desteklediği, TOBB, TİSK gibilerinin ise utangaç itirazlar eşliğinde kabullendiği işte bu emperyalist siyasettir.
AKP ve Fetullah şebekesi, büyük sermayenin ve emperyalizmin bu siyasal tercihlerinin ve stratejik çizgisinin Türkiye’deki esas uygulayıcısı olarak 2002 sonrasında üstlendiği rolün gereklerini adım adım yerine getirdi. Ordudaki isteksiz ve işbirliğine gönülsüz subayları tasfiye etti, kalanları da pasifize etmeyi başardı, orduyu profesyonelleştirme hazırlıklarını tamamladı, polis gücünün ağırlığını, sayısını ve teknik donanımını artırdı. Bir dizi suikast kokan şüpheli ölümler eşliğinde MİT’i ele geçirdi. Kontrgerilla şebekesini yeniden yapılandırarak denetimine aldı ve Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı çatısı altında bir Gestapo örgütlenmesi kurdu. Mahkemeleri ve yasal mevzuatı bu düzene uyum sağlayacak biçimde yeniden yapılandırdı. Olağanüstü Yetkili Mahkemeler ve Savcılıklar eliyle DGM faşist hukukuna yeni bir soluk üfledi. 28 Şubat sürecindeki mahpushane katliamları ve F-tipi cezaevlerinin tecrit uygulamaları bu sürecin ön adımları ise, Silivri toplama kampı da bu sürecin zirvesini oluşturdu. Medyanın denetimini de büyük ölçüde sağlayan ve muhalif sesleri ya işten attırarak ya da tutuklatarak baskı altına alan Başbakan Tayyip Erdoğan son dönemde Bonapartist siyasal taktiklere başvurarak 12 Eylül 2010 plebisiti sayesinde elini güçlendirdi. Nobran popülist söylemiyle, siyasal hile ve baskı taktikleriyle, anti-demokratik seçim yasalarıyla 12 Haziran 2011 seçimlerinde “altın vuruş” için hazırlanıyor. Seçimde amaçladığı sonuçlara erişebilirse, Türkiye’nin “yeni rejimi” Cumhuriyetin kurucu ideolojisinden arındırılmış, Bonapartist-faşist bir Başkanlık Rejimi olarak zuhur edecektir.
AKP SEÇİM BİLDİRGESİ
AKP’nin 2011 Genel Seçimlerine ilişkin Beyannamesi, bütün bu saptamalarımızın belgesi durumundadır. Başbakan Erdoğan seçim beyannamesini sunuş konuşmasında, hedeflerine ne şekilde varacağının ispatını “8,5 yıllık bu çalışmalar” olarak nitelerken, AKP iktidarı yıllarında adım adım inşa edilen siyasal gericiliğin 12 Haziran sonrasına nasıl zemin oluşturduğunu itiraf etmektedir. Bayağı popülizmi temel siyaset ilkesi olarak benimseyen AKP liderinin, aynı konuşmasında popülizm eleştirisi yapması, zihin dünyasındaki ikiyüzlülüğün şahikasıdır. Beyanname sunuş konuşmasında pek çok övündüğü “Milli Geliri üçe katlamak, 10 bin doları aşmak, enflasyonu %3 civarına düşürmek” gibi iddiaların alınteriyle yaşayan emekçi halk kitlelerinin gündelik yaşantısı açısından içi boş övünmeler olduğu bellidir. Tuttuğu takımın şampiyonluğuyla övünmek, ülkenin Milli Gelir rakamlarıyla övünmekten farksızdır ve halkın cebine girmeyen, halkın yediği ekmeği büyütmeyen, halkı ezen ve sömüren sermayedarların cüzdanını şişirmekten öteye gitmeyen bu rakamlarla övünmek, halkla alay etmektir. Tayyip Erdoğan başka bir dünyanın değerlerini ve çıkarlarını savunmakta, alınteriyle yaşayanların hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı, işsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik, kamu hizmetlerinden yoksunluk gibi dertlerine yabancı olduğunu kanıtlamaktadır. Emekçilerin ezilenlerin somut acılarını hiçbir soyut övünme dindiremez.
AKP liderinin bu konuşmasında dikkat çeken bir nokta, seçim beyannamesinin hedefinin 2023 yılı (Cumhuriyetin kuruluşunun 100. Yıldönümü) olarak ilan edilmesidir. Seçim sonrası görev alacağı 4 yıldan değil önümüzdeki 12 yıllık süreci planlamaktan sözeden Başbakan, AKP seçim beyannamesine damga vuran temel fikrin uzun süreli bir diktatörlük rejimi kurmak olduğunu böylelikle açıkça dile getiriyor. Parlamentolu seçimli bir demokraside seçim bildirgesinin 12 yıllık hedeflerden sözetmesi, bir diktatörlük kurgusundan başka türlü anlaşılamaz. Uzun erimli siyasal hedefler, en fazla devlet içindeki başka planlama organlarının tasarıları olabilir ama 4 yıl için halktan vekalet istenen bir seçim sürecinde 12 yıllık vekalet ve iktidar talebi, Tayyip Erdoğan’ın Başkanlık Rejimi özlemini dile getirmiş olmasıyla birlikte ele alındığında, besbelli “başka” niyetlerin ifadesidir. Bu açıklamasıyla, Tayyip Erdoğan, 12 Haziran seçimlerini olağan bir seçim olarak değil, 8+12 yıllık hedef ve niyetlerinin onaylanacağı bir plebisit olarak gördüğünü itiraf etmektedir. Bu da kendisinin meşrebine uygundur.
Beyannamenin kendisine gelince, burjuva siyasetinde bunun göz boyamaca ve halkı aldatma ötesinde somut bir anlamı olmadığı biliniyor. Hele Tayyip Erdoğan meşrebindeki siyasetçilerin keyfi ve Bonapartist iktidar özlemleri dikkate alındığında, seçim bildirgesinin bağlayıcı somut politikalara değil halkı etkilemeye ve aldatmaya yönelik söylemlere işaret ettiği anlaşılabilir. Nitekim AKP seçim bildirgesi, sadece bölüm başlıklarına (ileri demokrasi, büyük ekonomi, güçlü toplum, yaşanabilir çevre ve marka şehirler, lider ülke) bakıldığında bile, bir parlatma, aldatma ve kandırma aracı olduğu sezilmektedir. AKP bildirgesindeki söylem ve kavramlardaki şifrelerin çözülmesi oldukça kolaydır, çoğunda ifade edileni tersine çevirmek, kimisinde ise parlak ifadelerin yaldızlarını kazımak yeterlidir. İleri demokrasinin despotizm ve diktatörlük olarak anlaşılması gerekiyor. Büyük ekonominin sanayi ve tarım üretiminin küçültülmesi ve özel yabancı çıkarlara hizmet etmesi, üretimden çok rantların, faizlerin ve asalak üretken olmayan hizmetlerin büyütülmesi olarak okunması mümkündür. Güçlü toplumun çalışanların yoksul ve çaresiz olarak ezik, düşkün ve bağımlı hale getirilmesi anlamına geldiği bilinmelidir. Yaşanabilir çevrenin anlamı, 2B yasa tasarılarından, maden çıkarma ve yol açma adına kesilen ormanlardan, baraj ve nükleer santral projelerinden, büyük kentlerin plansız denetimsiz büyütülmesi projelerinden tahmin edilebilir. Marka şehirler kavramının kent rantlarını küresel yağma aracı haline getirmek ve kentleri kentte yaşan halk çoğunluğuna yabancılaştırmak anlamına geldiği, ayrıca tüccar burjuva ideolojisine bir güzellemeyi ifade ettiği bellidir. Nihayet lider ülke derken ülkeyi emperyalist stratejiler doğrultusunda dış maceralara ve iç savaşlara bölünmeye sürüklemekten, ülkenin dışarıdan yönetilen bir yeni-sömürgeye dönüştürülmesinden sözedildiği saptanmalıdır. Bütün bu özellikleriyle, AKP Bildirgesinde başka bir dünyanın çıkarlarının, emperyalizmin, yerli ortakları büyük servet ve güç sahibi zümrelerin hedef ve taleplerinin hayata geçirilmesinin savunulduğu, halkın aldatılmasının ve kandırılmasının gözetildiği anlaşılmaktadır. AKP bildirgesi halkın gerçek talep ve hedeflerine yabancıdır, düşmandır. Gerici ve faşist bir “yeni rejim” sevdasının hayata geçirilmesini amaçlayan, 12 Haziran seçimlerini bu rejimin tescilini sağlayacak bir plebisit olarak kurgulayan bir zihin dünyasını siyaseten meşrulaştırma ve parlatma aracıdır. Bu bildirgeyi savunan partinin karanlık saçan “ampulunu patlatmak” bu seçimlerdeki siyasetimizin ana ekseni olmalıdır.
BURJUVA MUHALEFETİNİN SEFALETİ: CHP, MHP VE BÜROKRASİ
CHP’nin kadro ve siyaset çizgisi, 12 Haziran seçimleri öncesinde törpülenerek AKP hizasına uyduruldu. NATO bağları üzerinden zaten emperyalizmin belirleyiciliği altındaki generaller ve emperyalizmin her zaman uzantısı olmuş MHP, emperyalizmin ve büyük sermayenin çıkarlarına, isteklerine ve hedeflerine denk düşen bir yapısal uyum sürecinden geçirilerek 12 Haziran seçimleri öncesinde yeni rejimin uysal bir parçası haline getirildi. Yargı bürokrasisinin, burjuva medyasının ve tekelci sermaye gruplarının bir bir teslim alınması da seçim öncesinde tamamlandı. Yeni rejime karşı burjuvazinin ve devlet bürokrasisinin içinden kaynaklanan çekingen muhalefetin bütün direnç ve gönülsüzlük belirtileri de böylelikle ortadan kalkmış oldu.
Bugün burjuvazi cephesinde muhalefet diye boy gösterenlerin safında AKP’nin silik gölgeleri ve taklitleri kalmış bulunuyor. Bu unsurların seçim sürecinde sokaklara dökülen emekçi halk kitlelerinin talep ve hedeflerine sahip çıkan gerçek bir muhalefet yapmamalarının bedelini, 12 Haziran akşamı ağır bir yenilgiye uğrayarak ödemeleri kimseyi şaşırtmayacaktır.
AKP kuyruğunda, daha doğrusu AKP siyasetini belirleyen emperyalizmin ve büyük sermaye çıkarlarının temsili peşinde siyasal kulvar açmak isteyen, AKP siyasetinin esasları ve mihenk noktaları üzerinde değil ayrıntıları ve vurgularıyla muhalefetlerini sınırlayan CHP ve MHP’nin bu halleriyle AKP’nin stepnesi olmak dışında bir işlevi yoktur. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’na verilen MHP desteğinden Libya’ya NATO saldırısında hükümet tezkeresine Meclis gizli oturumunda onay vermeye kadar bir dizi kararlarıyla MHP ve CHP hükümetin suç ortağıdır. Ordu ve Yargı bürokrasisinin de bu noktada farklı bir duruşu olmadığı bellidir. Anayasa Mahkemesi’nde AKP’yi hem mahkum eden hem de kapatmayan tuhaf yüksek yargı kararı, generallerin kendi aralarından ve alt rütbelerden bir çok subayı ABD yönetiminde olduğu anlaşılan Ergenekon operasyonlarına kurban etmeleri bu değerlendirmeyi doğrulamaktadır.
CHP 12 Haziran 2011 seçim bildirgesi, burjuva siyasal muhalefetindeki sefaletin ibret belgesi durumundadır. Tıpkı AKP bildirgesinde görüldüğü gibi, CHP bildirgesi de iki ayrı ögenin eklektik bir birleşimidir: Halkın ağzına bir parmak bal çalmayı gözeten parlatılmış söylemler CHP bildirgesinin tatlı kaplamasını oluşturuyor. 12 Eylül 2010 Anayasa plebisitinde oylanan Anayasa değişiklik önerilerinin de aynı “tatlı kaplama içindeki acı çekirdek” özelliğini taşıdığı hatırlanacaktır. Burjuva siyasetinin temel niteliği bu “tatlı söylemler ve acıtıcı gerçekler” ikiliğinde ifadesini buluyor. CHP bildirgesi bunun istisnası değildir.
CHP bildirgesinde halkın gözünü boyamak üzere yer almış “tatlı söylemler kaplaması” içinde yer alan bazı hususlar, emekçi halk kitlelerinin talep ve hedeflerini yansıtıyor: Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılacağı, Diyarbakır cezaevinin müze yapılacağı, din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılacağı, YÖK’ün ve öğrenci harçlarının kaldırılacağı, sözleşmeli öğretmenlerin kadrolu yapılacağı, koruculuk uygulamasına son verileceği gibi vaadler bunlar arasında sayılabilir. Kitlelerin bu ve benzeri taleplerinin ancak genel bir demokratikleşme seferberliği içinde hayata geçirilebileceği, genel bir toplumsal ve siyasal devrimci program bütünlüğü içinde uygulanabileceği açıktır. CHP bildirgesinin bu bütünlükten yoksun bulunduğu, hatta bu bütünlüğe ters düşen bir yönelime sahip olduğu ise bellidir. Emperyalizme cepheden karşı çıkmayan, tersine Türkiye’deki ABD karşıtlığı ile mücadele gereğini amaç belleyen, Avrupa Birliği’ne biat etmeyi benimseyen, tekelci büyük sermayenin egemenliği altında belirlenmiş siyasal-toplumsal-ekonomik politikalara karşı hiçbir önlem içermeyen tersine bu politikaları yekten savunan bir anlayışın damga vurduğu bir siyasal bildirge, bu nitelikte bir bildirgeyle harekete geçen liberal ve sağcı politikacıların ağırlığını oluşturduğu bir kadro, vaat ettiği üç beş olumlu hedefi bile hayata geçiremeyecektir. CHP’nin 1970’lerden bu yana hükümet dönemlerinde sergilediği performans, bu konuda yeterli ipucu vermektedir. Sosyal demokrasinin evrensel pratiği de yeterince öğreticidir.
CHP bildirgesinde yer alan pek çok ifade ise, yarım önlemler ve soyut süslü sözlerden ibarettir. AKP’nin 12 Eylül 2010 Anayasa değişiklik önergesinde de, AKP seçim bildirgesinde de bol bol örnekleri bulunan bu tür mütereddit siyasal ifadeler, hiçbir somut anlam taşımıyor. Kadın-erkek eşitliği, insan hakları, temel hak ve özgürlükler, seçim ve siyasal partiler yasasında reform önerileri, medyada değişim vaatleri, Alevi yurttaşlara soyut özgürlük ve eşitlik söylemleri, “4. Büyük Devrim” sözleri içi doldurulmamış herkesin dile getirdiği genel ve yuvarlak laflardan ibarettir. TSİP seçim bildirgemizde yer bulan pek çok somut demokratik ve acil talep konusunda CHP bildirgesinde açıklanan yarım önlemler ise kitlelerin sokaklarda haykırdığı dertlerine ve sorunlarına çare olmaktan fersah fersah uzakta kalmaktadır. Seçim barajı anti-demokratik bir uygulamadır ve seçmen iradesini çarpıtmaktadır, oysa CHP seçim barajını %10’dan %5’e indirmekle yetinmeyi vaat etmektedir. Bağımsız adaylara getirilen mali baraj, siyasal parti faaliyetlerine getirilen anti-demokratik kısıtlamalar, partiler arasında eşitsizlik yaratan  hazine yardımları konusunda CHP bildirgesi suskun kalmaktadır. Bildirgede CHP “sivil toplum ile birlikte hak ve özgürlükleri güvence altına alacak yeni bir anayasa yapmaktan” sözetmektedir. Sivil toplumun yani burjuvazinin hak ve özgürlükleri güvence altına almaktan yana olmadığını, 1960’larda bu ülkenin tanıdığı en “demokratik” anayasanın burjuva sivil toplumun desteğiyle ve 12 Mart generalleri eliyle budandığını, aynı sivil toplumun 1970’lerde yükselen emekçi halk muhalefetine karşı MC hükümetleri eliyle siyasi gericiliğin ve faşist şiddetin tırmanışını desteklediğini, gazete ilanlarıyla CHP hükümetine karşı kampanyalar yürüttüğünü, daraltılmış 1961 Anayasa’sının 12 Eylül generalleri eliyle parlamentoyla birlikte toptan ilga edilmesini esinlendirdiğini, yerine bugünkü anayasal rejimin kurulmasını planlamaya bizzat iştirak ettiğini, bugünkü sivil toplumun kendi özlem ve beklentilerinin ürünü 12 Eylül faşizminin karanlığında serpilip boy attığını, AKP iktidarının bugünkü sivil toplumun çıkarlarına denk düştüğünü bilmez görünerek, CHP emekçi halkın hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak demokratik bir anayasal rejim özlemini sivil topluma yani burjuvaziye emanet edeceğini vaat etmektedir.
Bildirgede CHP’nin diğer yarım önlemleri ve belirsiz önerileri de işe yaramaz önemsiz vaatlerden ibarettir: KDV gibi dolaylı vergileri kaldırmak yerine yeniden düzenlemek, kapsamlı bir toprak reformuyla ağa topraklarını topraksız köylülere dağıtmak yerine sadece mayınsız arazileri “halka” açmayı vaat etmek, kapsamlı bir sosyal güvenlik reformuyla bütün yurttaşlara eşit ve genel sosyal güvence sunmak yerine AKP’nin sosyal sadaka sistemini allayıp pullayarak CHP’nin aile sigortası sistemine dönüştürmek, çiftçiyi çökerten ve mülksüzleştiren dışa bağımlı kapitalist piyasa güçlerine dokunmadan mazotu ucuzlatmaktan ibaret birkaç ufak düzenlemeyle yetinmek, sermayenin egemenliğinde işleyen özelleştirilmiş eğitim sistemine dokunmadan, özel okul-dersane-üniversiteleri ellemeden “eğitimde fırsat eşitliği” vaat etmek, özel üniversiteleri kamulaştırmadan üniversitelere mali-idari-bilimsel özerklik sunmak, özel hastaneleri kamulaştırmadan ve sağlık hizmetlerini herkes için eşit, ihtiyacı olan herkes için bedelsiz ve nitelikli duruma getirmeyi gözetmeden yoksul yurttaşları katkı payından muaf tutmayı önermekle yetinmek, Kürt sorununda ulusal baskının kaynaklarını ve emperyalist güçlerin tertip ve planlarını tartışmadan, Kürt halkının geleceğini belirleme ve özgürlük hakkını dikkate almadan ufak hak kırıntılarıyla vaziyeti idare etmeye çalışmak bunlar arasında sayılabilir.
CHP seçim bildirgesi, bu haliyle, sokaklara dökülen halkın acil demokratik talep ve hedefleriyle ilişkisizdir, emekçi halkın dünyasını değil emperyalizmin ve büyük sermayenin dünyasını temsil etmektedir.
EMEKÇİLERİN EZİLENLERİN DÜNYASI VE SEÇİMLER
12 Haziran seçimlerinde emekçi halk kitlelerinin, işçi sınıfının, Kürt yoksul köylülerinin, kentli ve köylü küçük-burjuva yığınların talep ve özlemlerinin egemen sınıf temsilcilerinin partilerinde temsil edilemeyeceği, seçim bildirgelerinin incelenmesiyle anlaşılabilir. Bizim tarafın, sosyalist eğilimli parti ve güçlerin, küçük-burjuva demokratlarının seçimlere yaklaşımı nedir?
TSİP bu seçimlerde, sosyalist solun bağımsız temsilini ve ilerici-yurtsever-devrimci-demokratik-cumhuriyetçi halk güçlerinin birleşik cephesinin kurulmasını önermişti. Muhatap aldığı güçlerden EMEP yanıt bile vermeksizin BDP’nin peşine takıldı. Halkevleri CHP kuyruğunda radikal devrimcilik oynamayı tercih etti. DİSK Genel Başkanı’nı aday göstererek CHP’yi destekleme geleneğini devam ettirdi. ÖDP ve TKP ise seçim işbirliğine yanaşmak yerine seçimlere kendi başlarına katılmayı tercih etti. ÖDP Yüksek Seçim Kurulu’nun vetosuna maruz kaldıktan sonra emperyalist mahkemelere başvurmayı seçti ve Avrupa Birliği’nin Türkiye iç siyasetine müdahalesi için bir bahane yaratmayı solculuk zannedenler safına katıldı.
Küçük-burjuva demokratları cenahında ise durum aynı ölçüde olumsuz gözüküyor. BDP kürt milliyetçilerini, bir bölüm Barzani yanlılarını, bir bölüm Kürt İslamcılarını ve ufak sosyalist grupları yedeğine alarak ve ordu ile, AKP ile, CHP ile, İslamcılarla, Fethullahçılarla, emperyalist güçlerle aynı anda flört etmeyi sürdürerek bağımsız adaylarını seçtirme taktiğine kilitlenmiş gözüküyor. AKP’nin arkasına yaslandığı YSK eliyle BDP bağımsız adaylarını veto etme girişimi, Kürt halkının protestosuyla karşılaşınca geri püskürtülmüş oldu, ancak BDP protestolarının Türk-Kürt çatışmasına yönelik provokatif karakteri, BDP seçim siyasetinin emperyalizme ve şovenizme karşı Türk ve Kürt halklarının birliğini gözetmeyen, etnik çatışmaları kışkırtan, ÖDP’nin veto edilmesiyle ilgilenmeyen ulusal dar-görüşlülük eğilimleri, Kürt halk güçleri cephesinde komünist solun temsil krizini derinleştiriyor.
Küçük-burjuva demokratlarının Türk tarafında ise, Cumhuriyet Güçbirliği bayrağı altında Türk milliyetçilerini, bir bölüm faşist döküntülerini, bir bölüm emekli generalleri ve devlet bürokrasisi temsilcilerini birleştiren İP, izlediği bağımsız aday taktikleriyle BDP’nin ayna görüntüsünü yansıtıyor. Cumhuriyet Güçbirliği’nin seçim siyaseti serbest piyasacılıkla kamulaştırmanın, halkçılıkla milliyetçiliğin, işçi sınıfı içindeki küçük-burjuva etkilerin eklektik bir bileşimini temsil ediyor. İşçi sınıfının bağımsız politik temsilinin zayıflığı koşullarında, büyük sermaye ve emperyalizm ile çıkarları gitgide daha fazla çatışan küçük-burjuva kitleler içinde Cumhuriyet Güçbirliği adayları aracılığıyla burjuva parlamentosunda bir biçimde temsil olanağı arayışı kısmen yankı buluyor.
BDP’nin ve İP’nin ikiz milliyetçi küçük-burjuva yönelimleri karşısında, işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız siyasal çalışmasını yürütmek 12 Haziran seçimlerinde aciliyet kazandığı için TSİP, kendisine en yakın ve en sağlıklı siyasal zemini oluşturduğunu düşündüğü TKP ile ortak ilkelere dayanan bir seçim bloku oluşturmayı önemsediğini açıkladı ancak TKP’nin halk güçlerinin talep ve hedeflerinden güç alan bir siyasal blok girişimine uzak durması, dar örgütsel gündemini ve hedeflerini (500 bin oy!) esas alması, bu bloku bugün için olanaksız kıldı.
TSİP hayatın pratiğinin öğretici derslerini özümsemiş bir deneyim geleneğine sahiptir. 1970’lerde yaşanan seçim deneyimlerinin TİP kadrolarını nasıl eğittiğini, 1980’ler öncesinde ve sonrasında yaşanan faşizme ve gericiliğe karşı mücadele pratiklerinin TKP kadrolarını nasıl eğittiğini bilmektedir. 12 Haziran seçimlerinde, kendi hayallerinin aynasında kendisini hayran izlerken somut durumun görevlerine ve gereklerine kayıtsız kalanları hayatın acı dersleriyle yüzyüze kalmadan önce bir defa daha uyarmayı bu nedenle görev bilmektedir. Bu uyarının bir parçası olarak TSİP, meşruiyeti şimdiden zedelenmiş 12 Haziran seçimlerinde işçi sınıfının bağımsız siyasetini temsil etme sorumluluğuyla davranacak, seçim kampanyasında halk güçlerinin dünyasını temsil eden acil demokratik talep ve hedeflerini propaganda edecek ve emekçi kitleleri kendi seçim pusulasını sandıklara atmaya çağıracaktır.
12 Haziran seçimlerine iki ayrı dünya ve iki ayrı Türkiye giriyor! Ezilenlerin, işçi sınıfının, emekçi halk güçlerinin, Kürt yoksullarının dünyası birleşik oy pusulalarında temsil edilmiyor!
Birleşik oy pusulası, bu seçimlerde başka bir dünyanın temsilcisidir. İşçi sınıfının çıkarlarına ve emekçi halk güçlerinin, ezilenlerin talep ve hedeflerine düşmanlık güdenlerin, ters düşenlerin, yabancı ve kayıtsız kalanların dünyasını temsil eden birleşik oy pusulalarını yırtıp atalım!
Halk güçlerinin, işçi sınıfının acil talep ve hedeflerinin yazılı olduğu oy pusulalarını sandıklara ulaştıralım!


TSİP İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ 1 MAYIS DUYURUSU


HAYDİ

TSİP İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ SAFLARINDA 1 MAYIS'A

1 MAYIS'TA TAKSİM 1 MAYIS ALANINA

TOPLANMA YERİ: ŞİŞLİ CAMİİ’NİN YANI

SAAT: 09.00

KORTEJ SIRALAMASINDAKİ YERİMİZ:

MÜCADELE BİRLİĞİ ARKASI

--------------------------------------------------------------------------------

İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ İRTİBAT:

ADRES: MİSAK-MİLLİ SOK. TOPTAŞ İŞHANI KAT. 3 NO. 17/12

KADIKÖY / İSTANBUL

TELEFONU: 0216 337 82 10

TERTİP KOMİTESİ: 0535 719 41 25

NOT: İL ÖRGÜTÜMÜZ, 1 MAYIS TERTİP KOMİTESİ ÜYESİDİR.
---------------------------------------------------------------------------------------------

TESLİM OLMA!

Üstüne gelsin dünya aldırma
Kurtarıcı değilsin ama dönme verdiğin sözlerden
Korku ihanettir, pusma
Susma sus dediklerinde
Durma dur dediklerinde
İpe çekil, kurşuna dizil, güneşi düşün
Eğilip bükülme, ödün verme düşmanlarına
Gül eyle kanından
Alanları gez, grev çadırlarında dolaş, afişlerde konuş
Sönmeyen fitil ol, karanlıkları kov
Çatal yürek dövüş dövüşürken
Boşa çıkar sana kurulan tuzakları

TURGUT KOÇAK YOLDAŞIN FIRTINA ÇOCUKLARI ŞİİRİNDEN BİR BÖLÜM