25 Şubat 2011 Cuma

GERÇEK OLAMAYACAK KADAR “GÜZEL”

CHP’DE KILIÇDAROĞLU DÖNÜŞÜMÜNE NASIL YAKLAŞILMALI?- 5
1980-2000 DÖNEMECİNDEN DERSLER

Yazı dizimize, Kılıçdaroğlu’nun başkanlığı etrafında estirilen CHP rüzgarı hakkında tarihsel hatırlatmalara dayanan uyarılar yapma kaygısıyla başlamış, ilk yazımızda 1920-1923 dönemecinde TKP’nin kurucu kuşağının bağımsızlık savaşının burjuva önderliğine güven duymakla sürüklendiği trajik sonu aktarmış, ikinci yazımızda ise, 1946-1950 dönemecinde likidasyon bataklığında üreyen burjuva-sosyalizmi akımının soldaki etkilerini ele alarak, günümüze dek süren burjuva kuyrukçuluğu geleneğinin çıkış noktasının bu sol-liberal siyaset geleneği olduğunu belirtmiştik. Üçüncü yazımızda 12 Mart yenilgisinin, burjuvazinin ideolojik ve politik vesayetinden ve örgütsel denetiminden bağımsız bir hareketi, hem ideolojik olarak hem politik olarak hem de örgütsel olarak bağımsız bir hareketi oluşturma ve sürdürme ihtiyacının netleşmesini davet ettiğinin altını çizmiş, bu ihtiyacın örgütsel bağımsızlık güvencelerine dayandırılmasını, hareketimizin devrimci-demokrat ve geleneksel sosyalist damarlarının birliği zemininde işçi sınıfı hareketi içinde kök salmasının esas alındığı bir siyasal arayışı doğurduğunu aktarmış, bu arayışın 1965-71 dönemecinin siyasal mirasını ve bunlardan türeyen dersleri 12 Mart sonrasına devreden başlıca kanal olarak hareketimizin şekillenmesine kaynaklık ettiğini belirtmiştik. Dördüncü yazımızda ise, 1970’lerde yüzbinlerce işçiyi 1 Mayıs meydanında toplayabilen, kitlesel gençlik örgütleri çevresinde onbinlerce genci mücadeleye sevkedebilen, eli-sözü ülkenin en ücra köşelerine dek uzanabilen hareketimizin toplumsal açıdan bir dev ama siyasal açıdan bir cüce olduğu saptamasını yapmıştık. Bunun bir sonucu olarak 1970’lerde sosyalist ve devrimci hareketimizin büyük gövdelerinin ortak yanılgısının, burjuvaziden bağımsız bir siyasal örgütlenme ve mücadele çizgisi doğrultusunda birleşmek yerine, siyaseti burjuvazinin demokratik ve liberal seçeneklerine emanet etmek olduğunu savunmuş, dönemin devrimci ve sosyalist siyasal hareketlerine “siyaseti ekonomik-demokratik talepler için yürütülen hareketlerle, sendikal ve gündelik çıkarlar için mücadeleyle, öğrenci hareketlerinin okullarla sınırlı talepleriyle, faşist tedhişe karşı sokakta ve mahallelerde yürütülen tekil mücadelelerle sınırladıkları ve daralttıkları, bu mücadelelerin siyasal temsilini ve ifadesini burjuvazinin liberal-demokratik temsilcilerine terk ettikleri eleştirisini yöneltmiştik. Sonuç olarak, 1980 darbesi arefesinde döneme damgasını vuran ana eğilimlerin, CHP kuyrukçuluğu, sendikalizm, sekterlik ve sol içi rekabet olduğunu, hareketimizin 12 Eylül’de büyük sermayenin ve emperyalizmin kapsamlı ve planlı harekatı karşısında büyük bir yenilgiye uğramasına yol açan başlıca siyasal zaaflarının da bu eğilimlerden kaynaklandığını  savunmuştuk. Bu yazımızda, 12 Eylül’de yenilgiye götüren siyasal zaaflarımızdan ve direnişi sürdüren üstünlüklerimizden 1980’lere ve 1990’lara nelerin devrolduğunu göstermeye çalışacağız.

1980 12 Eylül faşist darbesi, sosyalist ve devrimci harekette 1970’ler boyunca yaygın olarak benimsenen ve savunulan kimi siyasal tezleri ve stratejik-taktik politikaları bir çırpıda çöp sepetine gönderdi. Demokrasi mücadelesini küçümseyen sürekli faşizm teorileri, örgütlü mücadeleyi küçümseyen ve partisiz programsız hareketi yücelterek devrimciliğin ölçüsü sayan politik söylemler, kırlardan şehirleri kuşatmayı öngören köylü devrimciliği temelinde kurgulanan halk savaşı stratejileri, solun bir kesimini uluslararası anti-komünist cephe ile yan yana düşüren anti-sovyetik sosyal-emperyalizm teorileri, Avrupa işçi partilerinin programlarından tercüme edilmiş ileri demokrasi ve ulusal demokratik cephe taktikleri bir gecede iflas etti. 1980’lerin ağır baskı ve zulüm koşulları altında, sosyalist ve devrimci hareket, terk ettiği politik söylem ve taktiklerinin yerine aksi yönde yenilerini geliştirmeye yöneldi. Çoğu örnekte de, aksi yöndeki düzeltme çabalarında kantarın topuzu kaçırıldı.

Devrimci-demokrat grup ve hareketlerin önde gelen militanlarının kitlesel tutuklamalara maruz kalmaları sonrasında, bu zemindeki muhalefet, demokrasi ve insan hakları mücadelesinin öne çıktığı, askeri cuntanın ve militarist despotizmin karşısında sivilleşmenin ve demokratikleşmenin savunulduğu bir siyasal çizgi geliştirdi. Komünist solun geleneksel grupları da, askeri cuntanın baskı ve tutuklamalarına maruz kaldığı ve hareket alanı kısıtlandığı ölçüde, sosyalizm ve devrim hedeflerinin fiilen terk edildiği, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasının merkeze alındığı benzer siyasal taktikleri esas alan bir çizgiye  yöneldi. Solun her iki kanalındaki bu yönelişler, sivil-toplumculuk, özgürlükçü-sol, yenilenme gibi söylemler etrafında 1990’larda gelişecek ve 2000’lere devrolacak reformizmin kaynağını oluşturdu. Devrimci-demokrat akım bu süreç boyunca silahlı mücadele, öncü savaşı, devrimci hareket eksenli radikalizm taktiklerini ve politikalarını terk etti, siyasal hedeflerini geri çekti, “tek yol devrim” söyleminin yerine “demokrasi” ve “insan hakları” söylemini kullanmaya başladı, feminizm, ekoloji, eşcinsel hakları, insan hakları, vicdani red hakkı gibi tekil gündemlerle kendini sınırladı. Komünist solun geleneksel grupları da Gorbaçov yönetiminin dayattığı “yenilenme” ve “açıklık” söylemlerinin etkisi altında söylem düzeyinde kalmış politik hedeflerini daha da geriye çekmeye, politik ve örgütsel likidasyon bataklığına yürümeye başladı.

Geri çekilen ve iflas eden tezlerin yarattığı boşluğun reformist politikalarla ve siyasal taktiklerle doldurulması girişimlerinin istisnaları, bu politikalara ve taktiklere karşı devrimci bir direnç oluşturma girişimleri de aynı dönemde boy verdi. Bu istisnalardan birincisi, 12 Eylül sonrasında kadrolarını yurt dışına çekerek tutuklama ve baskı dalgasını savuşturan ve 1980’lerin ikinci yarısında cuntaya karşı direnci örgütleyen örgüt ve gruplar oldu. Kürt ulusal demokratik hareketi, TSİP, bazı devrimci demokrat örgütler oldu. İstisnaların ikincisini, 1985’te yayına başlayan ve komünist soldaki tasfiyecilik eğilime karşı direnen Gelenek çevresi oluşturdu.

1980’lerde köylülüğün çözülmesinin hızlanması, köylülük temelinde halk savaşı geliştirme stratejilerini iflas ettirdi. Halkın Kurtuluşu, TİKKO vs. devrimci-demokrat eğilimler politik yönelimlerini ve söylemlerini kent merkezli işçi sınıfı hareketine yaklaştırmaya başladı. Bu akım ve gruplarda yaşanan ayrışmalar, Ekim gibi yeni komünist sol grupların doğuşuna kaynaklık etti. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Netaş greviyle ve Bahar Eylemleri’yle yeniden yükselen ve 1990’ların başlarında Paşabahçe cam işçilerinin fabrika işgali ve Zonguldak maden işçilerinin büyük Ankara yürüyüşü ile zirveye varan işçi hareketinin yükselişi, bu politik gelişmelerin toplumsal temelini oluşturuyordu.

Demokrasi mücadelesini küçümseyen ve öncü savaşını savunan grupların 1980’lerdeki ve 1990’ların başındaki askeri politik yenilgisi, bu zeminde de işçi sınıfı hareketinden uzak düştükleri ölçüde politik ve örgütsel tasfiyeciliğe mahkumiyeti, işçi sınıfı hareketine yakınlaştıkları ölçüde politik hayatiyetlerini sürdürebilmelerini mümkün kıldı.

Sosyalist sistemin 1980’lerin sonunda hızlanan çöküşünün SSCB’den Arnavutluk’a sirayet eden gelişimi, 1970’lerde anti-sovyetik siyasetin etki alanında kalan devrimci örgütlerin sosyal-emperyalizm teorilerinin iflas etmesine yol açtı. Yükselen karşı-devrimci dalga karşısında, Maoculuğu daha 12 Eylül öncesinde terk etmeye başlamış devrimci-demokrat örgütler (TDKP, TİKB vs.) sosyalist hareketin uluslararası genel çizgisiyle düşmanlaşmış politikalarını terk etmeye, sosyalist sistemden artakalan Küba ve Vietnam gibi mevzileri savunmaya ve komünist solun geleneksel örgütleriyle bağlarını onarmaya yöneldi.

Geleneksel komünist solda yer alan, UDC ve ileri demokrasi gibi şabloncu politikaları, CHP ile ittifak öngörüleri iflas eden TKP ve TİP gibi örgütler, TSİP ve TKEP ile birlikte “Sol Birlik” politikalarına yönelmekteyken, sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte dünya çapındaki karşı-devrimci dalganın etkisi altında tasfiyeciliğe yönelmeyi seçti. Bu yöneliş, Türkiye sosyalist hareketinin tarihindeki en geri ve uzlaşmacı program temelinde TBKP’nin oluşturulmasıyla ve Özal’ın liberalizmine güven temelinde her ne pahasına olursa olsun Türkiye’ye dönüş kararıyla sonuçlandı. Karar TKP’nin ve TİP’in TBKP önderleri eliyle politik ve örgütsel tasfiyesiyle noktalandı. Tasfiye sürecinden kendini uzak tutan TSİP ise sosyalist sistemin çöküşü dalgasından paniğe kapılan kendi yöneticileri eliyle aynı bataklığa sürüklenmek istendi.

1980-2000 döneminde sosyalist hareketin bağımsız bir örgütsel, ideolojik ve politik çizgiyi muhafaza etme, sivil-toplumculuğun, Özal-AKP liberalizminin, sosyal-demokrat reformizmin, burjuva sosyalizminin, milliyetçiliğin, İslamcı siyasetin kuyruğuna takılmaktan sakınma çabaları, bir dizi ara halkadan ve evreden geçerek, ileri ve geri adımlarla, kadro kayıplarıyla bugünlere devrolundu. TKP-Gelenek çevresi, kendi etki alanında sosyalist hareketin önemli bir tabanını ve kadro birikimini korumayı başardı. ÖDP likidasyon ve örgütsel konsolidasyon arasında gitgeller yaşayarak, liberalizm ve devrimcilik arasında salınımlar yaşayarak devrimci-demokrat akımın işçi sınıfı sosyalizmine yakın tarafında (küçülmek pahasına) tutunmayı başardı. TSİP kendi önderliğinin çoğunluğu tarafından tasfiye girişimini ve eşzamanlı kapatma davalarını savuşturarak işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız güzergahına parti kimliğini ve geleneğini armağan etmeyi ve örgütsel yeniden inşa yoluna çıkmayı başardı. Ekim çevresi, 1990’larda devrimci-demokrasiden işçi sınıfı sosyalizmi saflarına ısrarlı ve işçi sınıfı eksenli bir sosyalist siyasetin temsilcisi olarak taze kan taşımayı başardı. Sorun, Ürün, Savaş Yolu gibi dergi çevrelerinde işçi sınıfı sosyalizmi eksenine bağlı direnç öbekleri gelişmeyi sürdürüyor. Bütün bu gelişmeler, 2000’lerde işçi sınıfı sosyalizminin bağımsız politik ve ideolojik çizgisinin, örgütsel güvenceler yaratmaya aday bir birikimin koşullarını oluşturuyor.

İşçi sınıfı sosyalizminin 1980-2000 sürecinden devraldığı mirasın önünde bugün iki yol bulunuyor. Bu yollardan birincisi, politik ve ideolojik bağımsızlığın tahkim edilmesi ve derinleştirilmesi, örgütsel güvencelere kavuşturulması, safların birliğinin sağlanması yoludur. Mustafa Suphi ve 15’lerin, TKP örgütlerini birleştirdiği 10 Eylül 1920 Baku kongresinden birkaç ay sonra katledilmelerinin 90. yıldönümünde, işçi sınıfımızın merkezi otoritesini oluşturmuş öncü partisinin, geleneğimize bağlı ve adına layık bir komünist partisinin eksikliği meselesi devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin derin bir rejim krizi içinde bulunduğu bugünkü koşullarda, bu eksiklik, iç çatışma ve bölünmeler yaşayan siyasal sahnede işçi sınıfımızın elini kolunu bağlıyor. Siyasal kurmaylıktan yoksun işçi sınıfımız, burjuvazinin farklı politikalarının yedek gücü olarak kalıyor, harekete geçemiyor, önünü göremiyor. Sınıf mücadelesini felceden bu meselenin halli, bugün gündemin ilk maddesidir. TKP’nin adını veya iddialarını taşıyan, kimliğini sahiplenen ama bilimsel sosyalizmden değişik derecelerde uzaklaşan, işçi sınıfının öncü partisi kimliğini tek başına taşıyamayan çeşitli örgütler, aynı nedenlerle bu boşluğu doldurmaktan uzak bulunuyor. İşçi sınıfının siyasal kurmayı işlevini üstlenmiş, burjuvazinin ideolojik-siyasal-ekonomik egemenliğinden bağımsız örgütlenmiş, işçi sınıfının ileri ve öncü unsurlarını birleştirmiş, marksizm-leninizme sımsıkı bağlı, enternasyonalist, yurtsever, devrimci, türk ve kürt halklarının ilerici ve devrimci güçlerini kendi saflarında kaynaştırmış, genç işçilerin mücadele dinamizmini seferber edebilen, sürekliliğini burjuva icazetine bağlamayan bir komünist partisinin inşası, bu boşluğu doldurmanın yegane koşuludur. 10 Eylül 1920 kuruluş geleneğine bağlı bir partiyi inşa sürecinde birleşebilecek kadroların bir bölümü yasal sol partilerde, bir bölümü dar hizip zeminlerinde örgütlüdür. Kadro potansiyelimizin ve yakın toplumsal etki halkamızın ağırlığı, 1990’lardan başlayarak, küçük burjuva demokratlarının, liberallerin, anarşist ve troçkist grupların ideolojik açıdan bozucu etkilerine maruz kalmıştır. Kitle dinamizmi sergileyen ve devrimci irade sahibi unsurlar ise halkçı-devrimci demokrat akıma tutunmuştur. Geriye kalan unsurlar ise yerel grupların ve dergi çevrelerinin sınırlayıcı zemininde hapsolmuş, sendikalarda gündelik çalışmalara kısıtlanmıştır. Kürt halkı içindeki zeminlerimiz ise kürt ulusal demokratik hareketinin savrulmalarına hapsolmuş durumdadır. Geleneğimize ve marksizm-leninizme bağlı bir komünist partisini, inşa etmek, 1990’ların tasfiyeci ruhunu altetmekle, kolektif birleştirici bir çabayla mümkün olacaktır. TSİP bu sürecin sahibi ve örgütleyicisi olmayı kendine görev seçmiştir.

Önümüzdeki ikinci yol, bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde örneklenen yanlışların tekrarlanmasıdır. 1980’lerde SODEP, SHP kuyruğunda koşanlar, bugün Saadet Partisi’nin kılıç artıklarıyla sol siyaset gütme hayalleri kuranlar, AKP gölgesinde solculuk oynayanlar,  burjuvazinin şu veya bu siyasal akımına bel bağlayanlar, kuyruğuna takılanlar, geleneğimizde defalarca düşülmüş ve sakınılması gereken bir yanlışı tekrarlama peşinde koşuyor. Bu yol çıkmaz sokaktır.

16 Şubat 2011 Çarşamba

CHP’DE LİBERAL YIĞINAĞIN AKIL HOCALARI
Deniz Baykal’ı ve Önder Sav’ı yönetimden uzaklaştıran “faili meçhul” operasyonlar sonrasında, Kılıçdaroğlu çevresinde kümelenen ve örgütteki elebaşılığını Gürsel Tekin’in yaptığı söylenen bir siyaset cuntasının CHP’de liberal bir yığınak oluşturmaya giriştiği gözleniyor. Bu liberal yığınağın unsurlarından biri de, Hurşit Güneş tarafından CHP’ye üye olmaya davet edildiği açıklanan, Sabancı Üniversitesi’nin hangi özenle ve ölçütlerle seçildiği besbelli öğretim üyelerinden, son yıllarda Radikal-Sabah gibi liberal medya organlarının kalem oynatıcılarından ve CIA ajanlarıyla yakın dostluğu dillere düşmüş Hasan Bülent Kahraman’dır.

Bir gazete röportajında, hayran olduğu babasını ve Attila İlhan’ı anlatırken, “zor uzun ve karmaşık sorunları dinler ve bir tek cümle ile… evrenin, insanlığın ve tarihin bütün sırlarını … Bazı insanlar hayatı daha basitleştirmeye, sadeleştirmeye, bazıları ise daha karmaşıklaştırmaya dönük olarak yaşarlar” diye belirttikten sonra, kendisini ikincisini yapanlar grubuna ait olarak tarif ediyor. Siyaset felsefesinde anti-politik bir yaklaşımın, genel olarak felsefede dünyayı anlamanın olanaksızlığını dile getiren bir sofizmin ve eklektisizmin, iktisat ideolojisinde ise politikadan arındırılmış bir ekonomi anlayışını savunan neo-liberalizmin ipuçlarını bu röportajındaki ifadelerinden sezmemek mümkün değil. Bu yazıda, H. B. Kahraman’ın siyaset, sanat, felsefe üzerine malumatfuruşluklarını şimdilik kaydıyla bir kenara (belki Ekin Dergisi’nin gelecek sayılarına) bırakarak ekonomi yönetimine dair vaazlarını kısaca ele alacağız ve yeni CHP’nin akıl hocalarının işaret ettiği yöne ışık tutmaya çalışacağız.
 SOL-LİBERAL YAKLAŞIMIN REÇETESİ: EKONOMİNİN SİYASETTEN ARINDIRILMASI
“Sol” liberal akımın yazarlarından Hasan Bülent Kahraman, 2000-2001 krizin döneminde Radikal gazetesindeki köşe yazılarında krizin yapısal ekonomik nedenlerden çok ekonominin “kötü yönetilmesinden” (yani siyasetten!) kaynaklandığını vurguluyor ve krizin “ekonomiyle siyasetin birbirinden kopmasına, hiç değilse bu kadar iç içe olmaması gerektiğine dönük talepleri beslediğini” ileri sürüyordu. Bu tez, neo-liberalizmin ekonominin kendi başına bırakıldığında serbest piyasanın görünmez eli tarafından kendi kurallarına göre düzenleneceği ve “siyasetin ekonomiye müdahalesinin” ekonomik düzenin işleyişini bozacağı ve aksatacağı varsayımına dayanıyor. Böylece neo-liberalizmin soldaki ve sağdaki savunucuları, “ekonominin siyasettin arındırılması” politikasına krizi gerekçe göstermiş oluyor. (2001 krizinden biyolojik ömrü izin verdiği ölçüde kendisi için yeni bir politik varoluş gerekçesi yaratmaya çalışan Süleyman Demirel’in de ekonominin siyasetten arındırıldığı takdirde krizden pekala muaf tutulabileceğini iddia ettiği unutulmamalı)
Ekonominin siyasetten arındırılması politik önerisinin arkasında burjuvazinin farklı kesimlerinin eli kolu bağlanmadan serbestçe davranabilme isteğinin meşrulaştırılması çabası sırıtıyor. Burjuvazinin iktidar haklarını kimseyle paylaşmaksızın kullanabilme ve özel mülkiyete dayalı yönetme dürtüsünün, sermayenin tarihsel kökenleri kadar eskiye dayandığı biliniyor. Krallık, feodal derebeyleri, hükümetler, rekabet eden diğer burjuvalar ya da piyasayı ele geçirmiş tekeller, yasal ve bürokratik mevzuat, işçiler ve sendikal örgütleri, tarih boyunca, burjuvazinin özel mülkiyete dayalı yönetme ve iktidar haklarını sınırlayan etkenler olarak rol oynamıştır. Ancak burjuvazi türdeş bir toplumsal sınıf teşkil etmediğinden, ekonominin siyasetten arındırılması önerisi, her tarihsel çağda ve her toplumsal bağlamda, bu öneriyi dile getiren burjuva zümresi için farklı anlamların ve içeriklerin dile getirilmesini ifade eder. 1999-2001 krizi sırasında burjuvazinin çeşitli sözcülerinin ve temsilcilerinin paylaştığı “ekonominin siyasetten arındırılması” mesajını bu nedenle dikkatli okumak ve deşifre etmek gerekiyor. Bu mesaj, her dile getirenin ağzında farklı bir içeriğin taşıyıcısı olmakla kalmıyor, mesajı paylaşanların en güçlüsü (yani Türkiye ekonomisinde aslan payını kapmak için pusuya yatmış yabancı sermaye ile en fazla kolkola girmiş büyük yerli sermaye tekelleri) mesajın “uygulanacak” içeriğini belirleyecek bir konumu işgal ediyor.
Hasan Bülent Kahraman türü liberaller, 1999-2001 dönemecinde vülger marksist bir söylem geliştirdi: Krizin tarihsel anlamını, burjuvazinin “ekonomi siyasetten arındırılsın” ortak söylemine gizlenmiş ortak ve tek bir burjuva sınıf çıkarında arayan bu söyleme göre, kapitalizmin şafağında yükselen yeni bir sınıf olarak burjuvazinin feodal aristokrasiye ve krallara karşı yürüttüğü iktidar mücadelesinin gecikmiş bir benzerini, Türk burjuvazisi TC devletine karşı yürütüyordu. Kahraman, Radikal’deki köşe yazılarında, Türk burjuvazisinin 1908, 1923, 1950 ve 1980 siyasal dönemeçleriyle ifade edilen gelişim ve dönüşüm aşamalarında ekonomik gücünü siyasallaştırmak istediğini ileri sürüyordu. Bu yazılarda, 1980’lere dek bürokratik-askeri türk devletiyle uzlaştığı söylenen burjuvazinin Özal ile birlikte devlete karşı özerkleştiği ve ekonominin siyasetten arındırılmasını gittikçe daha güçlü savunur olduğu belirtiliyordu. Kahraman’a göre, devlet bürokrasisinin denetimine ve siyasal müdahaleye karşı burjuvazi kendi içinde ayrışıyordu, büyük burjuvazi “popülist ve kollayıcı” denilen devlet politikalarının kabuğunu yarıyor ve bu gelişme bir bakıma burjuvazinin Batı’daki feodal devlete karşı tarihsel ve toplumsal serüveninin gecikmiş olarak tekrarına örnek oluşturuyordu.
Hasan Bülent Kahraman’ın 2001 krizinin tarihsel anlamına ilişkin görüşleri, marksizmin materyalist tarihsel analizinin vülgerleştirilmesinin tipik bir örneğiydi. Kahraman genç kapitalist toplumların yükselen burjuvazisini geç-kapitalist dünya sisteminin periferik bir halkası olan Türk burjuvazisine rol modeli seçerek daha baştan, incelediği toplumsal-sınıfsal yapıyı, toplumsal ve siyasal aktörleri, tarihsel bağlamı geçersizleştiriyor, böylece varsayımları anakronik ve yüzeysel kalıyordu. Bir yandan burjuvazinin ekonomik gücünü siyasallaştırma çabalarından sözederken, öte yandan da ekonominin siyasetten arındırılmasını savunmasındaki çelişki de dikkatten kaçmıyordu. Ekonominin siyasetten arındırılması söylemini paylaşan Türk burjuvazisinin bütün zümre ve tabakalarını, geç-kapitalizmin 21.yüzyıl başındaki yapılanması ve gelişimi bağlamında büyük sermaye, emperyalizm, yabancı sermaye ve devlet ile ilişkileri içinde incelemek, bambaşka sonuçlar üretmeye aday bir iştir. Ama bu iş, burjuvazinin iktidar çekişmelerine ideolojik politik malzeme sağlamayı meslek kapısı bilen Kahraman gibi liberallerin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Zaten Hasan Bülent Kahraman’ın geçim kapısı, yazılarıyla ahkamlarıyla başarmaya aday olduğu görevin, neo-liberalizmin sol ayağını oluşturarak, burjuvazi içinden despotik devlet yapısına karşı özgürleştirici, demokratik ve sola açık bir dinamik çıkabileceği hayalini yaymak olduğu dikkat çekiyor.  Kahraman ve benzerleri, emekçi muhalefetinin bağımsız gelişme potansiyelini burjuva liberalizminin peşine takmak ve yoldan çıkarmak için marksizmin vülger bir yorumunu üretmeye bel bağlıyor.
Kılıçdaroğlu yönetimindeki Yeni CHP bu seçkinci, tercümeci hatta plajiarist akıl hocalarından medet umuyor!

8 Şubat 2011 Salı

SÖYLEYENE VE SÖYLENENE DEĞİL SÖYLETENE BAKMAK
Toplumsal eylem ve toplumsal özne hakkında Marx’tan bu yana üzerinde sıkça durduğumuz başlıklardan biri, söylem ile nesnellik arasındaki bağlantıya dair yasallıklara ilişkindir. Gerçekten de insanlar birbiriyle sözlü, yazılı, beden dilli iletişimin binbir yöntemiyle bağ kurarken, mesaj alışverişlerinin belirleyici bir nesnelliğin arka planı temelinde işlediği, bu nesnelliğin bizzat mesaj alışverişlerini de kapsayan maddi bir nitelik kazandığı bilinmektedir. Toplumsal ilişkilerin “maddesi” ile “ruhu” arasındaki bağlantının bir çok boyutu ve özellikleri arasında bir tanesi, güncel siyasal gelişmeler arasında dikkat çekici biçimde öne çıktığı için üzerinde ayrıca durulmayı hak ediyor. Bu boyut, toplumsal öznelerin söyleminin içeriği ile bu söylemin maddi koşulları ve belirleyicileri arasındaki bağlantıya ilişkindir. Buna kısaca söyleyen ve söylenen ile söyleten arasındaki bağlantı diyebiliriz. 
Toplumsal ve siyasal ağırlığı büyük eylemlerde, bu eylemlerin kapsamına, talep ve hedeflerine mesafeli hatta düşman öznelerin, eylem sahnesi önünde destek ve ziyaret kuyruğuna girdikleri iyi biliniyor. Kayda değer ölçekteki çoğu işçi sınıfı eyleminin yarattığı bir tür kütle çekimi etkisinden rahatlıkla söz edilebilir. Paşabahçe Cam Fabrikalarında 1990’larda gerçekleşen ve yankısı eylemin hedef ve kapsamını kat kat aşan iş durdurma ve işyeri işgali eylemlerinde, ilçedeki bütün burjuva partilerinin (MHP dahil) birbirlerini çiğneyerek “eylemdeki işçilerle yan yana görünme” yarışına kalkışmaları, bahsi geçen kütle çekimi etkisinin tipik bir örneği olarak hatırdadır. Benzer çok sayıda büyük ölçekli işçi eylemlerinde, son örnek olarak 2010 başlarında gerçekleşen Tekel eylemlerinde, aynı etki gözlenmişti. İşçi hareketine yabancılaşmış, işçi sınıfının güncel çıkarları için yürütülen mücadelenin sırtına kene gibi yapışmış ve işçi hareketinin içinde burjuva politikalarının şu veya bu çeşidini temsil etmeyi iş edinmiş sarı sendikacıların alayının da bu kütle çekimi etkisinden muaf olmadıkları iyi bilinmektedir.
Kütle çekimi etkisinin açığa çıktığı  bütün bu eylemlerde, burjuva politikacılarının ve sarı sendikacıların ağzından bal damlar! İşçi hakları, alınterinin yüceliği lafları havalarda uçuşur. İşçi hareketinin enerjisi ne denli yoğunsa, burjuvazinin sözcülerini, taraftarlarını ve sendika ağalarını önlerine katıp sürükleyen bir rüzgar estirmeleri olasılığı da o denli yüksektir.
2011 yılbaşında, CHP Başkanı Kılıçdaroğlu maden işçilerini anımsadı, yılbaşı gecesi maden işçileriyle yemek yedi, madenci kaskıyla gazetecilere poz verdi. AKP hükümetinin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı da CHP liderinden geri kalmadı, yılbaşını işçiler beraber geçirmek üzere Karadon maden ocağına indi. İzmir Belediye Başkanı da taşeron şirketten belediye kadrosuna alınan bir işçinin ailesiyle birlikte yılbaşı yemeği yedi. Yılbaşı dönemecinde burjuva politikacılarını saran bu işçi muhipliği dalgasının sırrı nedir? Yılın 364 günü işçi düşmanlığı mesaisi yapan, işçi haklarını gasbetmek, işçileri taşeron şirketlere bölmek için binbir takla atan bu hokkabazları yılbaşı gecesi maden kuyusuna indirten, işçi kasketi taktırtan hangi popülist dürtüdür?

1789 Fransız Devrimi’nin en heyheyli günlerine doğru, ayaklanan halkın saray kapılarına dayandığı, bazı isyancıların kralın bulunduğu odaya girdiği bir anda, zoru gören Kral 16. Lui’nin ani bir kararla isyancıların simgesi kızıl serpuşu başına geçiriverdiği, bu jestten etkilenen devrimcilerin Kral’ı alkışlayarak saraydan geri çekildiği, devrimci yükselişin o aşamada ve bu nedenle durakladığı, devrimler tarihinin unutulmuş örnek olaylarından biridir.
Bütün bu örnek olaylarda, bilinçli işçilerin ve devrimcilerin akılda tutması gereken husus, söylenen sözlerin ve söyleyenlerin kıymetinin söyletenden türediği gerçeğidir. Kılıçdaroğlu’nun veya AKP’li burjuva politikacılarının ağzından bal damlayabilir! Sendikacılar mangalda kül bırakmayabilir! Yılın bir günü işçi kasketiyle, madenci kaskıyla kameralara poz verebilirler! Hareketlenen işçilerin rüzgarıyla kitlelerin yanıbaşında veya önü sıra sürüklenebilirler! Bütün bu örneklerde kıymetli olan ve harekete geçirten güç işçi sınıfıdır! İşçilerin talep ve çıkarlarını Kılıçdaroğlu veya sendikacıların diline dolayan, işçi sınıfının hareketlenmesidir. Kralların başına kızıl serpuş, burjuva politikacılarının başına madenci kaskı geçirten güç, işçi sınıfının gücüdür!
Burjuva politikacılarının, devlet yöneticilerinin ve sendikacıların aynasında kendi yansımasını gören işçi sınıfı, sudaki aksine aşık mitolojideki Narcissus gibi davranmaktadır. Politikacılarda, devlet yöneticilerinde, sendikacılarda yansımasını gözlediği gücün kendi gücü, güzelliğin kendi güzelliği olduğunu fark ettiği gün, işçi sınıfı yaşadığı dünyayı değiştirmek için devasa bir adım atmış olacaktır.