28 Ocak 2011 Cuma

DİRENME VE AYAKLANMA HAKKININ MEŞRULAŞMASI
Burjuva egemenliğinin demokratik yasal biçimleri, statükoyu değiştirme hakkını resmen tanır, ama bu hakkın fiili kullanımını çoğunlukla kağıt üzerinde bırakacak biçimde hak arayışlarını resmi ve yasal bir labirentin koridorlarında kaybetmeyi ve boğmayı da güvence altına alır. Bu nedenle, nisbeten istikrarlı burjuva demokratik parlamenter siyasal rejimlerde, hükümet politikalarına karşı her türlü muhalefet yasal olarak varolma ve hareket etme hakkını barışçıl yöntemlerle kullanabilir ama bu hakkın kullanımı, direnme ve ayaklanma hakkından feragat pahasına gerçekleşir.
Burjuva egemenliğinin az çok istikrarlı biçimlerde sürdürülmesinin zorlaştığı geç-kapitalizm evresinde ise, özellikle Türkiye gibi kapitalist sistemin hem periferisine hem merkez bölgelerine yakın orta kuşağında yeralan, kapitalist ilişkilerin orta düzeyde olgunlaştığı ve sınıfsal antagonizmaların sık sık patlayıcı bir karakter kazanabildiği ülkelerde, burjuva-demokratik anayasalara özgü direnme ve ayaklanma hakkının meşruluğunun tanınması bir yana, yasal ve barışçıl biçimlerde muhalefet etme hakkının bile giderek daha fazla çiğnenmesi ve zorlaştırılması gündeme gelmektedir. Temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasının, parlamentoların ve seçimlerin siyasal ağırlık noktası olmaktan çıkarılmasının, askeri-polisiye-bürokratik iktidar ve karar odaklarının devlet içindeki ağırlığının büyümesinin, medya ve iletişim ağları üzerinde, toplumsal hayatın akıp gittiği mekanlarda (fabrikalarda, sokaklarda, meydanlarda), hatta beden ve bilgi kaynakları üzerinde sermayenin ve özel mülkiyetin denetiminin büyümesinin, demokrasi-karşıtı bir gericileşme eğiliminin güç kazanmasının belirtileri olduğu çoktandır biliniyor. Kapitalist sistemin orta ve uzak çevresinde yer alan ülkelerde ulus-devletlerin bağımsız karar merkezlerinin güç yitirmesi, özelleştirme, yerelleştirme ve fiili bölünme politikaları üzerinden bu coğrafyalarda yaşayan halkların gelecekleri ve hayatları üzerinde karar verme hakkının Brüksel’deki AB Komisyonuna, NATO’ya, Dünya Bankası’na, IMF’ye vs. emperyalist merkezlere  devredilmesi, demokrasi düşmanlığı eğilimlerini tamamlıyor.  
Orta erimde (önümüzdeki yaklaşık 20 yıllık dönemde) geç-kapitalizmin merkezlerine yakın ikinci kuşak kapitalist halkada, demokrasi karşıtı ve gericileşme doğrultusundaki egemen sınıf yönelimlerine meydan okuyan, direnme ve ayaklanma hakkının meşrulaşmasına yaslanan yeni bir devrimci dalganın yükselişini vadeden koşulların birikimi hızlanacaktır. Daha şimdiden, Orta-Doğu’dan Kuzey Afrika’ya, Anadolu’dan Balkanlara ve Kafkasya’ya, Güney Asya’dan Güney ve Orta Amerika’ya geniş bir kuşakta adaletsizliklerin, eşitsizliklerin, sömürünün, baskı ve esareti dayatan zalim siyasal rejimlerin yarattığı basınç, sert işçi sınıfı eylemlerinin genelleşmesine, kendiliğinden halk ayaklanmalarına peşpeşe yol açmaktadır. Emperyalist egemenlik ve rekabet koşullarından kaynaklanan yıkıcı savaşların bu koşulların yarattığı birikimin üzerine eklenmesi kaçınılmaz gözükmektedir. Biçimsel hukuku ve resmi yasallığı aşan toplumsal meşruluk, orta erimde yeni bir hukukun güç kazanacağı ana dek, işçi sınıfı ve emekçi halk eylemlerinin sırtını dayadığı duvar olacaktır. Geç-kapitalizmin alacakaranlık kuşağındaki halklar, onyıllardır gerileye gerileye sırtlarının bu toplumsal meşruluktan ibaret duvara dayandığını fark etme zorunluluğuyla yüzyüze gelmiştir. Artık ya bu duvarın önünde başkaldırmaya ve karşı saldırıya girişecekler, ya da duvarın cephesinde kanlarının akıtılmasına boyun eğeceklerdir. Bayraklarında bir kez daha “hic Rhodus hic salta!” yazarak karşı saldırıya geçmekten başka seçenek kalmamıştır. İkinci kuşak kapitalist halkada patlak verecek devrimci ayaklanmaların ilk elde zincirleme etkiler yaratacağı bölgeler arasında, Rusya, Güney Avrupa, Çin gibi kapitalist sistemin merkez bölgelerinin yer aldığı da kaydedilmelidir.
Türkiye direnme ve ayaklanma hakkının fiilen hayata geçeceği coğrafyanın göbeğinde bulunuyor. Türkiye’de Hizbullahçıların, mafya mensuplarının, katillerin hukuk oyunlarıyla mahpushanelerden salıverilmesi, buna karşılık cumhuriyetçilerin, yurtseverlerin, muhalif gazeteci ve aydınların hukuk çiğnenerek toplama kamplarına hapsedilmesi, işçilerin, öğrencilerin, köylülerin en ufak kitlesel kıpırdanmalarının vahşice bastırılması, başbakanın ve hükümet üyelerinin ağzından sanat düşmanlığının, doğa düşmanlığının, işçi düşmanlığının biteviye vaaz edilmesi,  ıslıklama, yuhalama, yumurta atma, şarkılı türkülü eleştiriler, karikatürler ve tiyatro oyunları gibi en basit protesto ve muhalefet biçimlerinin dahi suç ilan edilmesi, burjuva siyasal rejimin halka karşı bir iç savaş ilanına hazırlandığını gösteriyor. Türkiye mahpushaneleri binlerce onbinlerce siyasal tutuklu ve mahkum ile dolup taşıyor. Rejimin zalim, haksız ve adaletsiz uygulamalarla resmi ve yasal hukuku açıkça çiğnemesi, ihkak-ı hak ilkesini, direnme ve ayaklanma hakkını meşrulaştırıyor. Son günlerde AKP yörüngesine giren mahkemelerin, 12 Eylül 2010 referandumunda “evet” diyenlerin gaflet ve dalalet içinde olduğunu söyleyen ADD başkanı Çölaşan’ı mahkum etmesi, buna karşılık “hayır” diyenleri darbeci olarak nitelendiren Tayyip Erdoğan hakkında dava açmayı reddetmesi, hukuk sisteminin hukuka karşı konumlandığını kanıtlıyor. Rejim, korumaya yanaşmadığı Kemal Türkler’in, Uğur Mumcu’nun ve Hrant Dink’in katillerini ve azmettiricilerini, yargılamaya ve soruşturmaya yanaşmadığı yolsuzluk ve rüşvet sanıklarını himaye ediyor ve kolluyor. CHP burjuva muhalefetinin bazı sözcülerinin son günlerde yargı bürokrasisini kendi emrine almaya çalışan AKP’yi “direnme hakkını” hatırlatarak uyarması ve hükümetin ülkeyi kaos ortamına sürüklediği endişelerini dile getirmesi dikkat çekicidir. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle budanan ve ilga edilen 1961 Anayasası’nın direnme hakkını tanıyan hükümleri, bu koşullarda ayrı bir önem ve değer kazanıyor.
İşçi sınıfı hareketi ve komünistler, ihkak-ı hak ilkesine, direnme ve ayaklanma hakkına dayanan yeni bir mücadele iklimine hazırlıklı olmalı, örgütlenmelerini, eylemlerini ve siyasal taktiklerini bu iklime uydurma yükümlülüğünün bilincine varmalıdır.

6 Ocak 2011 Perşembe

EKSEN KAYMASI

Son zamanlarda, siyasal gelişmelerin açıklanması için kullanılan bazı yeni kavramlar, TV gibi kitle iletişim araçları üzerinden hızla moda haline getiriliyor. Maymuncuk gibi bütün kilitleri açtığı varsayılan bu tür kavramlar, bilimsel açıdan hiçbir derinliğe ve açıklayıcılığa sahip olmasa da, skolastik bir siyaset teorisinin araçları olarak burjuva yorumcular ve yazıcılar arasında revaç buluyor.

Eksen kayması bu tür kavramların yeni bir örneği olarak son zamanlarda hızla yaygınlaştı. Dünya atmosferindeki ısınmayı ve buzul erimelerini açıklamaya yönelik ekolojik modellerden biri olan dünya ekseninde kayma varsayımlarından mı, yoksa Kilise-Cami gibi örgütlü dinsel merkezlerden yayılan dogmatik ideolojik öğretilerin vaaz ettiği “Allah’ın ipine tutunma” uyarılarından mı kaynaklandığı belirsiz esin kaynakları bir yana koyulursa, bu kavramsallaştırma çabası, emperyalist merkezlerin yüksek iktidar odaklarından aşağıya dünyanın ovalarına doğru yaygınlaştırılıyor. Kitle iletişim araçları, TV’ler, radyolar, büyük sermaye gazeteleri ve dergileri, internet üzerinden yayılan bu dil, kısa bir süre içinde, dünyanın her köşesinde, bütün siyasal gelişmeleri açıklamak için kullanılan evrensel anahtarlardan biri haline getiriliyor. Kavramın kendisi, metafizik bir ekseni varsayıyor, bu eksenden sapanlara da sık sık hiza ayarı yapmak için değerlendiriliyor. Kilise’nin, Hilafet’in yüzyıllarca hükmü sürmüş dogmatik ideolojik kurgusunun, tartışılmayan, sorgulanmayan ve yukardan buyurulan bir eksen ile bu eksenden sapmalar arasındaki bir mücadele üzerinde inşa edildiği biliniyor. Çağımızda burjuva ideolojisinin devraldığı bütün açıklama ve yorumlama çabaları, aynı kurgu temelinden yükseliyor. Egemen söyleme ve siyasete bütün karşı çıkış ve başkaldırma eğilimleri bu kurgu temelinde ele alınıyor, sapmalar ve sapık akımlar bu dilin otoritesi kullanılarak mahkum edilmek isteniyor, eksenden sapmanın tehlikeleri anımsatılmak isteniyor, hiza ayarı ve merkezkaç eğilimlerin önlenmesi bu kavramsallaştırma üzerinden gözetilmek isteniyor.

Eksen kayması kavramının kullanıldığı son güncel örneklere bu açıdan bakmayı deneyelim. İlk örnek ABD çıkarlarının temsil ettiği eksenden saptığı varsayılan Türk Hükümeti’dir. İkinci örnek, Kılıçdaroğlu yönetimindeki yeni CHP’nin eksen kayması tehlikesiyle yüzyüze olduğunu hatırlatan Baykal ve Önder Sav tarafından yapılan uyarılardır. Üçüncü örnek, Cumhuriyet Gazetesi’nin bir eksen kayması tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu hatırlatan yorumcuların uyarılarıdır.

Bu örneklerin tamamında, eksen kayması tehlikesinin muhatapları, yeni bir doğrultuya yönelmeye karşı uyarılmak isteniyor. İlk örnekte, eksen ABD emperyalizminin çıkarları tarafından temsil edildiğine göre, Türk Hükümetinin bu çıkarlara ters düştüğü ve bu çıkarlara karşı başka bir eksenin arayışı içinde olduğu kabul ediliyor. İkinci ve üçüncü örneklerde ise, ulusal çıkarları temsil ettiği varsayılan CHP’nin ve Cumhuriyet Gazetesi’nin, bu çıkarları temsil eden ulusal eksenden sapmaya meylettiği ve ulusal eksene çekilmek istendiği anlaşılıyor. Türk Hükümeti, CHP ve Cumhuriyet gazetesi üzerinden yürüdüğü varsayılan mücadelenin, eksen kayması kavramsallaştırmasıyla muğlaklaştırılan emperyalist çıkarlar ve ulusal çıkarlar arasındaki bir çatışmayı ifade ettiği belirtilmek isteniyor. Biraz daha açık seçik bir dille konuşanlar, Türk Hükümeti, CHP ve Cumhuriyet Gazetesi üzerinden yürütülen bu mücadelenin taraflarını emperyalizm ve ulusal güçler olarak ifade ediyor. Emperyalist taraf açık ve net olmakla birlikte, emperyalizme karşı olduğu ifade edilenler, kimilerine göre ulusal güçler, kimilerine göre Kemalistler olarak tanımlanan unsurlar, hangi çıkarların, hangi toplumsal sınıfların temsilcisidir? Bazılarına göre, emperyalizm ile çatışan çıkarların toplumsal temeli ulusal burjuvazi olabilir mi? CHP ve Cumhuriyet Gazetesi’nde son aylarda gözlenen değişiklikler, AKP hükümetinin son zamanlarda gözlenen yeni yönelimleri, emperyalizm ile çıkarları çatışan ulusal burjuvaziyi temsil etme arayışıyla ilişkili olabilir mi?

Eksen kayması teorisini ve dilini enine boyuna düşünmeden savruk biçimde kullanan ve her duruma uyduran, her yeni gelişmeyi bu maymuncuk kavramla açıklamaya çalışanlara bakılırsa, bu sanki böyledir. Kimilerine göre (örneğin bazı Yeni Şafak ve Cumhuriyet yazarlarına göre), AKP hükümeti Çin-İran-Rusya ekseniyle yakınlaşmaya çabalamakla ulusal burjuvazinin çıkarlarını savunmakta, emperyalizme karşı tavır almaktadır. Bu yorumculara göre, Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu çizgisini izleyen AKP hükümeti İsrail’e ve AB politikalarına karşı mesafeli davranarak Batı emperyalizmine karşı farklı bir kutup arayışına girmektedir. ABD ve Batı merkezli “eksen kayması” eleştirilerinin de bu yorumları desteklediği iddia edilmektedir. Öte yandan Yeni CHP’de ve Cumhuriyet Gazetesi’nde İlhan Selçuk sonrasında beliren yeni eğilimlerin de ters yönde bir “eksen kayması” gidişatına işaret ettiğini varsayanlar (Yalçın Küçük, İP, Baykal, Önder Sav vs.) aynı yorumları tersinden doğrulamakta, Kılıçdaroğlu ekibinin ve Cumhuriyet Gazetesi’nin yeni doğrultusunun ulusal burjuvazinin çıkarlarını temsil etmekten uzaklaştığını, emperyalizme yanaştığını iddia etmektedir. Kılıçdaroğlu ve Cumhuriyet Gazetesi eleştiricileri, emperyalist merkezlerden devraldıkları ideolojik kavramları düşüncesizce kullanarak AKP yanlısı yorumcularla benzer bir yaklaşımda birleşmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, “eksen kayması” söylemi, emperyalizm ile çatıştığı varsayılan Türkiye’deki birbiriyle mücadele halindeki özneleri, AKP’yi ve AKP’nin burjuva karşıtlarını aynı ideolojik zeminde birleştirmektedir.

Son siyasal gelişmeleri doğru yorumlayabilmek için, ABD emperyalizminden yayılan ideolojik kurguları ve dili reddetmek, bilimsel sosyalizmin unutturulmak istenen kendi dilini, kavramlarını, diyalektiği ve materyalizmi esas almak gerekiyor. Siyasal gelişmeleri sise boğan, süregiden çatışmaları muğlaklaştıran ve sınıfsal temellerini görmezden gelen burjuva ideolojik yaklaşımların kirinden elimizi yıkayarak işe başlamak gerekiyor.

2009 yıl sonunda ve 2010 yaz ortasında yayınladığımız iki yazımız (“AKP Hükümetinin Doğu Politikası” ve “Mevcut Siyasal Durum ve Gelişmeler Üzerine Tezlerimiz”) içinde ifade edilen görüşlerimizin, aradan bir yıl geçmeden büyük ölçüde doğrulanmış olması nedeniyle, 2010 sonundaki siyasal gelişmeleri bu yazılarımız ışığında yeniden ele alma gereğini duyduk. Bu yazılarımızdaki temel saptamalarımızı bir kez daha vurgulamayalım, altını kalınca çizerek yinelemekle yetinelim.
AKP hükümetinin “Doğu” politikası açılımı, pek çok bakımdan Alman sosyal-demokratlarının “Ostpolitik” siyasetiyle benzerlikler taşımaktadır. AKP’nin “Doğu” politikası, Batı emperyalizminin Müslüman halklar coğrafyasına yönelik politikasının işgal ve şiddet araçlarıyla yürütülmesini tamamlayan ve destekleyen, bu siyaseti başka araçlarla bütünleştiren bir yöneliştir. Türkiye, Müslüman halklar coğrafyasında Batı emperyalizminin Truva atı rolünü sürdürmekte, bu rolü daha sinsi bir açılımla tamamlamaktadır. AKP’nin “Doğu” siyasetini Kemalizmin ilk evresindeki “Doğu” politikasına benzeten Kemalistler ve bu siyaseti emperyalizmden uzaklaşma ve mazlum Müslüman halklarla yakınlaşma olarak tasavvur eden küçük-burjuva demokratlar aynı yanılgı düzleminde birleşiyor. AKP hükümetinin “Doğu” açılımı, mazlum Müslüman halklarla değil Müslüman coğrafyasındaki gerici güçlerle, ABD işbirlikçileriyle yakınlaşmayı temsil ediyor. “Doğu” coğrafyasında şu an en büyük askeri ve politik güç, Irak’ı işgal etmiş, oraya üsleriyle ve kukla Kürdistan devletiyle kalıcı olarak yerleşmiş, Hazar, Karadeniz ve Doğu Akdeniz çevresi ülkeleri elde etmeye yönelmiş, Afganistan’da ve Pakistan’da kanlı bir savaş yürüten ABD ve Batı emperyalizmidir. “Doğu” bugün artık ABD’dir. AKP’nin “Doğu açılımı” ABD emperyalizmine açılımdır.
AKP içinde Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu çizgisi, ABD planlarının zaferinin kendilerinin siyasal ve ideolojik bakımdan sonu olacağını görmüştür. Tayyip Erdoğan bir yandan ABD’nin kucağında şekillenmiş bir siyasal hareketin önderi olarak ABD planları için “sonuna kadar” kullanılmaya elverişlidir, bir yandan da günü geldiğinde “kullanılıp atılmasını engellemek için” edindiği siyasal güce yaslanarak Bonapartist bir diktatörlüğün tesisini sağlamaya mahkumdur. Mayıs 2010’daki bazı siyasal gelişmelerin, AKP içindeki Tayyip Erdoğan- Ahmet Davutoğlu çizgisinin eseri olduğunu belirtmiştik. Deniz Baykal’ın tasfiyesi, Tayyip Erdoğan’ın siyasal konumunu ve gücünü pekiştirmeyi amaçlayan bir kişilik suikasti örneği olarak CHP’ye yönelik emperyalist  operasyonun da işaret fişeği olarak 2010’a damgasını vurmuştu. İran-Brezilya-Türkiye işbirliğiyle gerçekleşen nükleer takas anlaşmasının, Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu çizgisinin operasyonu olarak, ABD planlarına karşı Tayyip Erdoğan adına manevra alanı edinmeyi, İran’a karşı bir ABD saldırısının hayata geçirilmesi için Türkiye’nin Doğu bölgesinin harekat üssüne çevrilmesini zorlaştırmayı, böylelikle Tayyip Erdoğan’ın siyasal konumunu ve gücünü pekiştirmeyi ve “kullanılıp atılmasını” engellemeyi, pazarlık gücünü artırmayı amaçladığını savunmuştuk. Rusya ile yapılan nükleer işbirliği anlaşmasının da Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu çizgisinin operasyonu olarak aynı amaçları gözettiğini belirtmiştik. Hamas ile işbirliğinin ve Gazze’ye yardım için Mavi Marmara gemisinin gönderilmesiyle İsrail ile çatışmanın göze alınmasının, Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu çizgisinin operasyonu olarak, bir yandan aynı amaçları gözettiği, bir yandan da Siyonist katliam provoke edilerek ülke kamuoyunda oluşan İsrail ve ABD karşıtı haklı tepkiden meşruiyet devşirmeyi, aynı zamanda İslamcı-gerici dinamikleri Tayyip Erdoğan kutbu arkasında birleştirmeyi amaçladığının da anlaşıldığını vurgulamıştık. İsrail karşıtı atmosferin güçlendiği bugünkü koşullar, ABD’nin İran’a yönelik planları çerçevesinde Tayyip Erdoğan’a ABD nezdinde vazgeçilmezlik kazandıracak biçimde şekillendirildi. Eşzamanlı bu operasyonlarla Tayyip Erdoğan’ın tasfiye edilmesini veya siyaseten bitirilmesini engellemeyi gözettiği belli oldu. Ordu Genelkurmayı, şimdilik sessiz onay vererek bu süreci izlemekte, kendi saatinin gelmesini dışlamayan hesaplarını muhafaza etmektedir. NATO Lizbon Zirvesi’nde Abdullah Gül tarafından atılan imza, Yeni CHP yönetiminde Kılıçdaroğlu’nun yönetim çevresinin İsrail ve ABD muhipleri tarafın doldurulması, Ordu’nun ve MHP’nin emperyalizm ile hiza kollamayı sürdürmesi bu tabloyu tamamlamaktadır.
Sürecin yoğunlaşan ve hızlanan gelişimi, AKP’nin bölünmesi dinamiklerini besliyor. AKP içindeki liberal ABD yanlısı unsurlar, Abdullah Gül, Fetullahçılar, Yeniden Milli Mücadele kökenli faşist-gerici kesimler Tayyip Erdoğan kanadıyla hem işbirliği hem rekabet halindedir. Tayyip Erdoğan kanadı, Saadet Partisi’nde kümelenen Milli Görüş’çü aslına rücu etmeye hevesli grupla flört ederek ve rejim içindeki iktidarını tek elde toplamayı gözeterek gücünü korumayı amaçlıyor.
Yakın coğrafyadaki gelişmeler, Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu çizgisinin arabuluculuk siyasetinin arabozuculukla iç içe geliştiğini, Türkiye’nin içte ve dışta tehlikeli çatışmalara ve savaşlara sürüklendiğini gösteriyor. Türkiye’nin bütün burjuva siyasal aktörleri, emperyalizmin kucağında oturmalarına ve bağımsızlıklarını yitirmiş olmalarına bağlı olarak, ülkeyi ve ülkede yaşayan halkları kendileriyle beraber büyük bir felaketin girdabına sürüklemeye mahkumdur.
CHP’de ABD cephesini temsil eden Baykal’ın tasfiyesinin, muhtemelen Tayyip Erdoğan’ın hamlesi olmakla birlikte ve Fetullah hareketine karşı Tayyip Erdoğan’ın konumunu korumayı gözettiği anlaşılmakla birlikte, 12 Eylül’ün restorasyonu siyasetinde ABD nezdinde rol arayışı içindeki CHP’ye karşı bir balans ayarı anlamına da geldiği belli oldu. Önder Sav’ın karşı hamlesiyle Baykal ekibinin tasfiyesinin ve Kılıçdaroğlu’nun başkan seçilmesinin, Tayyip Erdoğan’ın amaçlarını boşa çıkartmayı ve CHP’nin ABD nezdinde yeniden rol ve etkinlik kapmasını gözettiğini savunmuştuk. Nitekim Kılıçdaroğlu yönetimiyle CHP, ABD nezdinde yeniden pazarlık gücü kazandı. Önder Sav’ın da tasfiye edilmesiyle birlikte, Kılıçdaroğlu operasyonunu yönetenlerin Fetullah hareketine karşı tutumu başlangıçtaki belirsizliğinden sıyrıldı ve tahmin ettiğimiz gibi Ordu-Polis-bürokrasi tepelerinde örgütlenmiş, ABD’nin açık desteği ve himayesi altındaki Fetullah hareketi CHP siyaseti içinde de  temsil ve etki gücü kazandı.
Cumhuriyet gazetesinin, 2010 yılı boyunca düzen partisi saflarındaki bozgun ve çözülme ikliminden etkilenmekte olduğu gözleniyordu. Rejimin çözülmesinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan Cumhuriyet gazetesi’ndeki gelişmelerin, liberal ve gerici eksende bir yeniden yapılanmanın “gençleşme” görünümü altında yürütülmekte olduğunun işaretlerini verdiği anlaşıldı.
Anılan burjuva öznelerin hiç biri, emperyalizme karşı değildir, zaten nesnel çıkarları emperyalizm ile çelişen ve bağımsız bir siyasal program çerçevesinde kendine özgü toplumsal talepleri savunan bir ulusal burjuvazi Türkiye’de yarım yüzyılı aşkın bir süreden beri kalmamıştır. Ulusal pazar üzerinde tekellerle ve emperyalist sermaye ile bir rekabete girişme şansı olmayan ve hızla işçi sınıfı saflarına yakınlaşmak dışında bağımsız bir siyasal toplumsal seçeneği bulunmayan küçük-burjuva emekçi kitleler (kentli küçük-burjuvazi ve köylü küçük toprak sahipleri) bir yana bırakılırsa, Türkiye’de anti-emperyalist bir ulusal-burjuva akımı yoktur. Kürt ulusal-demokratik hareketi de hapisteki lideri aracılığıyla emperyalizmin yörüngesine giderek daha belirgin biçimde hapsedilmektedir. Bu koşullarda, ne Kılıçdaroğlu, ne Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu çizgisi, ne de Ordu-Genelkurmay (ne de Kürt halkı açısından Abdullah Öcalan) böyle bir akımı temsil edebilir.

Anayasa referandumu, siyasal düğümü İskender’in kılıç darbesiyle kesen bir etki yarattı. AKP içinde ayrışma eğilimi gösteren Tayyip Erdoğan ve Fetullah kutupları, anayasa referandumunu yetersiz bir siyasal çoğunlukla kazandıktan sonra, bugün ABD emperyalizminin bölgeye ve ülkeye dair planlarının hayata geçirilmesinde Düzen Partisi saflarına karşı nihai bir zafer peşindedir. 2011 Haziran seçimlerinde, AKP kendisini ABD’ye ülkedeki biricik ve uzun dönemli siyasal ortak olarak kabul ettirmeyi deneyecektir. Eğer seçim sürecinde AKP yenilgiye uğratılabilirse, AKP içindeki ayrışmanın kesinleşmesi ve sırasını bekleyen Genelkurmay-Düzen Partisi güçlerinin ABD’ye kendilerini kabul ettirmeyi amaçlayan arayışlarının gündeme gelmesi beklenmelidir. Ilımlı İslamcılık-ılımlı laiklik sentezini savunan, “ılımlı” (amerikancı) Türk milliyetçiliği ile “ılımlı” (amerikancı) Kürt milliyetçiliğini birleştiren, İran’a düşman, NATO’ya, AB’ye ve diğer emperyalist odaklara yakın duran amerikancı bir darbe olasılığını da dışlamayan bu arayışlar, burjuvazi cephesinde derin bir siyasal yönetim krizinin doğuşuna eşlik edecektir. Provokatör medya organlarında listeler halinde yayınlanarak hedef gösterilen Kemalist aydın yazar ve gazeteci isimleri, kişilik suikastlerinin fiziki suikastlere dönüşebileceği, öncü işaretleri çoğalmaya başlayan etnik ve dinsel çatışmaların tırmandırılabileceği bir kaos sürecinin 2011’e sarkarak yaşanabileceğini düşündürüyor. Kürt illerini “yerelleşme” ve “özerkleşme” talepleriyle emperyalizm hesabına kapatan gelişmeleri tamamlayacak biçimde ABD askeri birliklerinin ağır silahlarıyla “Irak’tan çekilme” görünümü altında Kuzey Irak’tan 2011 seçimleri sonrasında Türkiye sınırları içine kabul edilmesi olasılığı, 2011 yılının ikinci yarısının Türkiye için bir siyasal kriz yılı olacağını açıkça gösteriyor. 

Bu koşullarda “eksen kayması” söylemleri gelişmeleri açıklamıyor. Türkiye onyıllardan beri Batı emperyalizminin eksenine sağlamca demirlemiş durumdadır. Şimdi emperyalist eksene bağımlılık, Türkiye’yi hızla dibe çekme ve parçalama aşamasına varmıştır. Eksen kayması söylemiyle gelişmeleri açıklamaya çalışanlar Türkiye’yi dibe çeken emperyalist operasyonların bilinçli veya gafil suç ortaklarıdır. Yakın geleceğin acil görevi, ilerici yurtsever cumhuriyetçi güçlerin işçi sınıfı çevresinde oluşturacağı bir devrimci cephe yoluyla Türkiye’nin emperyalist eksene bağımlılığını kırmasıdır. Daralan zaman, ülkenin geleceği ile kendi geleceği arasındaki bağı gören herkese bu görevin kaçınılmazlığını dayatmaktadır.

1 Ocak 2011 Cumartesi

ŞEYTAN TAŞLAMA AYİNLERİ VE KURBAN TÖRENLERİ
İslamiyette “şeytan taşlama ayini” olarak adlandırılabilecek bir dinsel ritüelin varolduğu biliniyor. Hac ziyareti sırasında Müslümanlar şeytanı temsil ettiği varsayılan bir putu taşlayarak şeytana karşı kolektif bir simgesel tavra bireysel olarak katılıyor, böylece ideolojik olarak “safını seçmiş ve duyurmuş” oluyor. Bu taraflaşma ritüelini tamamlamak üzere canlı hayvanlar kurban edilerek verilen armağanlar karşılığında tanrıya bağlılık simgesel olarak kanla imzalanıyor. Ayinin Müslümanlık öncesinden gelen bir pagan putperest töreninin devamı olması, başka inanışlarda hatta din dışı törelerde benzer örneklerine rastgelinmesi şaşırtıcı değil. Gökyüzünde tanrı ile soyut mücadelenin soyut zirvesini temsil eden ve kötülüğün ve tanrıya başkaldırının simgesini oluşturduğu varsayılan şeytan kayasının somut gözüken ama kendisi de soyut sembolizm içeren bir eylemle taşlanması, iyiliği ve gücü temsil ettiği varsayılan tanrıya kurban armağan ederek biat etmenin yine somut gözüken ama kendisi de soyut sembolizm içeren bir eylemle duyurulması, bütün bu ritüellerin yeryüzündeki başka bir somut mücadelenin tersyüz edilmiş ve simgeselleştirilmiş görünümünü oluşturması, başka inanışlarda ve din dışı (örneğin siyasal ideolojik) başlıklarda benzer biçimlerde tekrarlandığının bilinmesi, bu tür simgesel ritüellerin gerçek hayatta maddi karşılıklarının olduğunu ve bu maddi karşılığın tersyüz edilmiş biçimde de olsa somut maddi bir tavır ihtiyacına denk düştüğünü doğruluyor.
Şeytan taşlama ayinlerinin ve kurban törenlerinin binlerce yıllık pagan geleneklerinin basitliğini günümüzün modern ve kitlesel ölçeklerinde tekrarlamaya çabalayan niteliğinin zaman zaman bu tören sırasında arkadan atılan taşlarla veya izdiham sebebiyle çok sayıda Hacı adayının ölümüne yol açmasının, kurban kesimi sırasında çok sayıda kesen kişinin kendilerini yaralamasının ya da kurbanlık hayvanların kesiminin günümüz değerlerine göre bir vahşet ve şiddet gösterisine dönüşmesinin, bahis konusu ritüellerin simgelediği varsayılan inanç ve düşünceleri de simgesel olarak tersyüz ettiği gözden kaçmıyor. Ritüelin binlerce yıllık tarihsel gelişiminin diyalektiği, günümüzde “şeytanı taşlayanların kendilerini taşladığı” veya “kurban kesenlerin kendilerini kurban ettiği” hatta “iyiliğin temsilcisi olanların kötülüğü temsil edenlere dönüştüğü” bir aşamaya işaret ediyor.
Pagan inanışlarında ve tek tanrılı dinlerde şeytan taşlama ve kurban kesme törenlerinin simgelediği safını seçme ve tarafını ilan etme tavrının din dışı örnekleri de biliniyor. Tavrın somut bir eyleme denk düşmesi, soyut bir simgeselliğe dayanmasıyla bir arada düşünüldüğünde, “gökyüzündeki” kavramların “yeryüzündeki” mücadeleleri temsil ettiği, bu mücadeleleri ve çatışmaları simgeler üzerinden ifade ettiği anlaşılıyor. “Yeryüzündeki” çatışmaların ve çelişkilerin anlaşılması, şu halde, şeytan taşlama ve kurban kesme ritüellerinin simgesel dilini anlamanın anahtarıdır. “Yeryüzündeki” çatışmalarda saf tutma ve taraf belirleme ihtiyacı, toplumsal ilişkilerin bağrında yatan çatışmaların doğurduğu iktidar mücadelelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim “şeytanlaştırma”, şeytan olarak tanımlanan putun simgelediği düşmanı taşlama, biat edilen tanrıya kurban armağan etme, bu mücadelelerde taraf seçmenin gerektirdiği simgesel tavırları temsil etmektedir. Modern tarih, bu ihtiyacı insanlığın antik tarihindeki dinsel kalıplardan devralarak günümüzde din dışı biçimlerde de sürdürüyor, hatta bugünün dünyasında hükmü süren dinsel kalıplar ve ritüeller bile dış görünümü bakımından “dine özgü” ama içeriği bakımından “din dışı” özellikler kazanıyor.
Aydınlanma sonrası yüzyıllarda toplumsal, siyasal, ideolojik mücadelelerde “şeytanlaştırma” pratiğinin hükmünü sürdürmesi, şeytan taşlama ve kurban verme uygulamalarının din dışı modern biçimlerinin ortaya çıkması, bu pratiğin binlerce yıldan beri devam eden pre-modern toplumsal davranış biçimlerinde etkili olagelmiş ideolojik reflekslerde gözlenen hayatiyetini bugün bile koruduğunu doğruluyor. Modern bilimin yerine dogmaların, hikmetin, inançların ağır bastığı düşünce ve davranış biçimleri, modern insan üzerinde hala etkinliğini koruyor. Geç-kapitalizm gericiliğe, kör inançların bağnazlığına uygun vasat oluşturan özellikleriyle insanlığı hala kendi tarih öncesinde esir tutma doğrultusunda ideolojik rüzgarlar estiriyor. Günümüzün sınıf mücadelelerinde, bu yüzden, sorgulamaya, özgür düşünceye ve bilimselliğe değil kendinden menkul hikmetin geçerliliğine inanç, ağırlığını koruyor, dogmatizmin ve bağnazlığın tartışmaya kapalı rahatlatıcı gücünü dayanak  yaparak safını seçme ve taraflaşma eğilimleri ağır basıyor. Bu eğilimlerin etkinliği, içinde yaşadığımız toplumun bir parçası olan işçi sınıfında, geniş küçük-burjuva kitlelerde, hatta sosyalistlerde de gözleniyor.
Sosyalist saflarda son zamanlarda ülkemizde örneklerine az rastlamadığımız (ama elbette son zamanlarla ve ülkemiz ile sınırlı olmayan) “şeytanlaştırma”, “şeytan taşlama” ve “kurban kesme” pratikleri, bu yazımızın esas konusunu oluşturuyor. Saflarımızda bilim-dışı eğilimlerle mücadele etmek, dogmatizm ile savaşmak, kendinden menkul hikmet arzedenlerin yaydığı görünüşte din dışı ama içeriği bakımından kadim dinlerden beslenen ideolojik eğilimleri altetmek, insanlığın gerçek tarihine doğru ilerleme mücadelesinde önderlik yapmanın zorunlu koşuludur. Sosyalistlerin, işçi sınıfı ve emekçi kitleler saflarında hükmünü sürdüren ideolojik bağnazlıkla ve bilim-dışı hikmetlerle yol alamayacağını biliyoruz, bu zayıf noktalarımıza kararlı darbeler indirmek zorunda olduğumuzun farkındayız. Dinci gerici ideolojik eğilimlerin bilim-dışı dogmatizmiyle tutarlı bir hesaplaşmayı yürütebilmenin koşulu, görünüşte din dışı bir kisve altında aynı bağnazlığı ve dogmatizmi sürdürenleri ve savunanları da bu hesaplaşmanın hedeflerine dahil etmekten geçmektedir. Türkiye’de Nazım Hikmet’in “vatan hainliği” ile başlatılan, Aziz Nesin ve Turan Dursun’la devam ettirilen ve son zamanlarda Emir Kusturica, Attila İlhan gibi kişilikler üzerinden ya da meyhane müdavimleri üzerinden sürdürülen şeytan taşlama ayinleri işaret edilen tavrın birbiriyle ilişkili örnekleridir. Bu yazımız, işçi hareketinde, geniş emekçi kitleler arasında, sosyalist ve ilerici saflarda hükmü süren dogmatizmin bütün biçimlerine karşı bir “kalk borusu” olarak tasarlanmıştır.